Madem dünya bir çilehâne, belki ondan şikâyet etmeyi tabii görebiliriz. Fakat bu doğru değildir. Hiçbir şey yapmayıp sadece şikâyet edince bu kötü bir âdet hâline gelir. Bizde maalesef bu kötü âdet çok yaygın. “Ondan şikâyet, bundan şikâyet/Ne istek kaldı ne de âfiyet” diye bir şarkı var ya... Aynen öyleyiz.
Her devrin zorlukları, çileleri var. Benim yarım asırlık hafızam siyasî ve ekonomik krizler, savaşlar, fakirlik, adaletsizlik, kargaşa, cehalet, yolsuzluk, kanunsuzluk, gerginlik hatıralarıyla dolu. Her yaşımda, her dönemde, her zaman... Daha şöyle âsude, rahat, sakin bir ortam görmedim. Benden öncekilerin gördüklerini de sanmam, benden sonrakilerin de görebileceklerini sanmıyorum. Çünkü dünya böyledir. Bu saydığım sıkıntıların hepsi dünyanın tabiatıdır. Zaten “dünyâ” kelimesi Arapça “denî” kelimesinden gelir. “Aşağı” demektir.
Sıkıntısız dünya özlemi
Dünyada güzellikler var ama az. İyiler var ama az. Müminler var ama az. Nitekim Mevlâmız buyurur: “Yeryüzünde bulunanların çoğu, kendilerine uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar zandan başka bir şeye tâbi olmuyorlar ve temelsiz bir tahminden başka bir şeye de dayanmıyorlar.” (En’âm 116)
Dünyaya eskiler boşuna “çilehâne” dememişler. Allah’tan ömrümüz sayılı da bu çilenin sonu var diye avunuyoruz. Gerçi son nefesimizi verip çilemiz bittiğinde de bu sefer hesap gelecek. İşte asıl iş o. Nasıl vereceğimiz hiç belli değil. Allah af ve mağfiretiyle kolaylaştırsın.
Madem dünya bir çilehâne, belki ondan şikâyet etmeyi tabii görebiliriz. Fakat bu doğru değildir. Hiçbir şey yapmayıp sadece şikâyet edince bu kötü bir âdet hâline gelir. Bizde maalesef bu kötü âdet çok yaygın. “Ondan şikâyet, bundan şikâyet/Ne istek kaldı ne de âfiyet” diye bir şarkı var ya... Aynen öyleyiz. Nereye gitseniz, kimle konuşsanız, nereye baksanız sonsuz bir karamsarlık ve gerilim havası hâkim.
Elbette şikâyet edilecek çok şey var. Tabii ki insanların dertleri var şikâyet ediyorlar. Ama şikâyeti bir âdet, bir günlük iş, bir hobi, bir karakter hâline getirmek çok yanlış bir şey. Şikâyet ettiğimiz hangi dertse çaresi önce kendini, sonra çoluk çocuğunu, iş arkadaşlarını, elinin uzandığı insanları düzeltmektir.
Şikâyetçilik-bahanecilik
Şikâyetçiliğin ikiz kardeşi bahaneciliktir. Bahanecilik şikâyetçiliğe, şikâyetçilik de bahaneciliğe yol açar. İkisinin de altında emek vermeden hazıra konma isteği vardır. Çünkü şikâyet ve bahane insanın iş yapma sorumluluğunu üstlenmemesi, kabahati de başkalarına atması için yapılır.
Her işe bir mazeret uydurmakta üstümüze yok. “Şansım yoktu, talihim yaver gitmedi, filanca bana engel oldu, yetkim yok” gibi sonsuz sayıda ve çeşitte mazereti okulda, sokakta, devlette, her yerde işitiriz. Bir ara bir kamu kurumunun genel müdürü anlatmıştı. Yüksek maaş alan elemanlarının dosyalarına bakarken birisinin dosyasında işe girdiğinden beri on yıldır hiçbir iş yapmadığını görür. İşe hiç gelmeden maaş alan “bankamatik memur”larından birisi olduğunu öğrenir. O hanımı makamına çağırır. Sorar: “Dosyanıza baktım da, acaba ben mi yanlış gördüm? Kuruma girdiğinizden beri hiç iş yapmamış görünüyorsunuz.” Hanımın cevabı ilginçtir: “Kısmet olmadı efendim!”
Bahaneciler ve şikâyetçiler olumlu iş yaparak sorunları aşmaya çalışmazlar. Bu hastalıklarını örtmek için sürekli edilgen cümleler kurarlar: “Tarihimizi, dinimizi, dilimizi bize öğretmediler,” “beni bakan yapsınlar bak neler yaparım,” “paramız, yetkimiz yok, ne yapalım” gibi... Edilgen cümleler kurmak ne ayıp! Gençleri hep bahanelerden uzak durun diye uyarırım. Ama bu anlamda yazdığım sosyal medya mesajlarına bile bazıları cevap olarak yine bahaneler yazarlar: “Bu milleti aslından uzaklaştırdılar, kadim değerlerimizden kopardılar!” Ben ne derim sazım ne söyler misali... Sevgili kardeşim bahaneyi bırak! Madem eksiğini biliyorsun, hemen tamamlama yoluna bak. Bu senin elinde olan bir şey. Yapabildiğin ölçüde yap. Çünkü hiç yapmamaya göre ufak bir şey yapmak bile çok büyük bir aşamadır.
Gerçekten mi vaktimiz yok?
En büyük bahanelerimizden biri zamansızlıktır. İyi ve doğru işler yapmakla ilgili bir şey söylerseniz hemen cevabı yapıştırırlar: “Hiç vaktim yok ki!” Bu doğru değildir. İnsan günlük hayatında meşgul olduğu boş işleri fark edip onları terk etse ortaya büyük bir müsait zaman çıkar. Peki boş işler nedir, nasıl bileceğiz? Söyleyelim: Allah’ın kıymet vermediği, insanlara yaramayan, mahşerde sana fayda getirmeyen, senin sorumluluğunda, etki ve yetki alanında olmayan her iş boştur. Bu işlere ve boş insanlara harcadığın vakit kayıptır. Şu kısa ömrü böyle boş şeylerle geçirmek olur mu? Sorabilirsiniz; “peki dünyada ve âhirette faydalı işleri nasıl bileceğim?” Bunu bilmek için İslâmî ölçüleri bilmek gerekir. Sünnet’e ittibâ eden âlimleri ve ârifleri takip etmek gerekir. Meselâ bir ârif zat, “İnsanlara Kur’an’ı, Sünnet’i öğretmem lazım” diye sabahları hanımının hazırladığı kahvaltısını bile yarım yer, hemen ders halkasına koşarmış.
Bir de “ne yapalım herkes böyle yapıyor” âdetimiz var. Yaptığımız hatalardan, aymazlıklardan, haksızlıklardan, başka insanları ve toplumu örnek göstererek sıyrılmaya çalışırız. Rabbimiz Yüce Kelâmı’nda insanların çoğunun nasıl olduğunu bize açıklıyor. “Ekseru’n-nâs,” yani “insanların çoğu” ibâresi pek çok âyette şu şekillerde geçer: “insanların çoğu cahillik ediyorlar,” “insanların çoğu bilmez,” “insanların çoğu şükretmez,” “insanların çoğu iman etmez,” “insanların çoğu nankörlükte direnerek yüz çevirir.”
Rabbimiz’in bu fermanından ne ders alalım? Artık başkalarını mazeret olarak kullanmayı bırakalım. Mahşerde hesap her birimize sorulacak. Önce kendimize bakalım, kendimizi düzeltelim.
Toplumumuzda yine sık sık duyarız: “İnsanlar çok nankör!” Doğrudur. İnsanlar nankördür. Ama sadece birileri değil, bu sözü söyleyen de bu yazıyı yazan da nankörlüğe düşebilir. Çünkü nankörlük nefsten kaynaklanır. Dünyada gördüğümüz her kötülük gibi... O nefs onda da sende de bende de vardır. Sen de nefsini başıboş bırakırsan daha neler yapar!
‘İyilik ettim kötülük buldum’
İnsanların “filancaya iyilik yaptım ama kötülük buldum” demesi de boştur. Çünkü iyilik sadece Allah için yapılır. Kul için yapılmışsa zaten ziyandır. İster onları memnun edelim, ister etmeyelim... Bunu yanlış anlamayalım. Elbette sadaka yardım gibi iyilikler insanlara yapılır. Ama insanlara iyilik yapmak ile onlar “için” iyilik yapmak birbirinden farklıdır. Allah için yapılan hiçbir iyilik ve iş asla kaybolmaz.
Bu hususta şöyle ilginç bir hikâye anlatılır. Devrimizin hattatlarından biri hatlarını para ile satmıyormuş. “Niçin?” diye sormuşlar. O da gördüğü bir rüyayı anlatmış.
Rüyasında kendini Lâle Devri’nde, yani 1700’lerde meşhur Sâdâbâd’da görmüş. Önünde Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, arkada kendisi yürüyorlarmış. Çevrede cennet misali köşkler, havuzlar, lâle bahçeleri, çimenlikler, ağaçlıklar varmış. Tam o esnada meşhur âsi Patrona Halil ve elebaşılık ettiği isyancılar ellerinde meşalelerle gelip köşkleri teker teker ateşe vermeye başlamışlar. Ahşap köşkler cayır cayır yanıyor, bir süre sonra kül olup çöküyormuş. Rasulullah Efendimiz ve hattat uzaktan bu dehşetli manzarayı seyrediyorlarmış. Fakat ilginç olanı, köşklerin birçoğu içinde duvara asılı hat levhalarıyla beraber tümden kül olup çökerken, bazılarında ise köşk yanıp çökse bile içindeki hat levhalarına hiçbir şey olmuyormuş. Hatta bunlar havada asılı kalıyormuş. Hattat, Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme dönmüş ve bu işin hikmetini sormuş. O da buyurmuş ki: “Bu yanmayan hatları yazanlar Allah için yazmışlardır. Allah için yapılan iş zayi olmaz.” Hattat bu rüyadan uyanınca samimiyetine halel gelmesin diye yazdıklarından artık para almamaya karar vermiş.
Peki, bu olaydan ne ibret alalım? Allah için yapılan iyilik kaybolmaz ama kullar için yapılan iyilik kaybolabilir. Peki içimizdeki niyetin gerçekliğini nasıl bileceğiz? Hangi işi yapıyorsak yapalım niyetimizi sahih kılarak, yani samimiyetle, ihlâsla Allah için yaparak ve kullardan teşekkür de takdir de beklemeyerek... Eğer bir işten dolayı bize teşekkür eden olursa o zaman da Hazreti Süleyman aleyhisselam gibi “Muhakkak ki bu Rabbimin cömertliğindendir.” (Neml 40) deyip onu da Hak’tan bilerek...
Liyakat yerine hazırcılık
Başka bir kötü âdetimiz de liyakati, ehliyeti, emeği olmadan hak etmediğini istemektir. Hiçbir vasfı olmayanlar yüksek maaşlı makamlara göz dikerler. Hakkı olmayanı elde etmek için çeşitli yollar kullanırlar. Torpil, rüşvet, yalan, şişirme özgeçmişler, rakiplerini karalama, hatta iftira... Aslında çoğumuzda bitmek bilmeyen bir güç ve makam sevgisi var. Bize göre bir insanın değeri ne ve nasıl olduğunda değil, hangi koltukta oturduğuna bağlı. Bu sebepten başka kılıflara bürünse de maddiyatçılık bizdeki başka bir kötü âdettir. Paralı pullu kadrolar araştırılır, bir kısayol üzerinden o kadrolara kapak atmak için uğraş verilir.
Aynı adam böyle bir çabayı ilim öğrenirken, mesleğini geliştirirken, daha iyi bir insan olmaya çalışırken göstermez. Hak etmediğine ulaşma hırsı yüzünden herkeste bir acelecilik vardır. İşe yeni girmiş genç memur daha birinci gün müdür olmak için kulislere girişir. Tanıdıklarını, tanıdığının tanıdıklarını, hemşerilerini, okuldaşlarını araya koyar. Sonra da toplumdaki adaletsizlikten şikâyet eder.
Bu kötü âdetlere daha birçoğunu ekleyebiliriz. Ama işin özü şu: Şikâyet ettiğimiz şeylerden daha büyük derdimiz, hepimizde görülen şikâyetçilik, bahanecilik, acelecilik ve hak etmediğinin peşinde koşma hastalığıdır. Biz kötü âdetlerimizi terk edip; siyasette, ticarette, evde, sokakta, dükkânda, yolda, okulda, yazmada çizmede Allah ve Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin gösterdiği güzel ahlâkı elde etmedikçe ne derdimiz ne de dertlerden şikâyetimiz biter.