Aramak

Kime Göre Din?

Yaşadığımız bu çağ insan nefsini yüceltip, hevâ ve heveslerine bir değer yükledi. Buradan aldığı öz-güvenle artık insanlar dini anlamada ve yaşamada kendi algı ve anlayışını hakikatin yerine koymaya başladı. Oysa din insan aklıyla ortaya konulan bir sistem değildir ki, “sana göre” “bana göre” olsun. Dinin sahibi Yüce Allah’tır. Öyle ki ayette, dini tebliğ eden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin bile ilahî izin ve vahiy olmadan, onda kendi başına tasarruf yetkisinin olmadığı belirtilmiştir. Şu halde cevaplanması gereken soru şudur: Kime göre din?

Din, samimi imanla başlayıp İslâm’ın beş esasıyla şekillenen, “ihsan” haliyle yani ihlâs ve samimiyetle tâbi olunarak kemâlini bulan ilahî hidayet ve saadet yoludur. İnsanın zâhirine ve bâtınına, maddesine ve manasına, içine ve dışına, dünyasına ve ahiretine hitap eden ve saadet getiren ilahî nizam ve Rabbanî terbiyedir. Dinin insan vücudundaki merkezi kalptir. Din, kalbin ilahî daveti severek kabul etmesiyle başlar. Din insandan gönül, irade ve hür seçim ister. Akla hitap eder. Dine girişte zorlama yoktur; hikmetle davet ve ikna vardır.

Dini gönülden benimseyip gereğini yerine getirene Âlemlerin Rabbi cennet ve cemalini müjdelemiş; onu inkâr ederek ölenlere ise ebedi gazap ve azabını vaat etmiştir. O’nun vaadi hak, tahakkuku muhakkaktır.

Dindarlık, ilahî edep ve kuralların severek ve isteyerek tatbik edilmesidir. Rabbimiz, bizden nasıl bir din istediğini şöyle belirtir:

“Hâlbuki onlara, dini yalnız Allah için yaşayarak ve hanif olarak (bütün şirk çeşitlerinden uzak kalarak) Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emredilmişti. İşte sağlam din budur.” (Beyyine 5)

Dinin sahibi

Din insan aklı ile ortaya konulan bir sistem değildir ki, “sana göre” “bana göre” olsun. Dinin sahibi Yüce Allah’tır. Öyle ki ayette, dini tebliğ eden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin bile ilahî izin ve vahiy olmadan, onda kendi başına tasarruf yetkisinin olmadığı belirtilmiştir. Ayet mealen şöyledir:

“Kâfirler, ‘Bundan başka bir Kur’an getir yahut onu değiştir!’ dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)

Evet, dinin gerçek sahibi Allah Tealâ’dır. Onu insanlığa tebliğ eden O’nun Rasulü sallallahu aleyhi vesellemdir. Bu dini, ilahî kontrol altında Hz. Peygamberle birlikte yaşayanlar Sahabe-i Kiram’dır. Onu sahabeden görerek ve yaşayarak devralıp insanlara aktaranlar Tâbiûn neslidir. Onlardan sonra bu kutlu emanet müçtehit imamlar, fakihler, müfessirler, muhaddisler, âlimler, arifler, sâlihler ve mücahitlerle insanlığa ulaştırılmıştır.

İslâm akla değil, nakle dayanır. Akıl insana Allah adına hüküm koymak için değil, Allah’ın ve Rasulünün hükmünü anlamak, kavramak ve yaşamak için verilmiştir. Din aklı yok saymaz, onu değersiz veya gereksiz görmez. Aksine, din akıl olmadan anlaşılmaz ve yaşanmaz. Bunun için din aklı olanları muhatap alır; aklı olmayanın dini olmaz. Fakat dinde hüküm koyan akıl değildir.

Kulları üzerinde hüküm koyucu sadece Allah Tealâ’dır. O’ndan başka ilâh yoktur ve hiçbir kulun diğer kullar üzerinde kendi tasarrufu ile hükmetme yetkisi yoktur. Bu hakikati Kur’an-ı Kerim, “Hüküm ancak Allah’a aittir.” (Yusuf 40) şeklinde ifade eder. Bu konuda bütün müslümanlar aynı görüştedirler ve yine Cenâb-ı Hakk’ın hükmüne kesin olarak uymanın vâcip (farz) olduğunda ittifak hâlindedirler.

Dini kim anlatır?

Sonra ilâhî hükümler Allah’ın zâtına ait hitaplar olduğundan, bizim bir delil ve işaret olmaksızın bu hükümleri bilmemiz mümkün değildir. Bu sebeple Allah Tealâ bize, hitap ettiği hükümleri bilmemiz veya hükmün dayanağını anlayıp amel etmemiz için önümüze Kitab, sünnet, icmâ, kıyas gibi delil ve işaretleri koymuştur. (Abdülgani Abdülhalık, el-Hücciyetü’s-Sünne)

Yani yüce Allah, Kitab’ına uymamızı farz kıldığı gibi onu tebliğ ve tatbik eden Peygambere itaat etmeyi (Nisa 59; Mâide 92; Muhammed 33; Teğâbün 12); din işinde ulü’l-emir (söz ve yetki sahibi) olan âlimlere uymayı (Nisa 59); hak üzere giden müminlerin yolundan ayrılmamayı (Nisa 115) ve hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a, ihlâsa, cemaate) sarılmamızı da (Âl-i İmran 103) farz kılmıştır. Bundan dolayı, onların din adına verdikleri hüküm bizi bağlar.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemden sonra O’na vâris olan âlimler dini anlamak ve anlatmakla yükümlüdür. Bu farz-ı kifayedir. Yani dinde fakih olmak bazı müslümanlara farzdır. Din âlimsiz anlaşılmaz ve yaşanmaz. Din adına konuşacak kimseler ancak âlimlerdir. Bütün âlimler şunu bilirler:

  • Din, Yüce Allah’ın muradı ve kullarından istedikleridir.
  • Din bu âlemde en mesuliyetli ve en şerefli emanettir.
  • İlahî muradı nassa (Kur’an ve sünnete) göre değil de akla göre yorumlayanlar emaneti zayi ederler.
  • Kendi bozuk anlayışını din diye sunanlar,
  • Delile değil hevâsına uyanlar,
  • Söz cambazlığı ve akıl kurnazlığı ile bâtılı hak suretinde savunanlar,
  • Ayetin ve hadisin lafızlarını kastedilen muradın dışında yorumlayanlar;

Allah’a ve Rasulüne iftira etmiş olurlar ki, onlardan daha zalim ve daha zararlı kimse yoktur. (En’am 93)

“Doğrusu birçokları bilgisizce kendi keyiflerine uyarak insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” (En’am 93) ayetinde anlatılanlar da bu kimselerdir.

Âlimlerin vazifesi

Velîlerden Ebu Osman el-Hirî kuddise sırruhû der ki: “Kim sözünde ve işinde sünneti kendine âmir yaparsa hikmetle konuşur. Kim de kendine hevâyı âmir yaparsa bid’atla konuşur. Çünkü Allah Tealâ, ‘Eğer Peygamber’e itaat ederseniz hidâyete ulaşırsınız.’ (Nur 54) buyurmuştur.”

Âlimin işi, dinin temeli olan Kur’an’ı, sünneti ve onların canlı şahidi sahabe uygulamalarını ve dinde ulü’l-emir olan müçtehitlerin içtihatlarını doğru anlayıp önem sırasına ve muhatabın anlayış seviyesine göre halka aktarmaktır. Âlim bütün gücünü, aklını, zekâsını, ferasetini, kabiliyetini ve ilmî müktesebatını ilahî muradı anlamak için kullanır.

Sahabe ve müçtehid âlimler din adına kolay söz söylemez, son derece seçici ve dikkatli davranırlardı. Fetva vermeleri gereken bir meselede ilahî muradı anlamak için delilleri araştırıp, ehli ile istişareler yapıp bütün gayretlerini sarf ettikten sonra; “Benim ulaştığım delillere göre tespit edebildiğim sonuç budur. Eğer bu konuda bundan daha açık bir delil ve daha isabetli bir sonuç bulunursa ona uyun, benim görüşümü terk edin.” derlerdi. “Bana göre böyledir, en doğrusu budur!” gibi bir cümle kurmaktan uzak dururlardı.

Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh der ki: “Allah’ın Kitabı’ndan bir ayet hakkında kendi görüşümle bir şey söyler veya bilmediğim bir konuda konuşursam, hangi yer beni üzerinde taşır, hangi gökyüzü beni gölgelendirir!”

Onun bir diğer sözü şöyledir: “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin yapmış olduğunu bildiğim ve gördüğüm her ameli ben de yaptım. O’nun emrinden bir şey terk edersem ayağımın kaymasından korkarım.”

Hz. Ömer radıyallahu anh ümmeti şöyle uyarmıştır: “Sünnet (tutulacak yol), Allah ve Rasulü’nün ortaya koyduğu amellerdir. İnsanların yanlış görüşlerini ümmete sünnet gibi göstermeyin.”

Yine bir hutbesinde demiştir ki: “Sizi hükümleri apaçık bir yol üzere bırakıp gidiyorum. Ancak daha sonra kendi his ve görüşlerinize göre hareket edip, insanları sağa sola saptırmanızdan korkuyorum.”

İmam Şâfiî rahmetullahi aleyh der ki: “Ben, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemden bir hadis rivayet eder de ona göre hüküm vermezsem, bilin ki aklım gitmiş demektir.”

Muhammed b. Sîrin rahmetullahi aleyhin; “Bu ilim dindir; dininizi kimden aldığınıza iyi bakın.” uyarısı günümüzde çok önemlidir. Bu uyarı dinin bütün ilimleri için geçerlidir.

‘İşittik ve itaat ettik’ tavrı

Din, hak davete gönülden inanmak ve ilahî emirlere severek tâbi olmaktır. Kur’an’da övüldüğü gibi müminlerin en belirgin vasfı; “işittik ve itaat ettik” demeleridir. (Bakara 285; Nûr 51)

Din, Yüce Allah’a verilen söze vefadır. Acı tatlı her halde itaattir. Bu yolda sabır ve sadakat göstermektir. Hevâya değil, vahye uymaktır. Allah Tealâ vahyi indirdiği peygamberine dahi şu emri vermiştir:

“Sonra seni de din konusunda bir şeriat (apaçık bir yol) üzerinde kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma!” (Câsiye 18)

Müfessir İbn Arefe rahmetullahi aleyh der ki: “Ayetteki hitap Hz. Peygamber’edir, fakat asıl kasıt O’nun ümmetidir. Çünkü Hz. Peygamber’in ilâhî hükümlere tam olarak uyduğu malumdur.”

Allah Tealâ Peygamberi’ne ve ona tâbi olanlara şu emri vermiştir:

“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı görür.” (Hûd 112)

Müminle münafığı birbirinden ayıran söz değil, iştir. Münafıklar da, “Allah’a ve peygambere inandık ve itaat ettik” derler (Nûr 47). Sonra ilahî hükümlere uymaya çağrıldıklarında, eğer lehlerine gözüküyorsa gelirler, aleyhlerine olacaksa yüz çevirip kaçarlar. Bu onların kalplerindeki hastalık ve şüpheden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak bu gibilere şunu soruyor: “Yoksa Allah ve Rasulü’nün kendilerine karşı haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, onlar gerçekten zalim kimselerdir.” (Nûr 50)

Allah Tealâ böyle bir durumda müminlerin ne yapacağını şöyle haber vermiştir: “Müminler ise Allah’a ve Rasulü’ne davet edildiklerinde sadece ‘işittik ve itaat ettik’ derler. Kurtuluşa erenler onlardır.” (Nûr 51)

En hayırlısı hangisi?

Sâdık müminler, Allah ve Rasulü’nün verdiği emrin ve hükmün, dünyada ve ahirette kendileri için en hayırlı olduğunu bilir, buna inanır ve teslim olurlar. Onlardan beklenen bu teslimiyet ayette şöyle ifade edilir: “Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkek ve kadın için kendi görüşüyle Allah’ın ve Peygamberi’nin hükmüne aykırı olanı seçme hakkı yoktur.” (Ahzâb 36). Çünkü Allah ve Rasulü, onun için en hayırlı olanı seçmiştir. Hasta, ehil doktorun tercihine razı olursa şifa bulur.

İsrailoğulları içinde çoklarının Hz. Musa aleyhisselama karşı tavırları, “işittik ve isyan ettik” şeklinde özetlenebilir. Hatta onlar, Hz. Musa aleyhisselamın düşmanla savaşma emrine; “Sen ve Rabbin gidip savaşın, biz burada oturacağız!” (Mâide 24) şeklinde karşılık vermişlerdir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme itaatte ümmetin öncülüğünü yapan ashab-ı kiramın tavrına gelince: Hubeybiye gününde, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem müşrikler tarafından Kâbe’yi ziyaretten alıkonulduğu zaman, Mikdat b. Esved radıyallahu anh Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme şöyle dedi:

– Vallahi biz, İsrailoğullarının Hz. Musa’ya dediği gibi sana, “Sen Rabbinle birlikte git savaş, biz burada oturacağız!” demeyiz. Biz senin sağında solunda, önünde arkanda düşmana karşı savaşırız. Sen denize dalacak olsan biz de seninle birlikte dalarız. Sen bir dağın tepesine çıksan, biz de seninle birlikte oraya tırmanırız. Bunu işiten sahabe-i kiram da ona katıldılar. Bu durum Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi çok memnun etti, sevinci yüzünden okunuyordu.

Bedir harbi öncesinde de savaş konusu istişare edilirken Ensar adına konuşan Sa’d b. Muaz radıyallahu anh, Allah Resulü sallallahu aleyhi veselleme şunları söylemiştir:

– Biz sana iman edip seni tasdik ettik. Senin getirdiğin her şeyin hak olduğuna şahitlik ettik. Bu konuda senin her emrini dinleyip itaat etmek üzere sana söz ve güvence verdik. Ey Allah’ın Rasulü, sen isteğini uygula. Seni hak olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki sen bize şu denizi göstersen ve ona dalsan biz de seninle birlikte dalarız; bizden hiç kimse geri durmaz. Umulur ki Allah Tealâ bize senin gözünü aydınlık edecek işler yaptırır. Bizi Allah’ın bereketi üzere yürüt.

Sa’d’ın bu sözleri Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemi çok memnun etti. Buyurdu ki:

– Haydi, Allah’ın bereketi üzere yürüyün.

Dilimiz ve halimiz

Sâdık müminler işittikleri her şeye değil, hak söze teslim olurlar. Allah Tealâ bu kimselerin doğru yola iletildiğini ve onların gerçek akıl sahibi olduklarını haber vermiştir. (Zümer 18) İmam Kuşeyrî rahmetullahi aleyh bu ayetin tefsirinde der ki: “Her şey işitilebilir fakat akıllı kimse ancak sözün en güzeline tâbi olur. Kim Allah’ı yakînen tanırsa, dinlediği her şeyi sadece O’dan dinler.”

Bazı kulaklar vardır ki hak daveti hiç işitmez. Bazıları işitmediği (can kulağı ile dinleyip anlamadığı halde) “işittik” der. Bazıları işitir fakat itaat etmez. Bazıları ise ilahî daveti can kulağı ile duyar ve itaat eder. İşte bunlar sâdık müminlerdir.

Bugün en büyük derdimiz, hak daveti dilimizle kabul ettiğimiz halde onu halimizle yalanlayacak duruma düşmektir. Mesela çoğumuz Yüce Allah’ın “verdiğiniz sözleri yerine getirin” emrini işitiriz. Fakat attığımız imzaların, yaptığımız sözleşmelerin, verdiğimiz sözlerin arkasında durmadığımız çok görülür.

“Birbirinizin gıybetini yapmayın” emrini işitiriz fakat gıybete düşmediğimiz bir gün yoktur.

“Gafillerden olma” emrini işitiriz, fakat en büyük zikir olan namazda bile gafletimiz devam eder. Öyle ki çok defa ne okuduğumuzu bilmeden namaz biter.

“Malınız ve canınızla Allah yolunda cihat edin” ayetini işitiriz. Fakat canımızı ve malımızı nefsimizin hevâsı yolunda heba ederiz.

“Anne ve babanıza öf bile demeyin” emrini işitiriz; fakat anne babamız bizden her gün âh çeker.

“Kendiniz için sevdiğinizi mümin kardeşiniz için de sevmedikçe, (tam) mümin olmazsınız” hadisini sıkça işitiriz, hatta vaaz ve yazılarımızda kendimiz de dile getiririz. Fakat bize sıkıntı veren bir mümin kardeşimizin affı için dua etmeye bile dilimiz varmaz. Kendimiz için dünyayı az bulurken, ihtiyacını yakinen bildiğimiz komşumuz veya arkadaşımız için ufak bir yardımı, samimi bir selamı veya sıcak bir tebessümü çok görürüz.

Bu halde iken “işittik ve itaat ettik” demek dilde kalan bir söz olur. Din baştan sona Allah’a verilen söze vefadır. Vefa olmadığı zaman safa bulunmaz.

Gönül kulağımız duysun diye

Gönül kulaklarımızın açılması ve hak sözü hakkıyla işitmemiz için önce tevbe etmeliyiz. Gönlümüzü kirletip perdeleyen günah kirlerinden uzaklaşmaya çalışmalıyız. “Onların kulakları vardır fakat işitmezler” uyarısıyla kınanmaktan korkmalıyız. “İşte onlar Allah’ın lânetleyip kulaklarını sağır ve gözlerini kör ettiği kimselerdir. Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed 23-24) ayetinin tehdidine girmemek için sık sık; “Allahım, beni hak sözü dinleyen ve onun en güzeline uyanlardan eyle.” diye dua etmeliyiz.

Ruhlar âlemindeki ilahî davete “işittik ve itaat ettik” dedik. Aynısını dünya âleminde demeye geldik. Ölüm ve hayat bunun için yaratılmıştır. Buna Yüce Allah’a sevgi ile itaat denir. Ahirette kâfirler bile “işittik ve itaat ettik” derler; fakat oradaki bu itiraf gönüllü değil zorunludur. Aşktan değil ateş korkusundandır. Makbul değildir.

Bir ârif der ki:

“Allah’ın verdiği hüküm yok sayılamaz, inkâr ve ihmalle ortadan kalkmaz. Dünyada gönüllü yapılmazsa ahirette zoraki yaptırılır. Herkes itaat eder.
Burada gönüllü yapmadığın secdeleri orada ateş üzerinde zoraki yaparsın.
Burada sevgi ve şuur ile yapmadığın “lâ ilâhe illallah” zikrini ahirette dehşet ve korkudan yaparsın.
Burada saygı ile rükûda eğmediğin boynunu orada kahırla eğersin.
Burada hürmet içinde yapmadığın dua ve yakarışları orada zillet ve ümitsizlik içinde yaparsın.

Âlemlerin Rabbi dünyada emirlerini yapmaya davet etti. Fakat zorlamadı ki herkes gönüllü kulluk etsin, ameli kendisine ait olsun, kulluğun tadına varsın, sevabını alsın, az da olsa şükredenlerden olsun.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy