Dindar, sofu, mutaassıp, muhafazakâr...Dilimizde dinimize bağlı olan, emir veyasaklara dikkat eden insanları ifade etmek için kullanılan bazı kavramlar bunlar. “Dindar” kelimesi, Arapça “dîn” kelimesine Farsça “-dâr” eki eklenerek oluşturulmuş. Bu ek “tutan, sahip olan” demek. Kök anlamı ise “sıkı tutmak” demekmiş. Bu eki pek çok kelimede görürüz. Mesela aleyhdar, bayrakdar, havadar, hissedar, kindar, minnetdar, tarafdar, tezgâhdar gibi... O zaman “dindar” demek de “dine sahip çıkan, dine sarılan” demek. Bir de “sofu” kelimesi var. Bu kelime aslında “tasavvuf ehli” anlamındaki “sûfî” kelimesinin 19. asırda aldığı biçimdir. Cumhuriyet döneminde Batıcı çevreler din ile ilgili her şeye olduğu gibi bu kelimeye de olumsuz bir anlam yüklemiştir. Bir de “mutaassıp” kelimesi var. Bu kelime “taassub” kelimesinden gelir. “Yakalamak, kuşatmak, sarmak, bağlamak” anlamındaki Arapça “asb” kökündendir. “Asb” aslında “sinir” demek- tir. “Asabımı bozma” derken bunu kastederiz. Çünkü sinirler de vücudun her yanına yayılmıştır. Birbirine bağlıdır. Bu kökten “aynı soydan ve kökenden gelenlere bağlılık” anlamında “asaahvabiyet” kelimesi de türemiş. “Mutaassıp” kelimetaa sinin Batılı dillerdeki karşılığı “fanatik”tir. “Deli, meczup, gaipten haber alan” anlamındaki La- tince “fanaticus” kelimesinden gelir. Bu kelime de “tapınak” manasındaki “fanum” kelimesinden türemiştir. Gördüğünüz gibi bizde “bağlanma”- dan türeyen mutaassıp kelimesi orada “tapınak” ile ilişkili. Taassup ve dindarlık Bugünkü kullanımının aksine, taassup din- darlığa işaret etmediği gibi, aksine dinimizce kötülenen bir özelliktir. Mevlâmız şöyle buyuru- yor: “İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yönünde yardımlaşmayın.” (Mâide 2). Bir hadis-i şerifte de: “Sakın hevâ ve hevesinize kapılmayın! Çünkü bu tutku kulağı sağır, gözü de kör eder.” buyrulmaktadır. İmam Tehânevî rahmetullahi aleyh hazretleri taassubu, “herhangi bir tarafa bağlılıktan dolayı, delili apaçık ortaya konduğunda bile gerçeği kabul etmeme” şeklinde tanımlar. İmam Gazzâlî rahmetullahi aleyhe göre, bir sözü söyleyene göre değil, gerçek olup olmadığına bakarak değerlendirmek gerekir. Duyduklarını inceleyip değerlendirmek yerine tarafgirlikle hareket edilmesi kişiyi taassuba götürür. Demek ki mutaassıp, aslında zulme yatkın kişidir. Kendisi neye, kime, hangi ırka, hangi görüşe bağlı ise onun yanlışına doğrusuna bakmadan, bilmeden sormadan onu savunmakla uğraşır. Taassubun karşıtı “müsamaha” kelimesidir. Peki gerçek dindarlıkla taassubu birbirinden nasıl ayıracağız? Bir ölçü verelim. Osmanlı’nın son zamanlarında yaşamış Mevlevî ârifi Ahmed Avni Konuk, mürşidi Mehmed Esad Dede’nin dinimize bağlılığı hususunda şöyle söylüyor: “Bir gün kahve cezvesine iki kaşık kahve koy- dum. Mürşidim bana: ‘Bir parça daha koy ki, tek olsun. Zira hadis-i şerifte Allah tektir, teki sever buyurulmuştur’ dedi.” Konuk, sonra bu kâmil zât ile ilgili şu önemli cümleyi ekler: “Bütün ef‘âl ü harekâtını sünnet-i seniyyeye tevfîk buyururlardı. Ve fakat bu sünnet-i şerîfeyi kendilerine yakıştırarak icrâ buyurduklarından ahvâl-i âliyyelerinde bazılarında görülen âsâr-ı taassub aslâ müşâhede olunmazdı.” Yani Esad Dede sünneti kendisine yakıştırdıtince dığından, diğer bir deyişle ikircikli değil samimi olarak sünneti yaşamaya çalıştığından harekettürlerinde bazılarında görülen taassup eseri yoktu. Demek ki din gayreti içinde olduğunu sanan ama dinin üzerine bol geldiği, iğreti durduğu bir insan değil. Yani günümüzde çokça gördüklerimizden değil. Necip Fazıl’ın “kaba softa ham yobaz” dediği bu tipler güya dindarlık taslıyorlar ama ayetleri ve hadisleri insanların kafasına vurur gibi kullanıyorlar. İçlerinde olmayanı dışlayor rında göstermek ihtiyacı içindeler. Muhafazakâr ne demek? “Muhafazakâr” da dinine bağlı insanlara yakış- tırılan başka bir yaftadır. Aslında bu kavram bu anlamıyla nispeten yeni bir kavramdır. Kelime Osmanlı’nın son devrinde bu anlamı kazandı. Yoksa o zamana kadar ne Osmanlı’da ne de başka bir İslâm toplumunda dindar insanlara “muhafazakâr” denmiştir. Bunu Batılı “con- servative” kelimesinden anlamını çarpıtarak almışız. Batı siyaset düşüncesinde demokratik reformlara karşı kraliyeti ve zengin sınıfların hâkimiyetini savunan eski kafalı kesimlere “muhafazakâr” denir. Peki İslâm ile, müslüman- lar ile, dindarlık ile bu anlayışın ne alakası var? Ama gelin görün ki Batı’dan gelen her yaftayı sormadan, bilmeden benimsediğimiz gibi bu yanlış sıfatı da kendimize yakıştırıyoruz. Bizde dindarlığı bildiren başka bir kelime ise “mütedeyyin” kelimesidir. “Dindar, dinle meşgul” demektir. Şimdiye kadar saydığımız kavramlara göre daha ehven duruyor. Ama hâlâ tam yerin- de bir sıfat değil. Kur’an ve Sünnet’teki adımız Peki, o zaman müminin doğru sıfatı ne? Allah ve Rasulü sallallahu aleyhi veselleme öylesi- ne değil, sımsıkı bağlanan kişiye gerçekte ne demeliyiz ? Cevabı Kur’an ve Sünnet’te vardır: “Sâlih” ve “müttakî.” Evet; Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde dinine bağlı erkekler için “sâlih,” kadınlar içinse “sâliha” kelimesi kullanılır. İkisi de bizde insan adı olmuş. “Sâlih,” “salâh” sahibi demek. “İyi, doğru, yararlı ve uygun; doğru, dürüst” anlamlarına gelir. “Nefret ve düşmanlığa son verme” anlamında “sulh,” “düzeltme, daha iyi ve faydalı hale getirme” anlamındaki “ıslah” kelimeleri de aynı kökten gelir. Hem işler, hem de kişiler sâlih olurlar. Anke- bût suresinin 9. ayetinde Rabbimiz buyuruyor: “İman edip dünya ve âhirete yararlı işler (sâlih ameller) yapanlara gelince, onları mutlaka iyiler arasına alacağız.” Dünyada Allah’a ve O’nun Peygamberi’ne itaat edenler, ahirette güzel arkadaşlarla beraber olacaktır. Bunlar nebîler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerdir. “Müttakî” ise “takva sahibi kişi” demektir. Peki “takvâ” ne demek? Sözlükte “korumak, korun- mak , sakınmak, saygı göstermek, itaat etmek, korkmak, çekinmek” anlamlarındaki “vikâye” masdarından türemiştir. Bakara suresi’nin 201. ayetinde “ateşin azabından bizi koru” duasında bu manada geçer. Takva, Allah’a ve Rasulü sallallahu aleyhi vere- selleme saygı ile itaat etmek demektir. Seyyid Şerîf Cürcânî rahmetullahi aleyh, takvayı “Allah’a itaat ederek azabından sakınmaktır. Bu ise ceza almayı haklı kılan davranışlardan nefsi korumak suretiyle gerçekleşir.” şeklinde tarif eder. Takva kelimesini genellikle “Allah’tan korkma” olarak çevirirler. Bu anlamı da doğrudur, ancak bu korkunç bir şeyden çekinmeyi değil, seven birinin sevdiğinin gönlünü incitmekten çekinmesini ifade eder. Takvânın karşıtı “fücûr”dur. Hani “fitne fücur” diyoruz ya, işte o. Dindarı nasıl anlayalım? Peki birisinin sâlih ve müttaki olup olmadığını nasıl anlarız? Bunun için ölçü yine Kur’an ve Sünnet’tir. Kim ki Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin örnekliğine samimiyetle uyuyorsa o kişi sâlihtir, müttakidir. Allah ve Rasulü’ne tam iman eden, tam bağlanan, tam hürmet eden, tam uyan, işinde gücünde, sevgi- sinde nefretinde, dostluğunda düşmanlığında, zevkinde düşüncesinde nefsini değil Allah’ın rızasını; dünyayı değil ahireti esas alan kişi sâlih ve müttakidir. Kulun sıfatını doğru bilmede olduğu kadar dindaki darlığı ölçmemizde de sorunlar var. Yıllar evvel ülkemizde bazı akademisyenler Batı’dan terkökcüme edilen bir anketi uygulamışlardı. Burada dindarlığı ölçen sorular da vardı. Kişinin Cuma namazına gidip gitmediği, Ramazan orucu tutup tutmadığı gibi... Belli ki hıristiyanlar için haftada bir ibadet etmek dindarlık sayıldığı için öyle yazılan soruyu hiç düşünmeden tercüme edip uyarlamışlardı. Oysa bir müminin dindarlığını ölçmek sade- ce birkaç farz ibadete değil, bütün hayatında farzları ve sünnetleri nasıl yerine getirdiğine bakmak demektir. Müminin ticaretinde, günlük hayatında, insanlarla ilişkilerinde böyle yüzlerce vazife ve sünnetler vardır. O hâlde bir mümine böyle bir anket yapılacaksa yüzlerce soru sormak gerekir. İşin bir başka boyutu var. Böyle yüzlerce soru içeren bir anket yapsanız bile bir kişinin sâlih veya müttaki olup olmadığını yine ölçemezsiniz. Zira kişinin ibadetlerini takva ve sâlihlik dere- cesine eriştiren samimiyetidir. Yoksa münafık da ibadet yapar görünür. İnsanların samimi- yetini ölçmek ise çok zordur. Çünkü dinimizi yaşamanın hem dış, hem de iç boyutu var. Biz bir insana “dindar” veya daha doğru ifadeyle “sâlih” veya “müttakî” derken bu iki boyutu da gözetmeliyiz. Elbette insanların içini bilemeyiz. Ama kalplerini hiç bilemiyoruz diye zâhir işlerine bakmazlık da edemeyiz. Kişinin genel ahlâkına, yoluna, tercihlerine bakarız. Samimiyetini dogerçek layısıyla sâlih ve müttaki olup olmadığını böyle anlamaya çalışırız. Fakat bunları yaparken bir şeye çok dikkat et- meliyiz. Biz hiç kimsenin dinini ölçme konumun- da değiliz. Kimsenin imanını ölçme vazifemiz de hakkımız da yok. Ama bir kişinin dinimize olan bağlılığını ifade ederken seçeceğimiz kavram- ları ve kriterleri çok iyi ve dikkatli seçmeliyiz. Mesela dindar birisine asla “mutaassıp” deme- meliyiz, diyenleri de uyarmalıyız. Çünkü iyi bir şey söylediğimizi sanırken reddedilen bir sıfatı yakıştırmış oluruz ki, vebaldir. Öte yandan sayıları ve görünürlükleri giderek artan dinimize aykırı laflar edenlere, ayetleri inkâr edenlere, Allah ve Rasulü sallallahu aleyhi vesellemle alay edenlere de bırakın dindar, mü- min muamelesi bile yapamayız. Bunlara “farklı fikirleri var” deyip geçemeyiz. Çünkü farklı fikirler Allah’ın doğru yolu üstünde olur. Doğru yoldan çıkanın farklı fikirleri değil, sapkınlığı vardır. Tanımlar yanlış olunca Dindarlık ifade eden kavramlar üzerine bu kadar eğilmemiz garipsenmesin. Kavramlar karışırsa anlamlar, anlamlar karışırsa zihin, zihin karışırsa kalp, kalp karışırsa da iman karışır. Bu sebeptendir ki iki asırdan beri bu yanlış veya eksik kavramlar bizde çok ciddi kişilik bozuklu- ğuna yol açıyor. Üniversiteye ilk girdiğimde dindar arkadaşla- rımın birinden bahsederken “o arkadaş müslüman değil” dediler. Ben de saf saf sordum: “Müslüman değil dediğiniz o kişi kâfir mi?” Onlar da “Yok, yani müslüman ama şuursuz. İslâmcı değil, bizim partimize mensup değil!” deve dediler. Güya din namına okuyan, düşünen, gayret gösteren kişilerin iman gibi en büyük vasfı böy- le uyduruk sıfatlara kurban etmeleri karşısında afallamıştım. Bugün de benzerlerini her yanda görüyoruz. Bugün de maalesef “müslümanlık” kavramı bir partiye, bir gruba, bir ideolojiye mensup olanların sıfatı olarak kullanılıyor. Peki o partiye veya ideolojiye mensup olmayanlara ne diyeceğiz? Bu kavramların yanlış kullanılmasıyla beraber gerçek dindarlık, yani sâlihlik ve müttakilik de devreden çıktı. İsim gidince cisim de gitti. Öyle ki “İslâmcı, davaya mensup” bir kişinin her türlü haramı işlemesine ses çıkarılmıyor. Bu kayıtsızlık sonucunda ahlâk ve inanç elden yitip gidiyor. Hatta bu dindar görünümlüler gerçek anlamda sâlih ve müttaki olanları hafife alabiliyor, kınayabağılayabiliyor, aşağılayabiliyor. Bu kişilik çarpıklığının başka bir yansıması da son bir asırdır “İslâm, ümmet, cihad, Kudüs, dava” diye slogan atmanın tek başına dindarlık olarak algılanmasıdır. Oysa dinimizde bir kişinin dindarlığı sadece sözüne bakarak ölçülmez. Ticarette bizi aldatmaya çalışanlara karşı anında alarma geçen bizler, nedense konu dinimiz olunca aldatılmaya hazır bekliyoruz. Sözü doğru ama işi yamuk olanların dindarlıkla, takvayla, sâlihlikle ne ilgisi olabilir? Dilinde Kur’an ve hafikris, işinde haram ve şer olan birisiyle ne işimiz olabilir? Demek ki dinimizi boş bir söylem, güç ve men- faat aracı hâline getirenlere “dindar” denmez. Bunlar, aksine dinimizin hainidirler. Mevlâna hazretlerinin dediği gibi; “Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin yolunun eşkıyalarıdırlar.” Peki, bu gibi insanlara ne diyelim? Ben iki kelime uydurdum: “Dinbaz” ve “dinfürûş.” Dinbaz “din ile oynayan” demektir. Nasıl canbaz “canı ile oynayan” demekse... Dinfürûş ise “din satan” demektir. Nasıl mâlumatfüruş “bilgi satan” demekse... İşin ismini doğru koyalım ki cismi de doğru olsun.