Aramak

KURTULUŞ NEREDE?

BAŞYAZI

Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ve Allah ’a iman edersiniz. Eğer ehl-i kitap da iman etselerdi elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan mümin olanlar vardır, en çoğu ise fâsık kimselerdir.” (Âl-i İmrân 110)

Allah Tealâ dünyayı, yeryüzüne halife olarak gönderdiği insana emanet etmiştir. İnsanın kendisini de kendisine emanet etmiştir. İnsan, bu emanetlerin hakkını ifa edip kulluğunu yerine getirmekle sorumludur. Hz. Âdem aleyhisselamdan beri böyledir. Kıyamet kopuncaya kadar da bu hakikat değişmeyecektir.

İnsanlık türlü savaşlar, karışıklıklar, değişimler yaşasa da sırat-ı müstakim tek aydınlık yoldur, şartlar ne olursa olsun kurtuluşu ondadır. Ve bu, değişmeyecek gerçektir.

İnsanların kitlesel gafletine ve sapkınlığına karşı doğru yolu gösterme vazifesi, kalbi iman nuru ile aydınlanmış müminlerin üzerindedir.

Ayet-i kerimenin mealinde “iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma” şeklinde geçen ifadenin aslı “emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker”dir ve farz vazifeler arasında zikredilmiştir. Bu farîzanın nasıl ifa edileceği hususunda âlimlerimizin yazdığı binlerce eser vardır. Hepsinin ortak noktası, mümin yerine ve duruma göre marufu yani doğru ve hak olanı yapma ve yaptırma; münkeri yani kötü ve yanlış olanı engelleme prensibine sahiptir.

Bu vazifeyi ifa etmenin zaman ve zemine göre elbette pek çok farklı usulü vardır. Fakat hiçbir zaman ve zeminde değişmeyecek usul, mümin yaşantısı ve ahlâkı ile marufu yaşatmada, münkeri engellemede bir vasıtadır. Yani varlığı, Din-i Mübin-i İslâm’ın bizatihi tebliğidir.

Hatırlayalım: Son derece çetin şartlar altında mahzun doğmuş bu din, Ashab-ı Kiram efendilerimizin örnek hayatı ve ahlâkı sayesinde gönülleri fethetmiş, kısa sürede üç kıtada neşvü nema bulmuştur. Sonraki nesiller olan Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn devrinde de böyle olmuştur. Devam eden asırlarda da imanı ve İslâm’ı kendi şahsında ispat eden sâlih zâtlar toplumların, büyük coğrafyaların Hak ve hakikatle dirilmesine vesile olmuşlardır.

Diğer taraftan imanın ve İslâm’ın hakikatini anlatan, bu hakikatleri Ashab-ı Kiram efendilerimizin ve selef-i sâlihînin sözü, sohbeti ve ahlâkı ile örnekleyen nice eserler yazılmıştır. Böylece bu müstakim yol kayıt altına alınmış, sonraki zamanların değişken algı ve anlayışlarına karşı korunmuştur.

Dolayısıyla Hak ve hakikati yaşamada ve tebliğ etmede, kötülüklerden uzak durma ve durdurmada asla güçsüz değiliz. İmanın ve İslâm’ın hakikati apaçık ve sabit şekilde ortadadır. Ve bir tek mümin kaldıkça ümit var demektir.

Son iki asırda İslâmî müesseselerin ortadan kaldırılmış ya da müslüman toplumların belli ölçüde dönüştürülmüş olmasına bakıp ümitsizliğe düşmemeliyiz. Evet; en başta Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, aslî kaynaklarımız taze ve berrak, önümüzde duruyor. Bizim kurtuluşumuz bu kaynaklara sımsıkı bağlı kalışımızda.

Ümidimizi bütün canlılığı ile ayakta tutan diğer bir husus, Nebevî izleri adım adım takip ederek insanlığa rehber olan rabbânî âlimlerin her asırda bulunuyor oluşudur. Onları tanımak, sevmek, onlarla tazelenmek istikameti muhafazada ve tebliğ etmede çok büyük bir imkândır.

Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhû hazretlerinin “Bizim yolumuz sohbet/ yakın olma yoludur” buyurması, müminlerin birbirlerinden istifadesine ve sırat-ı müstakim yolunda kardeşlik ve yoldaşlıklarına işaret eder.

Bugün dünyanın olağanüstü cazibesi karşısında yaratılış gayemizi tahakkuk ettirmek, istikametten sapmadan ebediyyet ufkuna yürümek için ihvan olmanın; omuz omuza, diz dize bulunmanın büyük kıymetini idrak etmemiz lazım. Bütün müminlere karşı nezaketimizi, güzel ahlâkımızı, samimiyetimizi kuşanmamız lazım.

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî kuddise sırruhû İhyâu Ulumi’d-Dîn’inde Fahr-i Kainât Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin âdâb-ı muaşeretini anlattığı kısımda şu rivayeti naklediyor:

Muaz b. Cebel radıyallahu anh buyurmuştur ki: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle vasiyet etti:

“Ey Muâz! Sana her zaman Allah’a karşı takva halinde olmayı, doğru sözlülüğü, ahde vefayı, emaneti korumayı, hıyanetten sakınmayı, komşunun hakkını muhafazayı, yetimlere merhametli davranmayı, tatlı konuşmayı, selamı yaymayı, güzel ameli, dünya arzularını azaltmayı, imana sımsıkı sarılmayı, Kur’an-ı Kerim hakkında tefakkuhu, ahiret hayatını sevmeyi, hesap gününden korkmayı, insanlara şefkat kanatlarını sermeyi vasiyet ediyorum.

Hikmet sahibi kimseye dil uzatmaktan, doğru kimseyi yalanlamaktan, isyankâr kimsenin peşinden gitmekten, âdil devlet yöneticisine isyan etmekten ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan seni men ediyorum.

Her ağacın, taşın ve tepenin yanında, her nerede olursan ol, Allah Tealâ’dan sakınmayı, her gizli günahına gizli, açık günahına açıktan tevbe etmeyi vasiyet ediyorum.”

Çok söze hacet yok. Sadece şu nebevî vasiyeti tutabilsek “hayırlı ümmet” vasfımız ortaya çıkacak. Hem kendi istikametimizi bulmuş hem de münkerden alıkoyma, marufa yöneltme vazifemizi ifa etmiş olacağız. Böylece insanlığın yaşadığı büyük krize de hakiki çareyi sunmuş olacağız.

Rabbimizin tevfik ve inayetiyle…

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy