Aramak

KARA ÖLÜMDEN KORONAVIRÜSE

Koronavirüs dünyanın karşı karşıya kaldığı ilk salgın değil. Binlerce yıl öncesine dair malumatımız yok. Fakat yakın geçmişteki hastalıkların yerküreyi çaresiz bıraktığını biliyoruz. Tıbbî metotların yetersiz olduğu dönemlerde ortaya çıkan veba, çiçek hastalığı, kolera, tifo ve tifüs milyonlarca insanın canına mal oldu.

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Devlet-i Aliyye’nin 10. padişahı Sultan Süleyman’ın “Muhibbî” mahlasıyla kaleme aldığı bu beyit, yalnızca kendi dönemine değil, çağlar ötesine de sesleniyor. Evet, hakikaten halk arasında devlet ya da iktidar kadar itibarlı başka bir şey yok; ama iktidar, zenginlik, mevki ve makam bile bir nefes sıhhat kadar değerli değil.

Dünya Koronavirüs’le mücadele ederken ve “süper” güçler elleri kolları bağlı, olup bitenleri seyretmekle yetiniyorken, insanoğlunun acziyetinin boyutlarını da görmüş oluyoruz. Hastalığın laboratuvarda kasıtlı üretildiği iddialaları sıkça dillendirilse de sonuçta Allah Tealâ’nın dilediğinden ötesi olmuyor.

Uzunca bir süredir insanlık, elde ettiği teknolojinin kibriyle kendisine ilahî anlamlar yükleme çabasında. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama isteği, aslında Âdemoğlunun ne kadar zavallı olduğu gerçeğini unutturuyor. Oysa tarih, kendine ilahlık atfeden kişi ve kavimlerin hikâyeleriyle dolu.

Bakara suresi 258. ayet-i kerimesinde Allah Tealâ, Hz. İbrahim aleyhisselam’ın Nemrut’a, “Benim Rabbim hayat veren ve hayat alandır.” çıkışına karşılık Nemrut’un, “Hayat veren ve öldüren benim!” diyerek böbürlendiğini hatırlatıyor. Bu derece küstahlaşabilen zalimin cezasını Allah Tealâ küçücük bir sinekle verdi. Taberî tarihinde anlatıldığına göre Nemrut, sivrisineğin beyninde verdiği ıstıraba dayanamayınca balyozla başına vurdururken öldü.

Günümüzün mütekebbirleri de ufacık bir virüsün verdiği zarara çare arıyor.

Böyle dünya ölçeğindeki dertleri düşünürken Allah Tealâ’nın müslümanları sınadığı, zalimlerden de hesap sorduğu gerçeğini hatırlamak gerekiyor. Çocuk yaşlı demeden mazlum kanı akıtmayı marifet sayan Uzak Doğu, Avrupa ve Amerika yana yakıla hastalığa çare arıyor. İlginçtir, virüs sanki Suriyeli mazlum çocuklara yapılanların bedelini ödetircesine sadece büyükleri etkisi altına alıyor. Yaşı belirli bir sınırın üzerinde olanlar, tıpkı Akdeniz’in soğuk sularında can veren Aylan bebekler gibi nefesi kesilerek, boğularak can veriyor.

Ölümün diğer adı

Koronavirüs dünyanın karşı karşıya kaldığı ilk salgın değil. Binlerce yıl öncesine dair malumatımız yok. Fakat yakın geçmişteki hastalıkların yerküreyi çaresiz bıraktığını biliyoruz. Tıbbî metotların yetersiz olduğu dönemlerde ortaya çıkan veba, çiçek hastalığı, kolera, tifo ve tifüs milyonlarca insanın canına mal oldu. Yaşadığımız zaman diliminde artık kolayca tedavi edilebilen bu salgınlar yerini; SARS, MERS, H1N1 ve Ebola’ya bıraktı. Muhtemelen yakın zamanda Koronavirüs’e de çare bulunacak, ancak insanlığın hastalıklarla imtihanı kıyamete kadar devam edecek.

Bilinen en eski salgınlardan biri olan veba, tarih boyunca tekrar tekrar farklı çehrelerde gün yüzüne çıktı. Milattan sonra 150-180 arasında, İmparator başta olmak üzere Roma İmparatorluğu’nun yüzde otuzunun, 6. asırda 50 milyon insanın ölümüne neden oldu. Bu salgın Roma İmparatorluğu için karanlığın fitilini ateşledi. Ticaret çöktü, imparatorluk zayıfladı, topraklar bir bir ellerinden çıktı ve Roma bir daha birleşememek üzere ikiye bölündü.

Özellikle 14. yüzyılda dünyayı kasıp kavuran ve “kara ölüm” diye tanımlanan veba, Çin ve Orta Asya’da başladı. Sonra Kırım’da bulunan Cenevizliler’e ait ticaret merkezinin Moğollarca kuşatılması sırasında hastalık taşıyan cesetlerin Moğollar tarafından mancınıkla şehre atılması sonucu Avrupa’ya yayıldı. Neticede 1346-1353 aralığında takribi 200 milyon kişinin ölümüne sebep olduğu tahmin ediliyor.

Bu salgında Avrupa’daki aristokrat ailelerin ileri gelenleri de hastalıktan etkilendi. Şimdiki İspanya’nın kuzeydoğusunda Aragon Krallığı’nın kraliçesi Leanor ve İngiltere Kralı’nın kızı Johan’ın veba salgınında hayatlarını kaybettikleri biliniyor. Keza din adamları da aynı akıbeti yaşamış.

O zamanlar kıyamet olarak tabir edilen bu salgın da Avrupa’ya sosyolojik ve dinî bakımdan tesir etti. Mistik yönelimer arttı, kiliseye duyulan güven büyük oranda sarsıldı, önyargılar ve ayrışmalar iyiden iyiye yükselişe geçti. Böylece azınlıkların yok edilmesine zemin hazırladı. Batı, veba salgınının sonucu olarak yüzlerce yıl altından kalkamayacağı kargaşaya düçar oldu.

Çiçek hastalığı ya da aşıyı kim buldu

18. yüzyılda tahmini dört yüz bin, 20. yüzyılda beş yüz bine yakın Avrupalıyı öldüren çiçek hastalığının tarihi, yapılan araştırmalara göre milattan önce on binlere dayanıyor. İlk net kanıtlar Mısır firavunlarının mumyalarında yapılan araştırmalarda görülmüş. Milattan önce 1160’ta ölen Firavun Ramses’in mumyasında da izlerine rastlanmış. Hastalığa dair ilk kaynak Koronavirüs salgının başladığı Çin’den. Ko Hung tarafından yazılan tıp kitabında hepatit, veba ve çiçeğe dair malumatlara yer veriliyor. Çiçek hastalığı aşısının 11. yüzyılda Çinliler tarafından geliştirildiği kabul edilse de, Uygurlar’ın Çin’den önce bu bilgiye vâkıf oldukları da söyleniyor. Ahmed Cevdet Paşa’nın Târih-i Cevdet’inde aşının Anadolu yörükleri arasında bilindiği ve uygulandığı anlatılıyor.

Ancak asıl dikkat çeken, 17. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında çiçek aşısı uygulamasının sıradan bir şey olduğu. IV. Murat’ın hekimi Emmanuel Timonius’un gayretleriyle aşı Avrupa’ya tanıtılmış. Fransız büyükelçisinin mektuplarında zikredilen şu ifadeler, Devlet-i Aliyye’nin çiçek hastalığı ile mücadelede geldiği noktayı resmetmesi bakımından mühim:

“Bizlerde eğlence için ılıcalara gidildiği gibi, burada da herkes çiçek çıkarmayı bir gezinti sayıyor. Aşılanıp da ölen hiç yok. Bu tecrübelerin neticesinden bana ne derece güvenli geldiğini anlatmak için kendi sevgili çocuğuma bu aşıyı yaptıracağımı size bildiririm...”

Bu hastalıkla ilgili enteresan bir bilgi daha var. Amerika kıtasının keşfinden sonra Avrupalılar bölgeye geldiklerinde yanlarında çiçek hastalığını da getirmişler. Salgın yüzünden toplam nüfusun yüzde doksanına tekabül eden tam 20 milyon insanın öldüğü rivayet ediliyor. Böylelikle kolonileştirme hızlanmış ve hayatın akışı o tarihten sonra Avrupalılar için bambaşka bir yöne doğru evrilmiş.

Kirli sulardan gelen felaket

İçme sularındaki kirlenme dolayısıyla baş gösteren kolera, adını hastalığı yayan virüsten “Vibrio Cholerae”dan alıyor. Uygarlık tarihinde yedi büyük kolera salgını vuku buldu. Üçüncüsü ve sonuçları en ağır olanı 1852-1860 arasında gerçekleşti. Dramatik olan ise, hastalığın kaynağının kirli içme suları olduğu milyonlarca insan öldükten sonra anlaşıldı.

1817’de Hindistan’da bölgesel hastalık olarak başlayan kolera, Ganj Nehri’nin taşması ve pis suların etrafa yayılmasıyla küresel ölçekli bir salgına dönüştü. Nüfusun çok olması kolerayı Asya’nın tamamına, Ortadoğu’ya, Doğu Afrika’ya ve Akdeniz kıyılarına kadar ulaştırdı. 1854’te İngiltere’de John Snow isimli bir doktor bir su kaynağını yalıtarak salgını durdurmayı başardı.

Bazı ülkelerde hâlâ kolera salgını yaşanabiliyor. Gelir eşitsizliğinin çok büyük olduğu fakir ülkeler bu açıdan merkez konumunda. Her yıl 4 milyon kişiye bulaştığı varsayılan hastalık, 150-200 bin arası kişinin can kaybına sebep oluyor. Savunmasız milletler için ciddi tehlike olan kolera, zengin ülkeler için artık bir şey ifade etmiyor.

Dünya Savaşı’nı bitiren grip

Okyanus ötesi kaynaklı H1N1 virüsünün başka bir çeşidi olan İspanyol gribi, Amerikan askerleri marifetiyle dünyaya yayıldı. 1918 yılının Ocak ayında Kansas’ta görüldü ve 1920’ye kadar 500 milyon kişiye bulaştı. Ölü sayısının 100 milyonu bulduğu söyleniyor. Salgın (pandemi) öyle bir hal aldı ki, 1914’te başlayan I. Dünya Savaşı’nın bu yüzden sonlandığı dile getirilir. Fakat savaşın bitirilmesi çözüm olmadı, çünkü ordular en ücra köşelere kadar hastalığı taşımışlardı. İspanya Kralı 13. Alfonso, ünlü ressam Gustav Klimt, Alman sosyolog Max Weber gibi isimler virüse maruz kaldı. Weber’in ölüm nedeninin İspanyol gribi olduğu ifade ediliyor.

Osmanlı da bu salgından önemli ölçüde etkilenmişti. Kuvvetle muhtemel, bu salgın topraklarımıza Avrupa’dan ithal edilmiş, Anadolu’nun her yerini etkilemişti. Başta okullar olmak üzere kamusal alanlar kapatılmışsa da kaynak yetersizliği ve savaş atmosferi sebebiyle önü alınamadı. Yalnızca İstanbul’da altı binin üstünde vatandaş öldü. Prof. Ali Şükrü Çoruk hocamızın naklettiğine göre İzmir, Balıkesir, Samsun, Ankara, Çorum gibi şehirlerden kötü haberler geliyor, günde ortalama 30-40 mevtanın defnedildiği bildiriliyordu. Son padişah Sultan Vahdeddin de dahil, Mustafa Kemal, İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Cemil Topuzlu gibi kritik isimler de illetten mustarip olmuştu.

İçler acısı durum, devrin şairlerinin yazarlarının satırlarına da yansımıştı. Şöyle denmişti mesela: “Biz ki İstanbul şehriyiz, seferberliği görmüşüz. Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi bir de İttihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi 1914’ten 1918’e kadar yedi bitirdi bizi!”

Sonraki yıllarda gelişen imkanlar tedaviye yönelik araştırmaların önünü açtı ve İspanyol gribi türevi rahatsızlıklara da aşı ve ilaçlar geliştirildi. 2009’da yine H1N1 virüsünün tetiklediği Domuz Gribi de İspanyol gribinin başka çeşidiydi. Onun da çözümü bulundu.

Çözümün anahtarı inancımızda

Koronavirüs meselesi gündemimize geldiği andan itibaren ısrarla karantina vurgusu yapılıyor ve elleri sıkça yıkama üzerinde duruluyor. Çoğunlukla bizim dışımızdaki etkenlerden kaynaklanan salgın hastalıklarda korunmanın yolu öncelikle yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de emir buyrulmuş: “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.” (Bakara 195)

Demek ki akıl ve irade nimetleri bahşedilmiş insanoğlu, hastalığın olduğu yere bile isteye giderek kendisini tehlikeye atmamalı. Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Efendimiz de yapılması gerekeni gayet net bir şekilde tavsiye buyurmuş: “Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa da oradan çıkmayınız.” (Buhârî, Tıb 30)

Günde beş vakit abdest aldıran, temizliği imanın yarısı olarak tarif eden bir inancın ve medeniyetin mirasçısı olan bizler için yeni çözümler üretmeye ya da zaten gündelik rutinlerimiz haline gelen alışkanlıklarımızı üzerine basa basa hatırlatmaya gerek yok. Elbette hiçbir boşluk kalmayacak şekilde tedbiri aldıktan sonra takdiri Rabbimiz’e bırakacağız.

Ama sadece bugün için değil, bütün ömrümüz ve ahiretimiz için yapmak zorunda olduğumuz şeyler var: İyi bir mümin olup, Allah Tealâ’nın rızasını kazanmaya çalışırsak, sünnet-i seniyyeye uygun bir hayat modeli inşa etmeye çabalarsak, kul hakkına riayeti önceliklerimizden biri haline getirirsek salgın hastalıklardan kendimizi de koruruz, etrafımıza yayılmasına da engel oluruz. Böylece sadece beden hastalıklarından korunmuş olmakla da kalmayız, manevi hastalıklarımızın iyileşmesi için de adım atmış olur, dünyamızla birlikte ahiretimizi de mamur ederiz.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy