Cenâb-ı Mevlâ müberrakitabımız Kur’an-ıKerim’de mealen şöyle buyuruyor: “Yemin olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” (Bakara 155) Ayet-i kerime geçmiş, gelecek ve bu devrin felaket-zedelerine birçok hakikati ders veriyor. Son zamanlarda bulaşıcı hastalıkların, yangınların, depremlerin, sellerin ve daha birçok musibetin pençesinde kıvranan müminlere ebedi hayatlarını kurtaracak dersler ve imtihanda başarılı olanlara paha biçilmez değerde müjdeler veriyor. Öncelikle “Biraz korkudan (biraz da) açlıktan...” buyurmak suretiyle musibet-zedelere merhamet ettiğine işaret ediyor. Yani O’nun merhameti karşısında ya da ahiret azabına nispetle bu dünyada başa gelen musibetlerin nispeten hafif bir şey olduğuna işaret ediyor. Sonra “Yemin olsun ki sizi (düşmanlarınızdan size ulaşacak) bir korkuyla ve (bir kıtlıktan dolayı gelecek) açlıkla; mal, evlat ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz.” buyurmak suretiyle belâlara sabredip, ilâhî hükme teslim olacaklarla, teslim olmayıp isyan edecekleri birbirinden ayırıyor. Çünkü imtihan ya da deneme bir mihenk taşı gibidir. Nefsin ya da ruhun cevheri bununla anlaşılır. Böylece geniş anlamıyla “Biz kimin itaatkâr, kimin âsi olduğunu ortaya koyacağız. Ey Rasulüm, belâlarıma karşı sabredenleri, tayin ettiğim kazâ ve kadere boyun eğenleri, kendilerini sevindirecek af ve merhametimle müjdele.” buyuruyor.(Bkz.Taberî, Beydâvî, Ruhu’l-Beyan Tefsirleri) Sabır bir insanın maruz kaldığı dert ve belâları Allah Tealâ’dan başkasına şikâyet etmemesi, aşırı derecede feryat figan etmeyip her gelene gereksiz yere dert yanmaması, Allah’ın iradesi olmadan yaprağın bile kıpırdayamayacağı şuuruyla sebat edip dayanmasıdır. Elbette ki hiçbir şeye gücü yetmeyen âciz ve zayıf insan belâ ve musibetlerin darbesiyle şikâyet edip ağlar. Fakat başına geleni Allah’a şikâyet etmelidir. Allah Tealâ’yı insanlara şikâyet eder bir vaziyete düşmemelidir. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Taif’te taşlandıktan sonra duasına şöyle başlamıştı: “Allahım! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim.” O’nun kapısı bütün kulların, hususen dertlilerin, kalbi kırıkların, gözyaşı dökenlerin yegâne sığınağıdır. Bağrı yanık vaziyette Rabbi’ne sığınan bir musibet-zedenin âhı bazen olur ki cihanı yakar. Eli boş dönmez, duaları reddolunmaz. O’nun bu yalvarış ve yakarmaları, başına gelen felaket ve musibetleri hamd ü senayla karşılaması geçmiş günahlarına kefaret olur. Öyle musibetler vardır ki günahların tamamını temizlediği gibi o şahsı ilâhî yakınlığa ulaştırır. Allah Tealâ’yı insanlara şikâyet edercesine mütemadiyen sızlanıp durmak -hâşâ- “Ben ne ettim ki bu başıma geldi!” gibi kader-i ilâhîyi, rahmet-i ilâhîyi ve hikmet-i ilâhîyi itham etmek, fâil-i hakiki olan Yüce Mevlâ’nın fiillerini eleştirmek son derece tehlikelidir. Böyle birisi kafasını taşa çarpmış, imtihanı ve belki imanını da kaybetmiş olarak hüsrana uğramış olur. Asıl belâ ve musibet işte budur. Sabır, belâ veya felaketlerin geldiği ilk anda olmalıdır. Bu kolay bir şey değildir, lâkin çok kıymetlidir. Önce sızlanıp daha sonra sabreden bir kimse sabrın sevabını kaybeder. (Buhârî, Cenâiz 32). Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem musibete uğrayan müminlere şu tavsiyede bulunmaktadır: “Birinizin başına bir musibet/ acı bir şey geldiği zaman, ‘Biz Allah’a aidiz ve biz O’na döneceğiz.’ mealindeki ayeti okusun ve: ‘Allahım! Başıma gelen musibetin mükâfatını senden bekliyorum. Bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.’ desin.” (Müslim, Cenâiz 3) Müminlerin başına şu üç sebepten musibet gelir: İmtihandan (sınamadan) ötürü, Allah indinde derece kazanmak için ve bir de günahlarımız sebebiyle... Salât ve selam üzerine olsun, Allah Rasulü şöyle buyurdu: “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir. Sonra derecelerine göre (velîler ve sâlihler) gelir.” (Tirmizî, Zühd 57) Sâdât-ı Kiram hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Belâ ve musibetlerin Allah’tan geldiğini bilip ders almak, tefekkür etmek ve sabretmek gerekir. Musibetler müminin imanını, kâfirin küfrünü artırır. Dünya müslümanların cehennemidir. Dünyası cehennem olanın ahireti cennettir, Dünyası cennet olanın ise ahireti cehennemdir. O yüzden Allah celle celâlühû musibeti sevdiklerine verir. Gelen musibeti maneviyata döküp muhabbete çevirmelidir. Her şeyi veren de O’dur, alan da… Günahlar sebebiyle gelen musibetler hakkında Cenâb-ı Mevlâ şöyle buyuruyor: “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Allah, hatalarınızın) birçoğunu da affeder.” (Şûrâ 30) Ayet-i kerime müminlere şu dersi veriyor: Başınıza gelen musibet, bela ve felaketler hep işlediğiniz günah ve isyanlarınız yüzündendir. Hâl böyleyken Yüce Allah onların birçoğunu da bağışlar, cezasını vermez. O, dünyadaki cezayı ahirette tekrar etmeyecek kadar lütuf ve kerem sahibidir. İnsan, başına herhangi bir musibet geldiğinde onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip derhal tevbe istiğfar etmelidir. Küfür, isyan ve bilumum ahlâkî sapkınlıklar manen kâinatı hiddete getirmektedir. Ayet-i kerimelerde bu hiddet şöyle tasvir edilir: “Onlar için ne gök ağladı, ne de yer. Onlara mühlet de verilmedi.” (Duhan 29); “Öyle ki bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer ortasından yarılacak, dağlar yıkılıp çökecek!” (Meryem 90); “Cehennem neredeyse öfkesinden çatlayacak!” (Mülk 8) Hâsılı; küfür, isyan ve bilumum ahlâkî sapkınlıklar kâinatı hiddete getirmekte ve bu yüzden belâlar Allah’ın emriyle dünyamızın üzerine sel gibi akmaktadır. Bu vaziyet zirveye ulaştığında kıyamet vacip olacaktır. Tevbe ve istikamet ne kadar çoğalırsa musibetler de o denli azalacaktır. Bir Hadis-i şerifle noktalayalım: “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve üzüntüden ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ 1, 3) Tevfik ve inayetiyle…