İHYÂU ULÛMI’D-DIN'DEN
Bugün yaşadığımız maddi manevi pek çok sıkıntının altında Kur’an-ı Kerim’le irtibatımızın zayıflaması bulunuyor. Hürmette noksanız, onu doğru anlamaktan ve yaşamaktan uzağız. 11. yüzyılın meşhur sûfî âlimi İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh İhyâu Ulûmi’d-Din adlı eserinde bu konuda önemli uyarılarda bulunmuş ve Kur’an-ı Kerim’le irtibatımızın nasıl olması gerektiği hususunda bize rehberlik etmiştir. Özetle ve kısmî değişiklerlerle dikkatinize sunuyoruz:
- Kelâmın büyüklüğünü ve yüceliğini; Allah Tealâ’nın azametinin arşından halkın anlayacağı dereceye onu indirerek kullarına nasıl büyük bir lütuf ve ihsanda bulunduğunu anlamaktır.
Allah Tealâ’nın insanlara nasıl bir iyilikte bulunduğuna bak ki, zâtıyla kâim bulunan kadîm (ezelî) sıfatı olan kelâmının manasını insanların anlayacağı dereceye indirmiştir. Bu kelâm sıfatı, beşer sıfatı olan harfler ve sesler kisvesi altında insana tecelli etmiştir. Çünkü insan, kendi sıfatlarının aracılığı olmadan Allah Tealâ’nın sıfatlarını anlamaktan acizdir.
Eğer kelâmının yüceliği harflerin kisvesi altında gizlenmeseydi, arş ve yer onu dinlemeye güç yetiremez; nurunun tecellilerinin azametinden arş ile gök arasındaki her şey helâk olup giderdi.
Eğer Allah Tealâ, Hz. Musa aleyhisselama özel bir kuvvet verip yerinde sabit tutmasaydı, yüce kelâmını işitmeye güç yetiremezdi. Nitekim dağ, ilâhî tecellinin ilk anına dayanamamış, yerle bir olmuştur. Allah Tealâ’nın kelâmının azametini, ancak insan aklının anlayacağı misallerle anlamak mümkündür.
Tâzimdir, yani konuşanı yüceltmektir. Kur’an okuyan kimse, okumaya başlarken kalbinde kendisiyle konuşanın (Allah Tealâ’nın) azametini düşünmeli; okuduğu şeyin insan sözü olmadığını ve Allah Tealâ’nın kelâmını okumanın son derece önemli bir iş olduğunu bilmelidir.Allah Tealâ, “Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz (dokunmasın).” (Vâkıa 79) buyurmuştur. Mushaf’ın zâhirî cildinin ve yapraklarının abdestsiz kimsenin dokunmasından korunduğu gibi, manası da izzeti ve celâlinden dolayı ancak her türlü manevi pislikten arınmış, tâzim ve saygı nuruyla aydınlanmış kalbe açılır.
Mushafın cildine her elin dokunması uygun olmadığı gibi, onun harflerini her dilin okuması ve manalarına her kalbin ulaşması da uygun değildir. Bu tâzim ve hürmetten dolayı İkrime radıyallahu anh mushafı açar, “Bu Rabbim’in kelâmıdır, bu Rabbim’in kelâmıdır” diyerek kendinden geçerdi.
Kalp huzuruna sahip olmak ve vesveseyi terk etmektir. Allah Tealâ’nın, “Ey Yahya! Kitaba (Tevrat’a) bütün gücünle sarıl.” (Meryem 12) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Yani bütün ciddiyetinle ve var gücünle ona sarıl.Ona ciddiyetle sarılmak, okurken sadece ona yönelmek ve düşüncesini başka şeylere vermemektir. Âriflerden birine, “Kur’an okuduğunda başka şeyler düşünüyor musun?” diye sorulunca, “Bana Kur’an’dan daha güzel gelen bir şey var mı ki onu düşüneyim!” demiştir. Selef-i sâlihînden bir zât, bir sure okuduğunda kalbi onda değilse onu tekrar okurdu.
Tedebbürdür. Tedebbür kalp huzurunun ötesinde bir şeydir. Çünkü okuyucu, bazen Kur’an’ın dışında bir şey aklına getirmez. Fakat sadece Kur’an’ı kendinden dinlemekle yetinir, manalarını düşünmez. Kur’an’ı hakiki okumaktan maksat, manaları üzerinde derinlemesine düşünmektir. Bunun için “tertîl: yavaş okuyuş” konulmuştur. Zâhirde tertîl üzere okumak, bâtında düşünmeye imkân vermek içindir.Sâlihlerden biri demiştir ki: “Ben okumak için bir sureyi açarım; onda şahit olduğum bazı şeyleri düşünmek beni sabaha kadar meşgul eder.”
Tefehhüm, yani derin anlayıştır. Bu, okuduğu her ayeti layık olduğu şekilde anlamaya çalışmaktır. Çünkü Kur’an, Allah Tealâ’nın sıfatlarını, fiillerini, peygamberlerin hallerini, peygamberleri yalanlayanların âkıbetlerini, onların nasıl helâk edildiğini, ilâhî emirleri, yasakları, cenneti ve cehennemi konu etmekte ve anlatmaktadır. Kişi bu anlayışı elde etmek için gayret etmelidir.Abdullah b. Mesud radıyallahu anh demiştir ki: “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isteyen kimse Kur’an’ı araştırsın.”
Tehallîdir. Yani anlamaya mani olan şeylerden uzaklaşmaktır. Gerçekten insanların çoğu birçok sebeple ve kalplerine şeytanın çektiği perdeler yüzünden Kur’an’ın manalarını anlamaktan engellenmişlerdir ve Kur’an’ın acayip sırları onlara kapalı kalmıştır.Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Eğer şeytanlar insanların kalplerini sarmasalardı, onlar göklerin melekûtuna bakarlardı (göklerin sırlarını seyrederlerdi).” (bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/353; Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 4/190; 5/24). Kur’an’ın manaları, melekûta dahildir. Zâhirî âzaların idrak alanı dışında kalan ve ancak basiretle (kalp gözüyle) görülen bütün şeyler melekût âlemindendir.
Tahsistir. Bu, Kur’an okuyan kimsenin ondaki bütün hitaplardan maksadın kendisi olduğunu kabul etmesidir. Bir emir veya yasaklama işittiğinde muhatabın kendisi olduğunu düşünür. Bir müjde ve azap tehdidi işittiğinde de aynı şekilde bunların kendisine yapıldığını kabul eder. Önceki milletlerin ve peygamberlerin kıssalarını işittiğinde maksadın kıssa anlatmak olmadığını, asıl istenenin ondan ibret almak olduğunu bilir ve onların arasından ihtiyacı olan dersi alır.Kur’an’da anlatılan bütün kıssalar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ve ümmetine bir fayda içindir. Bundan dolayı Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Peygamberlerin haberlerinden anlattığımız bütün haberleri sana kalbini teskin için anlatıyoruz. Bunlarda sana hak, müminlere de bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” (Hûd 120).
Teessürdür. Bu, okuduğu değişik âyetlerin farklı tesirleriyle kalbinin etkilenmesidir. Bundan dolayı ayetin muhtevasına göre kalbinde hüzün, korku, ümit ve bunların dışında değişik bir hal ve vecd oluşur. Kur’an’ı baştan sona inceleyen kimse durumun söylediğimiz gibi olduğunu görür. Bunu anlayan kimse korku ve hüzün haline bürünse yeridir. Bunun için Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Vallahi sabaha çıkan bir kul, bu Kur’an’ı inanarak okuduğunda hüznü artar, sevinmesi azalır. Ağlaması artar, gülmesi azalır. Ahiret işlerine meşguliyeti artar, rahatı ve tembelliği azalır.”Terakkidir. Bundan maksat, kelâmı kendinden değil, Allah Tealâ’dan işitiyormuş derecesine yükselmektir.Hikmet ehlinden biri demiştir ki: “Ben Kur’an okuyordum ama tadını bulamıyordum. Nihayet onu, sanki Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ashabına okuyor, ben de dinliyorum gibi okumaya başlayınca artık tadını ve hazzını buldum. Sonra bir üst makama yükselerek, sanki onu Cebrâil aleyhisselâm, Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme okurken dinliyorum gibi okumaya başladım. Daha sonra Cenab-ı Hak bana bir ileri dereceyi nasip etti. Şimdi onu sanki Yüce Allah’tan işitiyormuş gibi okumaya başladım. Bu durumda öyle bir lezzet ve nimet buldum ki ondan uzak kalmaya sabredemem.”
Teberrîdir. Bununla kastettiğim şey, Kur’an okuyanın kendisinde bir güç ve kuvvet görmekten, nefsine rıza gözüyle bakmaktan ve onu temizlemekten uzaklaşmasıdır.Mesela cenneti vaat eden ve sâlihlerin övüldüğü ayetleri okuyunca nefsini onlar arasında görmemeli; aksine, ona layık olarak yakîn ehlini ve sıddıkları görmeli, kendisini de onlara katması için Allah Tealâ’ya yalvarmalıdır. Gazap ayetlerini, âsilerin ve kullukta kusur edenlerin kötülendiği ayetleri okuyunca nefsini onların içinde görmeli, korkarak muhatabın kendisi olduğunu düşünmelidir. Bunun için Hz. Ömer radıyallahu anh, “Allahım! Zulmüm ve küfrümden dolayı senden affımı isterim.” derdi. Kendisine, “Zulüm tamam, fakat affını istediğin küfür nedir?” diye sorulunca, “Gerçekten insan (nefsine) çok zulmedici ve (Rabb’ine karşı) çok nankördür.” (İbrahim 34) ayetini okumuştur.