Müminin Merhameti, Şecaati
Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar.” (Fetih 29)
Müminlerin “inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametli” olarak vasfolunması, onların kendi aralarında kardeşlik hukuku ile, İslâm ahlâkının güzellikleriyle muamele ettiklerini/gerektiğini; düşmanlarına karşı ise eğilip bükülmeden, çetin tavır gösterdiklerini/göstermeleri gerektiğini haber veriyor ve hatırlatıyor.
Bu ayet-i kerime Ashab-ı Güzîn radıyallahu anhümü anlatırken bizim nasıl göründüğümüzü, görünmemiz gerektiğini canlı bir tablo halinde tasvir eder. Bu tabloda öne çıkan özellik, inkârcılara ve birbirimize karşı muamele tarzının yanı sıra namaz ve duadır. “Rükûya varırken, secde ederken” görülüyor olmak, hangi şart ve zamanda bulunursak bulunalım, günde beş vakit namaz kılıyor olmamız demek.
Hakikaten de mümin bir topluluğu dışarıdan izleyen kimsenin ilk fark edeceği ayırt edici özellik sürekli namaz kılıyor olmamızdır.
Namazda ise yine dışarıdan göze çarpan husus, zaten hayatın içinde olan ayakta duruş ve oturuş değil, rükû ve secdedir. Özellikle kalabalık bir cemaatin deniz dalgaları gibi bir arada rükû ve secde edişi etkileyici bir görüntüdür. Cenab-ı Mevlâ işte bu halimizi övüyor.
Tabloda dikkat çeken diğer bir husus Mevlâmız’ın lütfunu ve rızasını istiyor yani dua ediyor olmamızdır. Bu halin görünür olması, yine sürekli yapılıyor oluşu bakımındandır. Hakikaten de müminin bütün hayatı dua ile örülüdür. Denilebilir ki yaşadığı iyi kötü her hal onun için bir dua vesilesidir. Ve elbette böyle yoğun bir ibadet hayatı yüze yansıyacak, “secde izi” olarak görünecektir.
Tekrar ayet-i kerimenin gözler önüne serdiği tablonun başına dönersek, müminlerin inkârcılara karşı çetin, heybetli ve şecaatli oluşu, hayli zamandır İslâm ümmetinin düçar olduğu aşağılık kompleksinin, yenilmişlik ve geri kalmışlık duygusunun tam zıddına; şecaate işaret ediyor.
Nitekim âlimlerimiz ayet-i kerimede zikredilen “inkârcılara karşı sert” ifadesini “müminin şecaati” olarak tefsir etmişlerdir. Aynı şekilde Âl-i İmrân suresinin şu mealdeki ayet-i kerimesi de müminin şecaatini vasfeder demişlerdir: “Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar; hele de bunlardan iyilik yapanlar ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân 172)
“Cesaret, yiğitlik, kahramanlık” gibi anlamlara gelen şecaat kelimesi, ahlâk ilminde öfke ve gazap duygusunun akla itaat etmek suretiyle kazandığı itidal hali için kullanılır. Yani merhamet gerektiğinde merhametli olabilen; Allah yolunda savaş gerektiğinde ise gözünü kırpmadan öne atılabilen kişinin hali demektir.
Şu halde şecaatin özündeki “cesaret, yiğitlik ve kahramanlık” iki yönlüdür: Müminlere karşı merhamet, adalet ve iyilik; inkârcılara karşı cesaret ve yiğitlik... Âlimlerimiz şecaatin bir diğer tarifini de şöyle yapmışlardır: Saldırganlık ile korkaklığın orta noktasıdır. Şecaat sahibi mümin gereksiz ve nefsanî saldırganlıkla haddi aşmaz, gerektiği zamanda da korkup geri çekilmez.
Müminin şecaatini tasvir eden şu ayet-i kerime ne kadar dikkat çekicidir: “Bir kısım insanlar müminlere dediler ki: ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı asker topladılar, aman sakının onlardan!’ Bu söz onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân 173)
Diğer taraftan, müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de müslümanların kendilerine karşı düşmanca tavır göstermeyen gayr-i müslimlerle iyi ilişkiler kurmasına izin verilmiş (Mümtehine 8); savaşta aşırı gidilmemesi emredilmiştir. (Bakara 191-194). Âlimlerimiz bu ayet-i kerimeleri de şecaatin akıl ve adalet ölçüleriyle sınırlanmış bir haslet olduğunu gösterdiğini kabul etmişlerdir.
Yine Yüce Kitabımız’da Cahiliye toplumunun öfkesi eleştirilmiş, Allah Tealâ’nın Rasulü sallallahu aleyhi veselleme ve diğer müminlere “sekînet” indirdiği bildirilmiştir. (Fetih 26). Sekînet, şecaatin kalbî huzur olarak mümine yerleşmesidir. İmam Taberî rahmetullahi aleyh, sekîneti “müşriklere has hamiyet duygusunun zıddı ve müslümanlara has bir özellik” olarak açıklamıştır.
Birçok hadis-i şerifte de Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şecaati övmüştür. İmam Buhârî’nin Sahih’inde, Cihad ve Siyer başlıklı bölümünde savaşta cesaret ve kahramanlığa teşvik eden, şecaatin ölçüsünü gösteren pek çok hadis-i şerif bulunur.
Enes b. Mâlik radıyallahu anh, Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellemin insanların en iyisi, en cesuru, en cömerdi olduğunu söylemiş ve Uhud’daki bozgun sırasında O’nun ortaya koyduğu cesareti buna misal vermiştir.
Abdullah ibn Ömer radıyallahu anh da şöyle buyurmuştur: “Allah Rasulü’nden daha cömert, daha cesaretli, daha şecaatli bir kimse görmedim!” (İbn Sa’d, I, 373)
Hz. Ali kerremallahu vechehû da şöyle buyurmuştur: “Biz Bedir’de Allah Rasulü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın duranımız, insanların en cesur ve metanetli olanı idi.” (İbn Hanbel, I, 86)
Hüccetü’l-İslâm İmam Gazalî rahmetullahi aleyh hazretleri bu faziletlerde itidalin en mükemmel seviyesine sadece Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ulaştığını, diğer insanların bu husustaki derecelerinin O’na ve sünnetine yakınlıklarına göre değişeceğini söylemiştir.
Âlimlerimiz, gösterilen cesaret ve kahramanlığın ahlâk-ı hamîdeden sayılabilmesi için benlik davası, hâkimiyet hırsı ve çıkar sağlama arzusu gibi maksatlardan arınmış olması gerektiğini buyurmuşlardır. Ayrıca kin, kıskançlık ve riya gibi kötü duyguların tesirinde kalınmadan dinî ve insanî değerlerin muhafazası, haksızlıkların önlenmesi gibi ulvî maksatlara yönelmek gerektiğini belirtmişlerdir.
Yazımızın başından beri bahsettiğimiz hasletler hem günümüz müslümanının muhtaç olduğu hasletleri hem de bu hasletlere sahip müminlerin insanlığa sunacağı güzellikleri göstermektedir.
Fedakâr ve şecaatli Ashab-ı Kiram efendilerimiz, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin rehberliğinde gittikleri her yerde güzel ahlâkları, merhamet, adalet ve şecaatleriyle insanlara İslâm’ı sevdirdiler, zulmün karanlığını İslâm’ın nuruyla giderdiler.
Bizim vazifemiz de bir müminde olması gereken bu hasletleri sahiplenmek, mümin kardeşlerimiz ve bütün insanlık için dertlenmektir. Böylece kendimizde, ailemizde, etrafımızda İslâm’ın güzellikleri zuhur eder. Kalabalık ve güçlü görünen zulüm ehli o zaman heybetimize, gayretimize mağlup olur. Cenab-ı Mevlâmız buyuruyor ki: “Nice az topluluklar, Allah’ın izni ile nice çok topluluklara galip gelmiştir.” (Bakara 249) Şu halde müminler kendileri olduklarında yeniden izzetle yükselebilir, mazlumlara kol kanat gerebilir, ilâ-yı kelimetullah sancağını yeniden en yükseğe taşırlar.
Cenab-ı Mevlâ bize; Rasulü sallallahu aleyhi ve sellemin izinde hamiyet ve şecaatle yürümüş ashab-ı kiramın, tâbiînin, sâlihlerin, emîr ve gazilerin yolundan yürüyebilmeyi nasip ve müyesser eylesin.
Tevfik ve inayetiyle...