Aramak

MEVLÜT

Gasilhanenin önünde oturmuş insanları seyrederken “onu da kömeceez,” diyen sese döndüm. Islak, yeşil gözleriyle gülümseyen bir mongoldu bu.

“Kimi?”

Kimden bahsettiğini biliyordum aslında. Üstümüzdeki havalandırma penceresinden mevtanın yıkandığını duyabiliyorduk. Ama sevimli bulduğum için konuşturmak istemiştim biraz.

“Onu işte,” dedi, bir sırrı ifşa eder gibi arkasındaki duvarı gizlice gösterirken.

“Sen de mi kömücüsün yoksa?”

Korkmuş numarası yapıp gözlerimi kocaman kocaman açmıştım.

“Yok. Ben su dökücüyüm.”

Elini göğsüne vururken gururla söylemişti mesleğini.

“İşler iyi gidiyor mu bari?”

Bıyık altından güldüğümü fark etmemiş, ciddi ciddi anlatmaya başlamıştı;

“Dün iyiydi. Öğlen bi dene getirdiler. Tolu kibi adam yağdı buraya. Büyük adamdır, yoluna bak, dedi kazıcılar. Ama mezarı aynı boy kazdılar. Kömdük. Çok su döktürdü misafirler. Çok para verdiler. İkindin belediye şoförü de bi dene bıraktı. Kazıcılar, hoca, bekçi kömdü. Ben su döktüm. Beleş. Olsun. Sevabına, dedi hoca.”

İşini öyle önemsiyordu ki alay etme isteğim sönmüş, ister istemez ciddiye almıştım onu. Ama yine de ‘siz’ demek gelmiyordu içimden.

“Adın ne senin?”

“Mevlüt. Anam, Peygamberimiz’le aynı gün doğurmuş beni.”

Elimi, omuzunun üstünde parlayan güneşe siper edip dikkatle baktım. Yer yer kırlaşmış kızıl saçıyla kirli sakalının çevrelediği yüzü gülümseyen bir portakalı anımsatıyordu. Neşesi bana da bulaştı. Gülümsedim. Bundan cesaret almış olmalı ki anlatmaya devam etti.

Kardeşi yokmuş. Babası tır şoförüymüş. O küçükken bir yurt dışı seferinden dönmemiş. Anası, gelecek diye avutmaya çalıştıysa da sokaktaki çocuklar, “Sen delisin diye terk etti baban sizi” demişler. Küsüp mezarlığa kaçmış bu yüzden.

Anası ırgatlığa gidemiyormuş artık. Eve götürdüğü paraya bir ihtiyaç duyanın olması, onu olgunlaşmaya zorlasa da başlangıçtaki tavırları gitmiş, kendinden bahsederken çocuksu bir hal almıştı. Ben de söyletiyordum bu boşlukta.

“İş hayatının dışında ne yapıyorsun? Yok mu âşık olduğun biri?”

Utanıp başını eğdi. “Var,” dedi belli belirsiz. Ardından heyecanla, “Babamı beklerim sabahları şu tepede.” Mezarlığın arkasını gösteriyordu. “Ordaki büyük yoldan gelecekmiş. Anam dedi. Görünce koşup haber edecem ona.”

Çevredeki kadınlar ağlamaya başladı birden. Cenaze getiriliyordu. Kalkıp musalla taşına doğru seğirttim. Bir an Mevlüt de davrandı yanımda yürümeye. Anlatacakları bitmemişti belli ki. Sırtımda gözlerini hissettim ama cesaret vermekten korkarak dönüp bakmadım. Böyle biriyle yürürken görülmek istemedim.

Arkadaşın babasını defnetmeye gitmedim namazdan sonra. Karakola döndüm. Ertesi sabah iş çıkışı kendime söylediğim, “Burası kestirme,” yalanıyla mezarlığın içinden geçtim. Eve gidiyordum. Mevlüt’e bakınmıyordum güya. Vicdan? Tabii ki yapmamıştım. Belki görürsem biraz takılırdım ona, kırıldıysa gönlünü alırdım böylece. O kadar.

Sonraki sabahlarda da rastlamadım Mevlüt’e. Bir hafta kadar sonra gündüz vardiyasında arkadaşımla devriye atarken gördüm. Musalla taşının önünde, hoca, bekçi ve iki kazıcıyla birlikte namaza duruyordu. Heyecanıma yenik düşüp bağırarak selam verdim arabadan.

“N’aber Mevlüt? Gene hangi garibanı kömüyorsunuz bakiim?”

Cevap vermedi. Küsmüş müydü o günkü soğukluğum yüzünden? Arkasını dönüp çeşmelere doğru yürüdü. Onu bulmanın neşesiyle devam ettim.

“İşler kesat anlaşılan. Desene bugün de sevabına dökeceksin suyu.”

Yüzüme bile bakmadı. Arkadaşıma dönüp karizmayı kurtarmaya çalıştım.

“Geçenlerde tanıştık. Mongol. Hatırlayamadı beni.”

Bütün hafta sonu zihnimde onu son gördüğüm anlar döndü. Söylediklerim, Mevlüt’ün tavrı, diğerlerinin dik dik bakışı… Bir anlam vermeye çalışıp durdum. Sıcak davranmaya çalışmıştım oysa.

Pazartesi bekçiyi gördüm mezarlığın kapısında. “Bizim Mevlüt kaç mevta suladı bugün,” dedim gülerek. Yaptığım şakayı sululuk derecesine düşüren bir ciddiyetle süzdü adam beni.

“Cuma sabahı arkadaşınızla geçerken annesinin cenaze namazına duruyorduk,” deyiverdi sonra.

“Bir haftadır hastaydı zaten kadın. Araştırdık, Rize’de hısımlarını bulduk. Perşembe ikindi demişlerdi ama Cuma sabah çıkabilmişler yola. Akşama burada oldular. Götürmek istedilerse de bindiremediler Mevlüt’ü arabaya. Babam gelecek, dedi durdu. Adamlar, ertesi gün ikna ederiz diye o gece kaldılar. Dün sabah, her zamanki tepeye gittiğini gördüm abdest alırken. Yine babasını bekleyecek, diye düşündüm. Namazı kıldıktan sonra biraz dertleşmek için yanına varayım dedim ama yoktu orada. Akrabalarına haber saldım. Gün boyu aramışlar. Otobana çıktığını öğrenmişler. Yol boyu gidip gelmişler saatlerce. Sonunda gecenin bir vakti ambulansa konurken bulmuşlar. Bir tırın altında kalmış. Zor teşhis etmişler. Şoför tutuklanırken, kendisi atlayıverdi önüme, diyormuş sürekli. Mevlüt morgda şimdi. Yarın öğleden sonra defnedeceğiz.”

Bekçiye baş sağlığı dileyip yürüdüm. “Gelmek lazım,” diye geçirdim içimden. “Gelip bir su dökmek lazım sevabına.”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy