Aramak

KUDÜS İÇİMİZDE

Dünya virüs salgınıyla uğraşırken şer güçler kirli emelleri için planlar yapıp uygulamaktan vazgeçmiş değil. Bir asrı aşkın zamandır kanayan yaralarımız üzerine tuz dökülmeye devam ediliyor. Kendi “iç” gündemimizle körleşmemek, başımızı kaldırıp dünyaya, olan bitenlere bakmak gerekiyor. Özellikle de Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya.

Mescid-i Aksa müslümanlar için utanç tablosu olarak karşımızda duruyor. İsrail’in 1948’de resmen kurulmasıyla birlikte iyiden iyiye işgal edilen Filistin toprakları, bugün artık küçük bir kara parçasından ibaret. Yaşanan mücadeleler maalesef bölgesel çerçevede kaldığından küresel desteğe yaslanan İsrail’i caydırmaktan hayli uzak. Alem-i İslâm’ın ilk kıblesi Mescid-i Aksa’nın avlusu, işte bu nedenle Siyonist postallarının altında eziliyor. Arap dünyasının İsrail’le olan ortaklıklarında gelinen nokta, ıstırabı daha da artırıyor. Bir zamanlar müslümanların sahibi olduğu petrol rezervlerinin üzerine şer güçlerin operasyonlarıyla, Osmanlı’yı söküp atarak konuşlandırılan bedevîlerin torunları, şimdilerde “kardeşleri”nin kanını döken İsrailoğulları’na açıktan destek veriyor.

Vaziyetin yeni bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz. Yakın zamana katliamlara katliamlara yavan cümlelerle tepki veriyormuş gibi görünen Arap Devletleri, yeni nesil yöneticilerin “cüretkâr” çıkışlarıyla İsrail’le ilişkilerini saklama ihtiyacı bile duymuyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump 2018’de yaptığı bir açıklamada, Suudi Arabistan’ın Veliahd Prensi Muhammed bin Selman’dan övgüyle bahsetmiş ve “Orada İsrail’i korumaya yardım edecek başka kimsemiz yok” deyivermişti. Buradaki “kimsemiz” vurgusu, Suudi Arabistan’ın ne denli ABD’ye ait olduğunu gözler önüne seriyor.

Yine geçtiğimiz günlerde Tel Aviv yönetimi ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında imzalanan “The Abraham Accord: İbrahim Antlaşması” ile münasebetlerin normalleşeceği açıklandı. Daha da ilginci, İsrail lütfedercesine Batı Şeria’ya yönelik ilhak planını sadece ertelediğini ve bundan vazgeçmediğini açıkladı. Yani söz konusu mutabakat Filistin meselesine en ufak bir katkı sağlamayacak, aksine hepten açmaza sürükleyecek.

Nasıl kaybettik?

Devlet-i Âliyye’nin 401 yıl boyunca adalet ve merhametle hükmettiği Kudüs, I. Dünya Savaşı sırasında, 1917’de İngilizlerin eline geçti. Fakat güçsüz kalındığı yahut mukavemet edilemeyecek duruma gelindiğinden değil!

Gazeteci ve tarihçi Murat Bardakçı’nın aktardığına göre General Allenby şehre top atışları yapılması talimatını vermişti. Bunun üzerine Mutasarrıf İzzet Bey, Mescid-i Aksa’nın tahrip edilmemesi düşüncesiyle, işgal kuvvetlerine yazdığı mektupta; “Her milletçe mukaddes olan Kudüs-ü Şer’if’te iki günden beri bazı mekânlara obüsler düşmektedir. Hükümet-i Osmaniye tarafından sırf dinî mekânları tahripten korumak için askerleri kasabadan çekilmiş, Kamâme ve Mescid-i Aksa’nın muhafazasına memurlar ikame edilmiştir.” diyerek ricat kararı aldı. Önce Gazze, sonrasında da Suriye’deki mücadele sürerken birdenbire Filistin’in tamamı avucumuzdan çıkıp gitti.

General Allenby, Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Bâb-ı Halil’den yürüyerek şehre girdi. Kapının üzerinde yazan şu ibare, adeta BAE ile İsrail arasındaki antlaşmanın adının neden “İbrahim” olduğu sorusuna cevap teşkil edecek türden: “Lâ ilâhe illâllah, İbrâhim halîlullah: Allah’tan başka ilâh yoktur, İbrahim de onun dostudur.”

Öyle görünüyor ki BAE emiri Bin Zayed, Allenby’nin yarım bıraktığı şeyleri tamamlamayı vazife edinmiş!

Kendimizde kaybettiğimiz savaşı kazanmak

Beytü’l-Mukaddes zarar görmesin diye askerlerini toplayıp geri çekilecek, gözünü kırpmadan canını feda edecek bir neslin torunları olan bizler, o kutsal beldelere her kurşun sıkıldığında, mazlumların üzerine her bomba yağdırıldığında ne yazık ki dişlerimizi sıkmakla yetiniyoruz. Hiç şüphe yok; “post-modern” dünyada oyunu kurallara göre oynamak şart. Tarih, hesapsız atılacak adımların bedelini milyonlarca insanın ödemek zorunda kaldığını öğretiyor. Hal böyleyken elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz? Tabii ki hayır. Türkiye, siyasal anlamda olmasa da dik duruşuyla İslâm toplumlarının liderliği vazifesini yüklenmiş durumda. Batı’nın kuklaları konumundaki sözde müslüman idarecilerin rahatlıkla “ihanet” diye tanımlayabileceğimiz tavırlarına da göğüs gererek, başta Kudüs olmak üzere medeniyetimizin köşe taşları Bağdat’ı, Şam’ı, Kahire’yi, San’a’yı, Semerkand’ı, Mekke ve Medine’yi yeniden ayağa kaldırabiliriz. Müstemlekeci ideolojinin temsilcilerinin kaleminden dökülen senaryoların parçası olarak değil elbette. Peki nasıl? Mazideki kadar güçlü, yekvücut, bir ve beraber olarak... Tefrikaların kaynağına inip fitne ateşini söndürerek ve merhum şairimiz Cahit Zarifoğlu’nun hikmet damlayan ifadesine atfen; “içimizdeki işgal edilmiş Kudüs’ü yeniden fethederek, kendimizde kaybettiğimiz savaşı yine kendimizde kazanarak...”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy