Çok değil, 150 yıl önce Avrupa’nın başkentlerinde köleler dışında tek bir müslüman bulunmazken, Devlet-i Âliyye’de 550 yıl evvelinde bile her dine mensup, her dili konuşan, her kültüre göre yaşayan insanlar özgürce barınabiliyordu.
Türkiye, Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmelerin ardından Trablus’ta kurulan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile protokol imzalayarak İsrail ve müttefiklerinin oluşturmak istedikleri planları yerle bir etmiş oldu. Libya, yaklaşık yüz yıl önce sınırlarımız içerisinde bulunan bir bölge. Halkı müslüman.
İslâm ordularının 640’lı yıllarda başlayan ve yoğun mücadeleleri sonrasında 707’de tam olarak fethedilen bu topraklar, 1510’da İspanyollarca işgal altına alındı. Devlet-i Âliyye, müslümanları Haçlı zulmünden kurtarmak üzere Hadım Murad Ağa ve Turgut Reis gibi isimleri görevlendirerek Trablusgarp’tan Fizan’a kadarki bölgeyi kurtardı. O günden 20. yüzyılın başlarına Osmanlı hakimiyetinde kalan Libya, Tunus, Cezayir gibi ülkeler, I. Cihan Harbi’nin ardından İtalyanlar ve Fransızlar tarafından yıllarca vahşete tâbi tutulduktan sonra bağımsızlıklarına kavuştular.
Yaklaşık dört asır Osmanlı idaresindeki Libya’da, Tunus’ta, Cezayir’de yahut yüzlerce yıl Osmanlı hududu içerisinde varlıklarını sürdüren onlarca devlette bugün Türkçe konuşulmamasının sebebi ne olabilir? Buna karşılık Afrika’yı kan ve gözyaşıyla sulayan Batılı devletlerin dillerinin, inançlarının kıtadaki egemenliğini ve bunun oldukça tabii karşılanmasını nasıl açıklayabiliriz? Ya da Osmanlı’nın gözü gibi baktığı Arap Yarımadası’ndaki irili ufaklı sözde bağımsız ülkelerin yöneticilerinin nefret söylemlerinin izahı nedir?
Bu soruların cevapları kuşkusuz, tarihe kendi ideoloji penceresinden bakan herkes için farklı. Fakat hakkaniyet ölçüsü, bize “imparatorluk” olarak tanımlanan Osmanlı’nın, Batı’nın yaklaşımına, hatta imparatorluk tanımına taban tabana zıt bir siyaset benimsediğini söylüyor.
İmparatorluk “emperyalist” olmak zorunda mı?
Her şeyden önce şu gerçeğin altını çizelim: Osmanlı bir İslâm devletiydi. Ve bağlı olduğu kurallar mucibince girdiği hiçbir ülkeye dinini, dilini, kültürünü dayatmadı. Çok değil, 150 yıl önce Avrupa’nın başkentlerinde köleler dışında tek bir müslüman bulunmazken, Devlet-i Âliyye’de 550 yıl evvelinde bile her dine mensup, her dili konuşan, her kültüre göre yaşayan insanlar özgürce barınabiliyordu.
Balkanlar’dan Anadolu’ya, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya üç kıtada yedi iklimde adaleti tesis eden Osmanlı, çeşitli etnik kökene ve inanca sahip, her biri ayrı dili konuşan kitleleri bünyesine toplama anlamında, evet, imparatorluktu. Fakat kelimenin içinde var olan emperyalizmle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Yani hükmettiği toplumların dinini, dilini, kültürünü yok eden, kaynaklarını sömüren Batılı imparatorluklardan çok farklıydı. Bunu da hiç şüphesiz tâbi olduğu İslâm hukuku sağlıyordu.
Sanayileşme döneminin başlamasıyla literatüre giren emperyalizm; Batı’ya mahsus, İslâm’la bağdaşmayan, yalnızca kaynakları değil insanları her şeyiyle sömürmek üzere inşa olunmuş bir siyaset şekli. Bu durumda “adalet ve vicdan” gibi kavramları merkeze alarak kök salan, yeşeren ve meyve veren “Osmanlı” ismini, emperyalizmle yan yana getirme gayreti ancak art niyet olarak yorumlanabilir.
Sokak hayvanlarını bile düşünen, kedi hastaneleri kuran, camilere onlar için suluklar yerleştiren, göç mevsimi geldiğinde yarası nedeniyle sürüden ayrı düşen leylekler için dünyanın ilk hayvan hastanesini kuran bir medeniyetle; 1800’lerin sonlarına doğru Kongo’da yeterli miktarda kauçuk toplayamayan Afrikalı küçük çocukların elini ayağını keserek babasının önüne atan barbarlığı aynı kefeye koymak akıllara ziyan bir iş olsa gerek. Bahsettiğimiz bu örnekler ve benzerleri münferit vakalar değil. İki farklı dünyanın iki zıt ruhunu yansıtan yaygın uygulamalar.
Hâlâ yaşayan miras
Osmanlı bünyesinden adeta sezaryenle çıkartılan irili ufaklı pek çok devletin kukla yöneticileri, bugün onun hakkında ileri geri konuşma cüretini gösterse de, halklar nezdinde vaziyetin böyle olmadığı söylemeliyiz. Tebası olmamış, ancak himmetine mazhar olmuş bazı toplumlar bile Devlet-i Âliyye’yi özlemle anıyor. Sözüm ona medenî Avrupa’nın yerle bir ettiği Afrika’da Osmanlı denilince yaşlıların gözleri doluyor, arka sokaklarda Batı’nın mahkûm ettiği maddi manevi sefaleti yaşamaya icbar edilen çocuklar bile Osmanlı torunu olduğunu bildikleri Türkiye’ye “Sizi bekliyoruz” diyor.
Şayet böyle olmasaydı; Osmanlı fetih yerine işgal politikası uygulamasaydı, hükmü altına aldığı toprakları tıpkı Fransa’nın, Belçika’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın yaptığı gibi sömürmeye kalksaydı yahut Moğollar gibi yaka yıka kıyım yapsaydı ne olurdu? Ne altı küsur asır varlık gösterebilir ne de mazlumlar tarafından hasretle anılırdı. Daha da kötüsü, bugün maşa olarak kullanılan terör örgütleri bahanesiyle İslâm’a yöneltilen nefret söylemi için kullanışlı dayanak noktalarından biri olurdu. “Siz geçmişte de ezdiniz, sömürdünüz, zulmettiniz!” denilirdi. Denilemiyor.
Öyle bir iz bıraktı ki Devlet-i Âliyye, belki de içerideki ve dışarıdaki bunca düşmanlığın sebebi, mazinin o şaheser tablosunu gözden düşürmek, bâtıl karşısında hakkın yeniden ihya ve ikâmesi için onun örnekliğini yok etmek. Ama unutmayalım, hakikatin ışığını perdelemeye hiç bir düzmece hikâyenin gücü yetmez.