Ayasofya açıldı. Yeniden. İlk fethinden 567 sene sonra, 86 senelik bir fetretin ardından yeniden fetholdu. Mübarek olsun. Daha nice fetihlerin müjdecisi olsun.
Bu kutlu mabedin hikâyesi, hatırası, müjdelenmiş fethin sembolü oluşu üzerine söylenmemiş tek kelime yok muhtemelen. Fakat yeni nesillerin pek aşina olmadığı, belki bu yüzden pek dile gelmeyen başka bir hikâye var.
Ayasofya’nın büyük İslâm tarihinin derinliği içinde oturduğu müstesna yerin tartışmaya açık bir tarafı yok. Fakat bu yer sadece uzak geçmişle ilgili değil; yakın tarihimizin içimizde biriktirdiği acı ve hüzünle de ilgili. Onun hikâyesi aslında bizim bu topraklardaki hâlâ devam eden hikâyemiz.
Düşünün ki, son bir buçuk asırda nice savaşların ardından bitap düşmüşken, tam yeniden toparlandık, dirildik ve ayağa kalktık derken hiç beklenmedik bir yerden itiliverdik.
Bizi biz yapan ne varsa; kılık kıyafetimize, yazımıza, dilimize, kitaplarımıza, mukaddesatımıza, medresesiyle vakıflarıyla kurumlarımıza tasallut edildi. Aynaya bakınca kendimizi tanıyamaz olduk.
Kur’an’ımızdan, ezanımızdan, namazımızdan kopartılmaya çalışıldık; âlimlerimiz bin türlü cevrü cefaya maruz kaldı, nicesi şehit edildi.
Dördümüz zikrullah için toplansak beşinciyi kapıya nöbetçi koymak mecburiyetinde bırakıldık. İzbelerde çocuklarımıza Kelamullah öğretmek istediğimizde yol üzerine, ağaç tepelerine gözcüler koydurulduk.
Okul sıraları türlü yalanlarla nesillerimizi bizden çalmanın tezgâhı haline getirildi. Tarihimize, örfümüze âdetimize, değerlerimize küfredildi. Tesettürümüz, takkemiz, sakalımız “örümcek kafalılıkla” aşağılandı.
Devletten, yani devletimizden, kamudan, kamusal alandan kovulduk.
İşte bütün bu hikâyeyi temsil edecek bir tek yapı varsa işte Ayasofya’dır. O da bizim gibi ceseden ayakta ama kimliği dönüştürülmüş, içi boşaltılmış, kendine yabancılaştırılmış, mahzun ve mütevekkil bir beden olarak orada duruyordu.
Bizim gibi kışın ardından baharı, içine kapanmışlığın ardından bahar çiçekleri gibi açılmayı, eski ihtişamlı günleri bekliyordu. Müzelik olmaktan çıkmayı, hayata dönmeyi istiyordu.
İşte bizim Ayasofya’ya bakışımız aslında kendi hikâyemize bakıştır. Bizi bilmeyenler bunu anlayamaz. Biz Ayasofya’da sadece tarihî bir hatırayı değil, kendimizi ihya ediyoruz. Müzelik olmadığımızı, yaşadığımızı, yine tarih yazabileceğimizi dosta düşmana göstermek istiyoruz.
Bilmiyorum anlayabilirler mi; Ayasofya biz, biz Ayasofya’yız.
Eylül sayımızda buluşmak üzere inşallah…