Sahabe-i Kiram’dan Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh şöyle rivayet etmiştir:
“Allah Rasulü, ‘Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar’ buyurdu ve ardından ‘Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler vardır’ (Hicr 75) ayet-i kerimesini okudu.” (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’an, 15)
Fahr-i Kâinât Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem için “cevâmiü’l-kelim” tabiri kullanılır. “Cevâmi” kelimesi “toplayıp bir araya getiren” manasındaki “câmi” kelimesinin çoğuludur. “Kelîm” ise “söz” manasına gelen kelime sözcüğünün çoğuludur. Bu tabirin manası, “bütün sözleri ve manaları konuşmasında toplayan, bir araya getiren, özlü konuşan” demektir. Nitekim Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin mübarek ağızlarından çıkan her söz hikmetlerle doludur. O’nun konuşması da susması da hikmetlidir, yol göstericidir, istikametin rehberidir.
Yazımızın başında zikrettiğimiz ferasetle ilgili hadis-i şerif de hikmetlerle dolu, özlü bir ifadedir. Âlimlerimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hikmet hazinesi sözlerini anlayabilmek için, o sözün özünü ihtiva eden kelimeleri tanıyarak anlama kapısını aralamışlardır. Bu hadis-i şerifin anahtar kelimesi de “feraset”tir.
Feraset kelimesinin kökü olan “feres” Arapçada at demektir. Fâris ise ata binen kişi, süvaridir. Bu durumda feraset, fârisin ilm-i siyasetidir, tavrıdır. Kelimenin böyle derinlikli manalar kazanmasının altında, her atın canlı bir varlık olarak fıtratının, tabiatının farklı oluşu vardır. Binici atını iyi tanımalı, ona göre davranmalıdır. Nitekim iyi süvariler, atlarıyla çok vakit geçirir, gerekirse onunla oynar, konuşur, onu sever ve özel olarak besler. Bu atın sahibine alışmasını, ona itaat etmesini sağlar.
İşte feraset, bir şey hakkında derinlemesine, ayrıntılarıyla, esnek ve incelikli düşünmek, o şey hakkında doğru öngörü sahibi olmak demektir. Nasıl ki bir süvari atının hareketlerine dair sezgilere sahip olur ve bineğini ona göre idare ederse, feraset sahibi mümin de hayata dair adım, hareket ve tavırlarını belirlemek için güçlü sezgilere sahiptir. İstikametini bu hislerin rehberliğinde belirler.
Hadis-i şerifin devamında Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin okuduğu ‘Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler vardır’ (Hicr 75) mealindeki ayet-i kerimede ifade buyurulduğu üzere ibretle bakabilmek için feraset nazarı gerekir. Bu da kalbi daima uyanık tutmaya bağlıdır. Âlimlerimiz ve âriflerimiz kalp uyanıklığının başlangıcının Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek olduğunu belirtir. Nitekim Ebu Zer radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir.” (Ebu Dâvud, Sünnet 2)
Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek; hayır ve şer hikmeti üzere yaratılmış, helaller ve haramlar olmak üzere ikiye ayrılmış dünyanın farkında olmamızı sağlayacak en önemli tavırdır. İlk vecibe imandır. İman olmadan diğer hiçbir vecibenin yerine getirilmesi kişiye fayda sağlamaz. Kalpte yerleşmiş bir iman da kalbin bütün hallerine ve elbette sevgiye ve nefrete kendi rengini, nurunu verir.
Mümin kişi, Allah Tealâ’nın emrettiklerini, tavsiye ettiklerini, sevdiklerini sever. Helaller ona güzel ve sevimli görünür. Zor olsa bile iman uğrunda yaşadığı zorluklar kolay, acılar tatlı olur. Yine imanın rehberliğinde, şirk, küfür ve haramlardan nefret eder, Allah Tealâ’nın sınırlarını aşanlara muhabbet duymaz, O’nun için buğzeder.
Eğer bir mümin Allah için sevmeyi ve Allah için buğzetmeyi hal edinir, kalbinin ameli haline getirirse, her karanlığı apaydınlık gösterecek bir ışığı, feraset nurunu elde etmiş olur. Doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü, hakkı bâtılı derhal fark eder. Bu bakımdan “Ya Rabbi bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak göster” duası, Cenab-ı Mevlâ’dan feraset talebidir. Elbette O samimi gayret ve duaya icabet eder, tevfik ve inayetini yoldaş kılar.
Allah için sevmek ve buğzetmek mücerret bir duygudan ibaret değildir. Sadece kalpte değil, hayatın her sahasında; işimizde, sözümüzde, evimizde, sokağımızda kendini dışa vurur. Mümin bir münker gördüğünde imkânı varsa müdahale ederek onu düzeltir. Bunu yapamazsa sözle doğruyu gösterir. Bu da mümkün değilse kalben ona buğzeder. Zalimin zulmünden nefret eder, elinden gelirse onu durdurur, gerektiğinde nasihat eder. Dünyalık menfaat için zalime yakın ve yoldaş olmaz. Haramı görürse yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçar. Kaynaklarımızda Ashab-ı Kiram efendilerimizin inkârcı ve münafıkların sözlerinden yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçtıkları aktarılıyor. Ki bu ölçü günümüzde yeniden düşünülmelidir.
Allah için seven selamlaşır, sadaka verir, müminlere hizmet eder, insanlığın salâhı için çalışır. Allah için olanı, Allah yolunda olanı fark edememek ise çok tehlikelidir. O zaman müminin feraseti kapanmış demektir. Nasıl ki dilimiz bir şeyi tattığında onun acı veya tatlı, soğuk veya sıcak olduğunu fark edebiliyorsa, gözümüz kulağımız ve nihayetinde kalbimiz de haramı, şüpheliyi ferasetle fark eder. Bu farkındalık haline işaretle Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Mümin, bir delikten iki kere sokulmaz.” (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 13) Yani aynı tuzağa ikinci kez düşmez.
Cenab-ı Hak kalbin kirlenmesinden, lekelenmesinden bahseder ve en sonunda kalbin mühürleneceğini buyurur. Kalbi mühürlenen kişi Müberra Kitabımız’ın ifadesiyle manen “sağır, dilsiz ve kör” olur. Feraset gözü kapanmış, doğruyu yanlışı, hakkı bâtılı ayırt edemez hale gelmiştir.
Müminlerin, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi, ashabını, tabiîni, imamlarımızı, âlimlerimizi, evliyaullahı, gazileri, müslüman emirleri sevmelerinin, daima hayırla yâd etmelerinin sebebi Allah için sevme ahlâkı ve feraset nazarıdır. Onları sevmek, Sırat-ı Müstakim’i sevmek ve tercih etmektir. Müşriklerden, kâfirlerden, zalim krallardan, yeryüzünü ifsad edenlerden nefretimiz de Allah için buğzetmenin neticesidir. Bu husustaki gevşeme zamanla hak-bâtıl ölçüsünün kaybına, iman zafiyetine sebeptir. Nitekim “inandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar” denilmiştir.
Sözü, meseleyi güzelce izah eden şu hadis-i kudsî ile bitirelim: Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan nakledildiğine göre, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Allah Tealâ buyurmuştur ki: Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse ona harp ilan ederim. Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha hoş olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Sonunda onu severim. İşte o zaman onun işiten kulağı, gören gözü, sımsıkı tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum. Benden bir şey isterse bunu ona mutlaka veririm. Bana sığınırsa onu mutlaka korurum...” (Buhârî, Rikâk, 38)
Rabbimizin tevfik ve inayetiyle...