Aramak

Medeniyet mi Dediniz?

“Medeniyet” kavramını bugünkü anlamıyla dilimize ve düşünce dünyamıza kazandıran Tanzimat’ın ünlü sadrazamı ve Batı’nın tutkulu bir hayranı olan Mustafa Reşit Paşa’dır. Muhtemelen İslâmî görünümlü olsun diye “medine” kelimesinden türetilmiştir. Medeniyet kelimesi, Batı’nın gizli veya açık hayranı olan aydınlarımızın da katkılarıyla, “civisilation: uygarlık ve uygarlaştırma” kelimesine karşılık olarak dilimize yerleşmiştir. Elbette Arapça “medenî” kelimesi vardır, fakat “Medineli” ya da geniş anlamıyla şehirli manasındadır, yani medeniyet kavramından farklıdır.

Mustafa Reşit Paşa, Paris’te bulunduğu dönemde Avrupa’nın büyük gelişmişliğinden(!) ilham alarak kullanmış olsa da medeniyet kelimesi, hem Osmanlı münevverleri hem de Cumhuriyet aydınları eliyle geliştirilmiş, düşünce dünyamıza zengin çağrışımlı sihirli bir kavram olarak dâhil edilmiştir. Sonradan İbni Haldun’un ürettiği “umran” kavramının keşfiyle medeniyet ifadesi etrafında dönen tartışmalar, “aslında medeniyet kavramı Batı’dan önce bize aittir” zeminine taşınmıştır.

Burada ilginç olan nokta Batı, civisilation kavramını kendi değerlerine dayanarak kullanır ve pazarlarken, biz bu kavramı daha tanımazdan evvel sahip olduğumuz zenginliği, Batılı muhteva ile açıklamaya kalkmamızdır. Kelimenin yeni kullanılmaya başlandığı dönemin İslâmî duyarlılıklarıyla bildiğimiz düşünür ve ediplerinin bile “Batı’nın iyi yanlarını alalım” gibi, aslında gizli bir eziklik duygusunun eseri olan önerilerini hak vererek okuduk maalesef.

Neye ve kime göre gelişme?

Ancak şu soruyu sormayı akıl edemedik: “Medeniyet kavramının doğrudan atıfta bulunduğu gelişmişlik neye göre, kime göre?” Bilimde teknolojide, siyasette ve askeriyede üstünlük kuran Batı’nın yükselişinin gerçek bir ilerleme olup olmadığını sorgulamadık. Batı’nın bu ilerlemiş görüntüsünün, onlara göre ilkel(!) toprakların zenginliklerinin Batı ülkelerine taşınmasının sonucu olduğunu veya dünyayı daha çok sömürme adına bilimi kullandığını fark edemedik ya da göz ardı ettik.

Bir olguyu tanımlamak için sebeplerini bilmek kadar sonuçlarını da tespit etmek önemlidir. Batı’nın maddî gelişmişliğinin yani kurduğu medeniyetin sonuçlarını bugün acı şekilde hem İslâm dünyası hem Afrika başta olmak üzere bütün dünya yaşıyor. Elbette kendi insanı da. Köleleştirdikleri, zenginliğini sömürdükleri Afrikalılar, geçmişlerinde kurdukları büyük devletleri unutmuş ve kendilerini Batı’nın empoze ettiği üzere ilkel görecek kadar geri bırakılmıştır. Öyle ki adeta katillerine âşık olmuş bîçare gibidirler. İslâm ülkeleri ise Batı’nın gelişmişlik yalanlarına kanıp, Hz. Peygamber s.a.v.’in tohumunu ektiği, erenlerin ve âlimlerin sulayıp büyüttüğü dünya tarihinin tek gerçek medeniyetini terk etmiş görünümdedir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle “güneşi ceketlerinin astarında kaybetmiş”, İslâm ahlâkından uzaklaşarak şahsî ve kavmî hırslarını Batı’nın kullanmasına imkân sağlayarak kendi ölümünü hazırlamış gibidirler.

Batı’nın kendi insanına yaptığı zulme gelince; zalimin zulmü en çok kendinedir. Bugünün Batılısı hızın ve hazzın esaretine tutulmuş durumdadır. Batı dünyayı madden sömürürken, aslında kendi insanın ruhunu da sömürmüştür. Uyuşturucunun, alkolün, her türlü nefsanî hazzın girdabında ruhunu kaybetmiş gençleriyle, olmayan aile kurumuyla kendi kıyametine doğru gitmektedir. Maalesef dünyayı da peşinde sürükleyerek...

İyi teknoloji iyi insanlık

Yukarıda sorduğumuz soruyu tekrar sorarak cevaplayalım: Gelişmişlik kime göre, neye göre? Burada sorun, gelişmişliği neden hep maddî yani teknolojik ya da bilimsel gelişmişlik olarak algılıyoruz? Attan veya deveden inip uçağa biniyor olmak gerçek bir gelişmişlik midir?

İnsanın diğer canlılardan ayıran yönü alet kullanması mıdır sadece? Bu soruya evet cevabını vermek, bir bakıma evrim teorisini onaylamak demektir.

Evet, alet kullanmak ve bu aletleri geliştirmek insanın ayırıcı yönlerinden biridir fakat asıl gelişmişlik ahlâkla ilgilidir. Saygıdeğer olarak yaratılmış insanın hem kendi saygınlığını koruması hem başkalarının saygınlığına hürmet etmesi insanın asıl ayrıdedici vasfıdır. Fakat bu saygınlığın hakkını vermek, ancak Yüce Yaratıcı ile irtibatla mümkündür. Yani yaratılış gayesini idrak etmesiyle, kul olma şuurunu kazanmasıyla, yaratılmış her şeyde Yaratan’ın sanatını ve kudretini görmekle mümkündür ve ahlâkî ilerleme ancak bu zeminde gerçekleşebilir.

Maddi gelişmişlik değil, ancak manevi gelişme yolunda ilerlemek insanı aradığı huzura kavuşturabilir. Batı’nın bu hakikatten nasipsizliği, onun alet geliştirme konusundaki maharetini gerçek bir gelişmişlik yapmıyor. İnsanî özellikleri gelişmemiş insan, kanatlanıp uçsa da, uzayın derinliklerinde koloni kursa da gelişmiş olamaz. Aksine, maddî gelişilik onu vahşileştirir, insanlığın başına bela eder. Nitekim olan da budur. Hatırlayalım; sadece iki dünya savaşında yaklaşık yüz yirmi milyon insan katledildi. Ülkemiz nüfusunun bir buçuk katı olan bu sayının, bütün insanlık tarihi boyunca yapılan bütün savaşlarda ölen insan sayısından hayli fazla olduğu söyleniyor.

Peki, bizim Batı’nın bu sahte gelişmişliği karşısında aciz kalışımız mazur mudur? Elbette hayır. Evvela biz İslâm’ın çalışmak, bilgiye hikmete tâlip olmak ve insanlığa fayda vermek temelli mutlak ilkelerini terk ettik ya da en azından bu konuda gaflete düştük diyelim. Bu durumumuzu fark ettikten sonra eziklikle yönümüzü bütün değerlerimize zıt olan Batı’ya dönmemiz ne kadar yanlışsa, bazılarının iddia ettiği gibi sorunu İslâm’da görmek de külliyen yanlıştır. Hatırlayalım, bugünkü bilim ve teknolojinin temelini oluşturan matematik bizim elimizde bir “bilim” oldu. Ebu Ca’fer Muhammed el-Hârizmî, bugün bilgisayardan telefonlara, uzay araçlarına kadar her teknolojide kullanılan algoritmanın babasıdır. Hatta algoritma adı el-Hârizmî (Batılı yazılışla al-Khwarizmi)’den gelir. Tıpta, astronomide, kimyada, mühendislikte de durum farklı değil. Sorun şu ki biz bıraktık, başkaları aldı ve kullandı.

Gerçek medeniyet

İslâm ve onun hayat nizamı; dünya ve ahiret inancıyla, ebediyete dönük hayat anlayışıyla, kul hakkı eksenli insan ilişkileri ve iktisat nizamıyla Batı’ya karşı bir alternatif değildir. Hakkın, hayrın, huzurun ta kendisidir. İlk insandan bu yana mutlak hakikattir. Tamamlanmış, insan tabiatına göre Cenab-ı Hak tarafından tasarlanmış hayat nizamıdır.

Peki, ne yapmalı? Kendimize gelmeli, yeniden kendimiz olmalıyız. Kalpler değişir; değişim kalbin tabiatında vardır. Kalp değişince insan değişir. Düşünceleri, ahlâkı, davranışları değişir. İnsan değişince toplum değişir; ailesi, arkadaşları, etrafı ve muhiti değişir. Toplum değişince zaman değişir, çağ değişir. Bir çağı diğerinden farklı yapan; kalplerin, inançların, düşüncelerin dolayısıyla insanın değişmesidir aslında. Tarih, bu değişimlerin kronolojisidir bir yerde.

Biz değişime tâlip olmalıyız. Fakat her değişimin “gelişim” olmadığını bilerek. Biz başkalarının rüzgârına ya da peşin kârlara yelken açmak yerine kendimize, yani kendi imanımıza, Kitabımız’a, ahlâkımıza değiştiğimiz zaman önce kendi dünyamız, sonra bütün dünya değişecek. Unutmayalım, bugün medeniyeti kendileri zannedenler, daha iki yüz yıl önce tarihin merkezine bizi koyuyor, kendilerini dışarıda görüyorlarlardı.

Hız ve hazları ile köleleşmeye başlamış insanlığı sahte medeniyet algısından kurtarıp gerçek gelişmişliğe erdirecek olan sistem ancak nice örnekleriyle yaşanmış İslâm’dır. İslâm’ın terbiye metotlarıyla sistemleşmiş tasavvuftan insanlığın öğreneceği çok şey vardır. İslâm’da ümitsizlik yoktur; İslâm varsa ümit vardır.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy