“Görmedin mi Rabbin fil sahiplerini nasıl etti? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar gönderdi. O kuşlar üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” (Fil Suresi)
Geçen ay Fil suresinin ilk iki ayetinin tefsirini vermeye çalışmış, fillerden oluşan ordusuyla Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunun helâk edilişini anlatmıştık. Özetle; bu sure-i celîlede Hak ve hakikate savaş açanların, tuzak kuranların nasıl perişan edildiği gösterilmiş, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem ve inananlar teselli edilmiş, Allah Tealâ’nın kudretine karşı hiçbir imkânın, hile ve tuzağın hükmü olamayacağı anlatılmıştır, demiştik. Bu bölümde sure-i celîlenin 3, 4 ve 5. ayet-i kerimelerinin tefsirini özetlemeye çalışalım.
Ebâbil kuşları
“Onların üstüne ebabil kuşlarını gönderdi”
Göklerde ve yerlerdeki tüm orduların sahibi Allah Tealâ’dır. O kimi zaman bir rüzgârla, bulutla; kimi zaman bir ses, bir çığlıkla; bazen suyla, bazen bir sinekle, bazen de kuşlarıyla yakalayıverir.
Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemiz Fil Ordusu’nu helâk eden ve ayet-i kerimede zikredilen kuşların kırlangıçlara çok benzediğini söylemiştir. Muhammed b. Ka’b rahmetullahi aleyh; “Bu kuşlar, GÖKLERDE VE YERLERDEKİ TÜM ORDULARIN SAHİBİ ALLAH TEALÂ’DIR. O KİMİ ZAMAN BİR RÜZGÂRLA, BULUTLA; KİMİ ZAMAN BİR SES, BİR ÇIĞLIKLA; BAZEN SUYLA, BAZEN BİR SİNEKLE, BAZEN DE KUŞLARIYLA YAKALAYIVERİR. siyah renkte deniz kuşlarıydı”, Ebu’l-Cüz rahmetullahi aleyh de; “Allah Tealâ, kuşları sırf bu iş için o vakit havada yarattı” demişlerdir. Bu kuşların kırmızı ve siyah renkte, yarasaya benzeyen kuşlar olduğu da söylenmiştir. İhtimal ki her gören bu bölük bölük kuşlardan kendi gördüğünü tasvir etmiştir.
“Tayr” uçan kuşlar demektir. Ayet-i celilede “tayran” şeklinde, Arapça kaidelerine göre belirsiz olarak zikredilmiştir. Yani nasıl kuşlar olduklarına dair bir alamet yoktur. Böylece bunların tanınmadık, olağan dışı kuşlar olduğu anlaşılır. Gerçekten bu kuşların o zamana kadar oralarda görülmemiş irili ufaklı, siyah, yeşil, beyaz, sürü sürü garip kuşlar olduğu farklı yollarla rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin dedesi Abdülmuttalib de, “Necd ve Tiham bölgesinde rastlanmayan kuşlar” demiştir.
“Ebâbil” kelimesi için Keşşâf Tefsiri’nde “sürü sürü, bölük bölük” manaları verilir. Kâmus-u Okyanus’ta da aynı tarif yer alır. İbn Cerir et-Taberî rahmetullahi aleyh ise tefsirinde “ebâbil”in “ayrı ayrı, birbiri ardınca çeşitli bölgelerden” demek olduğunu söyler. Bütün izahlar göz önünde bulundurulduğunda mana, “küme küme, çeşitli gruplar halinde, sürü sürü kuş” demek olur. Müfessirler, “ebâbil” kelimesinin kuşların çokluğunu ifade eden bir sıfat veya hal olduğunda hemfikirdir. Bu manadan hareketle bazı âlimler; “Allah’a düşman olanlarla savaşmak için uyulacak kural budur. Gruplar halinde, bölük bölük taarruzda bulunmak gerekir.” demişlerdir.
Kahr-ı ilâhî olarak Fil Ordusu üzerine gönderilen kuşlar, asker bölükleri gibi gruplar halinde Ebrehe’nin askerleri üzerine hücum etmişler, aşağıda özellikleri belirtilen taşları atmışlardır.
Kuşların attığı taşlar
“O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.” Ayet-i celilenin Arapça aslında geçen “siccîl” kelimesi “çok sert” demektir. Müfessir Zemahşerî der ki; “siccîn” kâfirlerin amel defterlerinin adı olduğu gibi, “siccîl” de onların azaplarının yazıldığı defterin özel ismidir. Buna göre mana “düzenlenip belirlenmiş azap kapsamından taşlarla” demek olur.
Şu halde kuşların attığı taşlar, kiremit gibi pişmiş gayet sert, kurşun gibi, dokunduğu yeri delen ufacık taşlardır. Her kuşun ağzında bir, ayağında iki tane mevcut olup kime isabet edeceği üzerlerinde yazılıydı. Dolayısıyla bir tanesi yalnız bir kâfiri helâk eder; neresine isabet etse delip diğer taraftan çıkardı. İsabet alan kâfirler ise derhal ölürdü. Ayet-i kerimede zikredilen taşların mercimekten büyük, nohuttan küçük olduğu söylenilmiştir.
İbn Mes’ud radıyallahu anh demiştir ki: “Kuşlar taşları atınca Yüce Allah’ın gönderdiği bir rüzgâr bu taşların hızını daha da arttırırdı. Birinin üzerine düştü mü o kişi mutlaka helâk olurdu.”
Bazı müfessirler “pişkin tuğladan yapılmış taşlar”ı cehennem ateşinde pişirilmiş, üzerinde sahiplerinin isimleri yazılı çamurdan taşlar, diye açıklamışlardır.
Bu taşların Fil Ordusu’ndaki herkese isabet etmediği, sadece aralarından Allah’ın dilediği kimselere isabet ettiği de belirtilir. Ebrehe ve az sayıdaki asker bu hadisede sağ bırakılmış, Yemen’e geri dönüp gördüklerini haber verdikten sonra helâk olmuşlardır.
Yenilip çiğnenmiş ekinler gibi
Cenâb-ı Hak, sure-i celilenin devamında bu taşların Fil Ordusu’nu ne hale koyduğunu beyan etmek üzere mealen; “Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” buyurmaktadır.
Yani Allah Tealâ’nın evini yıkabileceğine, bir nevi O’nunla savaşabileceğine inanma hadsizliğini gösteren Ebrehe’nin ihtişamlı ordusu, yenmiş çiğnenmiş ekin yapraklarına dönüverdi.
Cenâb-ı Hak, gönderdiği kuşlarla onları kurtçuklar tarafından yenilmiş ekinler gibi delik deşik yaptı. Yahut onları hayvan tarafından yenilerek ağızda çiğnip iyice öğütülmüş posa gibi yaptı.
Bu benzetmeyle Ebrehe ve askerleri hakkında şu üç durum anlatılmış oluyor: Değersizlik, alçalma ve telef olma.
Ayet-i kerimede geçen “asf”, kelimesi helâk edilenlerin haline isim olarak kullanılmıştır. Müfessirler “asf”ın ekin yaprağı demek olduğunu söyleyerek çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:
- Hasattan sonra tarlada kalan, rüzgâr önünde savrulan ve hayvanlar tarafından yenen ekin yaprağı döküntüsü.
- Kırılıp savrulan saman.
- Başak çıkmadan önceki taze yapraklar.
Bunların hepsine “asf” denilebilirse de, Kamus el-Okyanus’ta da zikredildiği üzere asıl manası taze, yeşil ekin yaprağıdır ki, kuruyup kırılınca saman olur.
Bu ayet-i celiledeki bir diğer kelime ise “me’kûl”dür. “Yenmiş şey” demektir. Buna göre mana, “Cenâb-ı Hak onları tanesi yenilmiş, geriye samanı kalmış bir ekin gibi yaptı” demek olur.
Allah Tealâ, karşılarında açıkça karşı koyacak bir kuvvet görmeyen, fillerine ve çokluklarına güvenerek Kâbe’yi yıkacaklarını zanneden istilacı bir orduyu böyle semâvî bir âfetle çiğnenip yenilmiş bir ekin yaprağı gibi ansızın yerlere serip perişan ediverdi. Bunu böyle yapıveren Allah’ın, dilediği zaman onların benzerlerine de böyle akla gelmez, hiç düşünülmeyen belalar, azaplar verebileceğinde asla şüphe yoktur. O kudret sahibi, önceki surede geçtiği üzere “hümeze ve lümeze” güruhunu da tutup cehenneme fırlatıvereceğini beyan buyurmuştu.
İbret ve destek
Bu şaşırtıcı hadise Fil Ordusu için ne kadar feci ve korkunç bir azap ve inananlar için bir hikmet olmuşsa, Mekke ehli hakkında da o nisbette ibret alınması gereken olağanüstü bir nimet ve Allah’ın kudretinin alameti olmuştur. Ayrıca “...evimi (Kâbe’yi) temizle.” (Hacc 26) emri üzere o Beyt’i temizlemek, tevhidi ilan edip yükseltmek için dünyaya gelmek üzere bulunan Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemin doğumuna hazırlık olarak meydana gelmiştir. Onun şanına ve terbiyesine ilâhî yardımı ifade eden Rabbânî bir iş olduğuna tenbih için surenin başında “Görmediniz mi Rabbiniz nasıl yaptı?” buyurulmamış, “..Rabbin...” buyurulmuştur. Bunun neticesi iki sure sonra “Muhakkak ki biz sana Kevser’i verdik.” (Kevser 1) diye özetlenecektir.
Hülasa bu sure, Peygamber aleyhisselâma ikram, müminlere müjde, kâfirleri korkutma ve bilhassa o nimetin kıymetini bilmeyen Kureyş kâfirlerini imtihan ile azarlamadır. Fahreddin Râzî rahmetullahi aleyh der ki:
“Bu fil olayı dinsizlere karşı ciddi, çok mühim bir olaydır. Çünkü bir takım kuşlar gönderilip de onlarla bir kavmi bırakıp diğer bir kavmi taşlattırarak öldürmek tabiat kanunlarından bir şey ile izah edilemez. Ve buna diğer bazı rivayetler gibi zayıftır denilmek de mümkün olamaz. Çünkü Fil Yılı ile Allah Rasulü’nün gönderilmesi arasında geçen müddet kırk küsur seneden ibaret bulunuyor. O bu sureyi okuduğu zaman Mekke’de bu olayı görmüş olan hatırı sayılır bir topluluk, karşısında duruyordu. Eğer Fil Vakası’nın nakli zayıf olsaydı onlar, ‘İşte yalanını yakaladık!’ diye elbette yüzüne çarparlardı. Ama hiçbir şekilde “Hayır, öyle bir şey olmadı, yalan yanlış söylüyorsun!” diye inkâr ve itiraza kalkışan kimse çıkmadı.”
Vahyin doğruluğunun ispatı
Râzî rahmetullahi aleyhin bu hatırlatması pek yerindedir.
- Surenin Mekkî olduğu ve Mekke’de iken düşmanların çokluğu;
- “Kur’an’ı Kerim’i kendi söylüyor da Allah’a iftira ediyor.” diyenler;
- Mecnun, sihirbaz, şair diye atıp tutanlar;
- Geçmiş ümmetlerin kıssaları hakkında “eskilerin masalları” diye alay edenler;
- Efendimiz’le yarışmak isteyen birçok şairin ağzına geleni söylemekte olduğu;
- Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin bunları susturacak maddi bir cebir ve tehdit kuvvetinin bulunmadığı;
- Müminlerin gayet az ve maddi bakımdan mağlup bir halde bulunduğu;
- Kısaca, hücum edebilecekler için yer ve zamanın tamamen uygun olduğu;
- Fakat hiçbirinin bu fil kıssası hakkında bir şey diyemediği hususları göz önüne getirilirse... Bu hadisenin bu surede açıklandığı şekilde cereyan ettiği net, tartışmasız bir gerçek olarak ortaya çıkar.
Özetle; bu sure-i celîle ile Cenâb-ı Hak, Kıblesi Kâbe olan müminlere kıyamete kadar desteğini, kâfirlere de dünya ve ahiret azabını hatırlatmaktadır. Ayrıca bir işaret olarak inananlara her daim bu gündemi taze tutmaları, kıblelerini Kâbe’den ayırmamaları tenbihi vardır.
Kur’an-ı Hakim’in asıl maksadı Fil Vakası hakkında bilgi vermek değildir. Cenâb-ı Hak burada, Mekke müşriklerine bildikleri bir olayın acı sonucunu hatırlatarak İslâm’ın sesini boğmaya çalışmayı, Kur’an’a ve Rasul-i Ekrem’e karşı düşmanca tavırlar sergilemeyi sürdürmeleri halinde kendilerinin de böyle bir cezaya çarptırılabileceklerini ihtar etmektedir.
Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir!
Faydalanılan Kaynaklar (Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; Taberî, Câmiu’l-Beyân; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîrü’l- Kur’an; Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l- İşârât; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Zemahşerî, El-Keşşâf; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an; Kadı Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl; Ebussuûd Efendi, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbî, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri; Diyanet İslam Ansiklopedisi.)