Aramak

Medeniyet Nedir?

“Medeniyet” her ne kadar soyut bir kavram olsa da anlaşılması zor değil. Yapılan pek çok tarifin ortak noktasını şöyle özetlemek mümkün: Medeniyet, ayakkabıdan bina mimarîsine kadar yansıyan, büyük coğrafyalarda ve uzun zaman dilimlerinde istikrarlı bir şekilde kendini gösteren ortak zevk, duygu, bilgi, düşünce ve davranış tarzıdır.

Medeniyetlerin merkezî bir dini, dili, şehri olsa da içinde büyük çeşitlilikler barındırır. İnsan hayatına kanun zoruyla veya fermanlarla müdahale etmeyen, ama o medeniyet havzasındaki her bir kişinin günlük hayatını şekillendiren büyük, genel bir ortamdır.

Medeniyet kavramını anlamak için “teknik” sayılabilecek bazı bilgiler verelim, sonra bizim medeniyet telakkimize değinelim.

Bölge, dönem, kültürler

Medeniyetlerin içinde bölgesel ve dönemsel kültürler, onların da içinde şehirli ve taşra kültürleri yer alır. Bu açıdan bakılırsa İslâm medeniyetinin evrensel coğrafyasına nazaran Osmanlı kültürü, Endülüs kültürü, Orta Asya kültürü “bölgesel kültür” olarak tanımlanabilir. Aynı şekilde zaman boyutuna bakıldığında da İslâm medeniyetinin mesela 13. asır veya Tanzimat dönemi “dönemsel kültür” olarak adlandırılabilir. Zaman ve mekân anlamındaki uzun ömre sahip olan Osmanlı, Endülüs, Orta Asya gibi İslâm medeniyeti dallarının her birine ayrıca “medeniyet” ismi verilebilir. O zaman da alt birimler olarak yerel, bölgesel, zamansal kültürleri saymak gerekir. Meselâ “Osmanlı Medeniyeti” çerçevesinde de Rumeli, Anadolu, Mağrib, Kafkas gibi kültürlerden bahsedebiliriz. Zaman boyutunda ise Osmanlı medeniyetinin kuruluş dönemi, 16. asır, yıkılma dönemi gibi alt başlıklarını görebiliriz.

Bölgesel ve dönemsel kültürler bir medeniyetin inanç, ilke ve değerlerini yansıtır. Fakat aynı zamanda mekân ve zaman olarak kendi biricikliğini de muhafaza eder. Bu zaman ve mekân anlamındaki bölümlemeyi her medeniyet için yapabiliriz. Bugün de Batı medeniyetini genel bir şemsiye olarak kabul edersek, içinde Latin, Kuzey Avrupa, Kuzey Amerika, vb. kültürlerinden bahsedebiliriz. Bunlar kendi aralarında mimarîden müziğe, yemek adetlerinden siyasete kadar farklılıklar içerir. Ama hepsinin yaslandığı medeniyet özü aynıdır.

Mesela Alman mimarîsi kendi özgünlüğünün yanında Batı medeniyeti mimarîsinin esaslarını yansıtan bir parçasıdır. Aynı şekilde dönemsel olarak da Gotik, Rönesans, Barok gibi dönemsel kültürlerden bahsedebiliriz. Bütün bu dönemlerde geniş bir coğrafyada aynı köke dayanan, fakat o devre mahsus yaşayış, hissediş, düşünüş hususiyetleri taşıyan onlarca farklı kültürden bahsedilebilir.

Medeniyet ve şehir irtibatı

Medeniyetlerin her alandaki standardını belirleyen bir referans şehir vardır. O da genellikle imparatorluk başkentidir. Osmanlı’da bu şehir İstanbul’dur. Osmanlı medeniyetinin sanatlarda, zanaatlarda, tefekkürde, siyasette, üretimde, âdâb-ı muaşerette en rafine örnekleri bu şehirde görülür. Osmanlı’nın Saraybosna’dan Medine’ye, Urfa’dan Marakeş’e kadar en kabiliyetli şairleri, yazarları, âlimleri, zanaatkârları İstanbul’a gelmek isterler.

Evet; medeniyetin bir özelliği de ulus kültürün aksine, yerelin özerkliğini ve şahsiyetini koruyabilmesidir. Her medeniyetin içinde böyle çok sayıda bölgesel merkez vardır. Mesela Osmanlı medeniyetinin merkezi İstanbul ise, bölgesel merkezlerden bazıları Bursa, Edirne, Konya, Halep, Saraybosna, Bahçesaray, Erzurum, Van, Tebriz, Üsküp, Kahire, Şam, Bağdat, Medine gibi şehirlerdir. Merkez şehirde harmanlanan standartlar kendi yerel kültürlerini merkez şehrin standardında tekrar sentezlerler. Böylece medeniyet en eskiden en yeniye, en yerelden en evrensele kadar büyük bir hayat alanı sunar.

Diğer taraftan “medeniyet” kavramı “medîne”den türetilmiştir. Asıl anlamı “şehirlilik” idi. Bu sebeple kibarlık, nezaket, hak hukuk bilme, edeb gibi çağrışımları vardı. Çünkü şehirli olmak biraz da bu vasıflara sahip olmak demektir. Toplumlar değil, tek tek fertler “medenî” olarak nitelendirilirdi. Fakat Batı’yı üstün, kendimizi aşağı görme maceramızın milâdı olan Tanzimat ile beraber bu kavramın manası de-ğişti. Fransızca “civilisation” kelimesinin karşılığı olarak benimsendi. Bu kavram da Latince “civitas”, yani “şehir” kelimesinden geliyor. O da önce kişiler, sonra toplumlar için kullanıldı. Aynı kökten gelen “civility” kelimesi vardır ki “kibarlık, nezaket” demektir. İlginçtir, eski Yunanca “şehir” kelimesinin karşılığı “polis”tir. “Politika” bu kelimeden gelir. Kibarlık, nezaket anlamında İngilizce “politeness” kelimesi de aynı kökten türemiştir.

Her hâlükârda medeniyetin temel birimi şehirdir. Köy, kasaba, kır değildir. Fakat medeniyet hem şehri, hem kırı kapsar. Buradaki ayrım “yön”dür. Medeniyet şehirden taşraya doğru yayılır. Şehir esastır, çünkü medeniyet birbirine benzemeyenlerin paylaştığı ortak ilkeler, değerler ve tarzlardır. Ayrı dinlerden, dillerden, coğrafyalardan, kökenlerden gelenlerin ortak paydasıdır.

Kısacası, benzemezlerin uyumu şehirde gerçekleşir. Şehir kozmopolittir. Köy ve kır ise benzerlerin yeridir. Benzemezler arasında hukuk, benzerler arasında ise töre esastır. Onun için medeniyetlerin ayırdedici bir özelliği de sadece güç yapılarını değil, hukuk sistemlerini de inşa etmeleridir. Bu ilişki Latince üç kavram ile anlatılır: “Rex, lex, pax.” Yani güç, hukuk, medeniyet...

Medeniyetin dili

Şehir benzemezlerin birbiriyle karşılaşıp sentez yaptığı yerdir. Şehirde her an karşılaşılan yeni bir insan, yeni bir güzellik veya değer, şehri sürekli bir sentez laboratuvarı haline getirir. Zaten medeniyet olmak için “açık” olmak gerekir; saf kalmak değil, karışmak gerekir. O yüzden medeniyet merkezlerinde melez ırklar, diller, müzikler, mimarîler, şiirler olur. Şehir açık mekândır. Köy ise kapalıdır. İstikrar namına benzerliğin, sabitliğin, belirginliğin mekânıdır. Orada sentez değil aynîlik esastır.

Medeniyetler birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılır ama aynı zamanda alıp verdikleri çok şey vardır. Nasıl çok farklı fikirlerden, söylemden insanlar birbirlerinden bir şeyler alıp veriyorsa, medeniyetler de öyledir. Ama aldıklarını kendi kaplarında harmanlarlar, kendi renklerini verirler.

Medeniyet dilleri buna güzel bir örnektir. Arapça İslâm medeniyetinin ortak dilidir, zira Kur’an-ı Hakîm’in dilidir. Klasik Türkçe’de olduğu gibi pek çok müslüman toplumun dilinde Arapça kökenli kelimelerin çok olmasının sebebi budur. İngilizce ve Fransızca’nın kelime varlığının sadece yüzde onu öz dillerinden gelir, geri kalanı ise başka dillerden alınıp sentezlenen kelimelerdir. Her iki dilde de Latince kökenli kelime çoktur. Çünkü İncil’in Avrupa’ya aktarıldığı dil Latince’dir. Aynı sentezlemeyi mimarîden eğitime kadar her alanda, her medeniyette görebiliriz.

Ulus devlet mi imparatorluk mu?

Medeniyetler ömürleri uzun olduğu, yani “umran” oldukları için güçlü görülürler. Batı, dünyada sanki tek medeniyet, tek devlet tipi, tek düşünce sistemiymiş gibi bir kibre saplanmıştır. Bu propagandayı son üç asırdır yapıyor. Hâlâ da öyle... Bilgi ve teknoloji denildiğinde de üniversiteleri, araştırmacıları ve düşünürleri besleyen kaynakların, asıl devlet olan aristokrasi ve finans koalisyonu olduğu görülür. Buna rağmen Batı; sömürgeciliğinden, vahşi yayılmacılığından, köleciliğinden bahsetmeden en yüksek medenî standartlara ulaştığını ilan ediyor.

Ama bundan daha vahim olanı, özellikle Batı’ya varoluşsal anlamda tek alternatif olan müslümanlar, Batı davulunu onlardan daha kuvvetli çalıyorlar. Osmanlı’nın son asrı sürekli kendi değerlerini, eserlerini, ilkelerini aşağılayıp Batı’yı alkışlamakla geçti. Üstelik bir de tevhidin kavram ve kurumlarını Batılı kavramlara ve kurumlara eşitlemeye çalıştılar. Bu, Cumhuriyet döneminde resmîleşti ve neredeyse hayat tarzı haline geldi. Başta eğitim sistemi olmak üzere pek çok alanda gençlere bu aşağılık kompleksini aşıladılar.

Medeniyet ve bilim ilişkisi

Bizde bilgi, teknoloji ve servete vurgu daha fazladır. Çünkü bunlar güç olarak görülen şeylerdir. 1970’lerden beri kendi kibrinden şüpheye düşen Batı’yı hâlâ biz yüceltiyoruz. Bu da bizim güç ile olan, varlık ve madde ile olan çarpık ilişkimizin yansıdığı bir konu.

Mesela “teknoloji” deyince aklımıza hemen akıllı telefonlar, roketler, uçaklar geliyor. Ama kuş evini, sadaka taşını, leylekleri tedavi etmek için 19. asırda Bursa’da kurulmuş hastaneyi bir teknoloji olarak saymayız. Süleymaniye’yi “medeniyetimiz duygu medeniyetidir, işte müthiş bir sanat eseri” diyerek gösteririz. Ama o caminin onlarca bilim olmadan yapılamayacağını görmezden geliriz.

Değeri olmak ayrı, abartmak ayrıdır. Batı’nın bilimi ve teknolojisinin değeri vardır ama o kadar da değil. Çünkü bir şeyin değeri Allah Tealâ’nın katındaki değeridir. Niyet, yöntem ve hedefiyle ilişkilidir. Batı’nın üçünde de ölçüsü Hak değildir. Dayandığı temel ilke çıkardır. Bu yüzden doğruya değil yanlışa, barışa değil yıkıma, adalete değil soyguna çalışır.

Medeniyet ve biz

Dünya tarihinde çok medeniyet vardır. Fakat onlarca, yüzlerce medeniyet yoktur. Zira büyük coğrafyalara, geniş insan topluluklarına asırlar boyunca istikrarlı bir şekilde mührünü vurabilecek bir inanç, düşünce ve hayat tarzı geliştirmek çok zordur.

Medeniyetler kanun ile kurulmaz. Devlet gücüyle insanlara ortak bir renk verilemez. Her medeniyet kendine özgüdür. Zirve çağında, insanların kendilerini içinde hissetmek istedikleri bir cazibe merkezidir medeniyet. O yüzden büyük göçler

medine merkezlerine doğru olur. Çünkü insanlar daha iyisine ve güzeline cezbolurlar. Bunları bulabilecekleri yerler, “referans şehir” başta olmak üzere medeniyet merkezi olan şehirlerdir. Karışıklığı kötü gören ulus devletin aksine, türlü milletlerin varlığını devam ettirmesi bir zenginlik ve dev bir insanlık başarısıdır.

Medeniyetin kabı geniş, kültürün kabı ise küçüktür. Herkesi, her şeyi içine alamaz. Millî dil, millî siyaset, millî kültür, millî coğrafya söylemi aslında milleti de daha alt birimlerine doğru böler. Etnik kimlik, bölgesellik, bireycilik, kimlik siyaseti gibi hastalıklara yol verir.

Medeniyetin siyaset yani güç ile “düzen” oluşturması bakımından temel bir ilişkisi var. Ama Batı, dünyada sanki tek medeniyet, tek devlet tipi, tek düşünce sistemiymiş gibi bir kibre saplanmıştır. Bu propagandayı son üç asırdır yapıyor.

Coronavirüs Dünyanın Sonunu Getirir mi?

Dünya büyük salgınlarla da yeni tanışmadı. Tarihin her döneminde toplu ölümlere neden olan ve çaresi uzun süre bulunamayan hastalıklarla mücadele etti. Ortaçağ’da tedavi yönlerinin yeterince gelişmemiş olması sebebiyle yüzbinlerce insan hayatını kaybediyordu. Zaman içerisinde tıptaki gelişmeler ölüm oranlarını azaltsa da, yeni hastalıklar ortaya çıkınca yeni kayıplar da izledi.

19. yüzyılda Osmanlı topraklarında da yedi büyük salgın yaşandı. Bunların en önemlilerinden biri Avrupa’yı da kasıp kavuran kolera salgınıydı. 1893’te İstanbul’da tam 2683 vaka zuhur etti. Sekiz ay sürdü ve 1537 kişi vefat etti. I. Dünya Savaşı sırasında yayılan İspanyol gribinden 100 milyon civarında insanın öldüğü ifade ediliyor. Bu rakam o dönem dünya nüfusunun neredeyse yüzde otuzuna tekabül ediyordu. Dönemin İspanya Kralı 13. Alfonso’nun da hastalığa yakalandığı biliniyor. Hatta meşhur Alman Sosyolog Max Weber’in ölüm nedeni de İspanyol gribiydi!

Öyle ki kimi uzmanlar, gribin savaşın bitmesinde önemli bir tesirinin olduğunu söylüyorlar.

Yakın geçmişimizde de farklı toplumlarda kendini gösteren Sars, Ebola, Kuş Gribi, Domuz Gribi gibi illetler de yer küreyi önemli ölçüde etkilemişti. Bugün de Çin’in Wuihan kentinden çıkan ve etrafımızı çepeçevre saran Coronavirüs’le karşı karşıyayız. Hastalığın biyolojik silah olabileceği üzerinde duruluyor. Dahası, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin fırsattan istifade planına ve katil Esed’in salvolarına rağmen üstelikte.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy