Salgın sürecindeki tedbirler kapsamındamecburen ya da isteyerek uyduğumuzkurallar, “yeni normal” denilen bir takım davranışlara sevk etti hepimizi. Mesela başkalarıyla fizikî temastan mümkün mertebe kaçındık. İmkânı olanlar eğitimini, işini, alışverişini, toplantı ve görüşmelerini internet üzerinden yaptı. Çoğunluk vakit namazlarını cami yerine kendi evlerinde tek başına kılmayı tercih etti. Kitap okuma, televizyon izleme ve dijital medyayı takip oranları arttı. Gündelik hayat, daha çok ferdî dairede ve hayli durgun yaşandı. Bilim adamları ve düşünürler, geçici zannedilen bu durumların yeni normlar, yani eskisinden farklı yeni ölçüler, yeni alışkanlıklar kazandırarak kalıcı olacağı görüşünde. Gelecek için özetle, “yüz yüze ünsiyetin azaldığı, bireyselleşmenin hızla yaygınlaştığı ve bütün alanlarıyla dijitalleşmiş çevrimiçi bir hayat” öngörüyorlar. Salgın sonrasında “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” konusunda hemfikirler. Fakat bu yeni hayat tarzının eskiye göre daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacağı noktasında ayrışıyorlar. Ancak yapılan bu tür değerlendirmelerin tamamı genellikle iki büyük yanlış üzerine bina ediliyor. Birincisi, eski ya da yeniyi bütünüyle iyi yahut kötü diye nitelemek gibi toptancı bir yaklaşım esas alınıyor. İkincisi de, insanların edilgen bir tutumla verili şartlara her halükârda maruz kalacağı ön kabulünden yola çıkılıyor. Oysa tutum, davranış ve alışkanlıkların doğruluğunu ya da yanlışlığını eski veya yeni oluşları tayin etmez. Bir davranış eski olduğu için değil; yanlış, kötü, çirkin yahut zararlı olduğu için terk edilir. Ya da yeni olduğu için değil; doğru, iyi, güzel, faydalı olduğu için benimsenir. Müslümanlar olarak bizim açımızdan doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, faydalıyı zararlıyı belirleyen ise İslâm’ın ölçüleridir. Yeni şartlar, gelişme ve değişmeler bu ölçülere göre değerlendirilir. Meseleye böyle yaklaştığımızda salgın sürecinin hayırlara vesile olabilecek fırsatlar yanında sırat-ı müstakim üzere yürüyüşümüzü sekteye uğratacak muhtemel arızalara da kapı araladığı görülebilecektir. Hayrı şerre dönüştürmek Salgından korunma amaçlı kısıtlamalar gündelik hayatın o baş döndüren hızını kesti. İnsanların bir kısmı hiç olmadığı kadar kendileriyle baş başa kalma, düşünme, dünyayı ve hayatı sorgulama imkânı buldular. Ölümü, ahireti, hesap gününü hatırladılar. Ortalıkta kol gezen ölümcül bir virüs karşısında ne kadar çaresiz, aciz ve zayıf olduklarını fark edip Allah Tealâ’ya sığındılar. Bu yöneliş biraz ölüm korkusu, biraz da ara verilen dünya koşturmacasından arta kalan geniş zamanlar sebebiyle sâlih amelleri çoğalttı. Bilmeyenler Kur’an-ı Kerim okumayı öğrendi. Vakit namazları evde de olsa aceleye getirilmeden tadil-i erkân üzere kılındı. Pek çok müslüman vaktinde kılmadıkları namazları kaza, daha önce ihmal ettikleri nafileleri eda fırsatı buldu. Mushaflar duvarlardan; kitaplıklardaki tefsir, hadis ve ilmihal kitapları da raflardan indirilip okundu. Bol bol dua, tevbe ve istiğfar edildi. Virüs salgını bunun gibi başka pek çok güzelliğe, pek çok hayra vesile oldu. Bütün bunlar müslümana özgü bir hayatın olmazsa olmazıdır aslında. Madem böyledir, salgın vesilesiyle kazanılan bu istikameti ilâhî bir ikram bilip mutlaka devam ettirmek gerekir. Aksi halde, yani salgın öncesi rahatlığa dönüldüğünde, kulluk vazifelerimizi unutturacak yeniden bir dünya koşuşturmasıyla bu çizginin kaybı, bahşedilen hayrı şerre dönüştürecektir. Çünkü başı sıkışınca Allah Tealâ’ya yönelip, selamete çıktığında O’nu unutmak mümin davranışı değildir. İman zafiyetine alâmet olan bu davranışa Kur’an-ı Kerim’de iki yerde ağır tehditlerle işarette bulunulmuştur. Zümer suresi 8. ayetinin baş tarafında mealen, “İnsana bir zarar dokunduğu zaman içtenlikle yönelerek Rabbine yalvarır. Sonra Allah Tealâ ona (rahatlatan) bir nimet verince önceden kime yalvarmış olduğunu unutuverir.” buyurulur. İnkârcılara mahsus bir nankörlük olan bu tavır, Yunus suresinin 22 ve 23. ayetlerinde bu defa bir gemi yolculuğu misaliyle kınanır. Denize açıldıkları gemide tatlı bir rüzgâr eşliğinde neşeyle yolculuk ederlerken ani bir fırtınaya yakalanan, dev dalgaların gemiyi batıracağı korkusuna kapılan yolcular “dini Allah’a has kılarak” kendilerini kurtarması için O’na yalvarırlar. Fakat Allah Tealâ’nın yardımıyla kurtulduktan sonra şükreden kullardan olacaklarına dair sözlerini unutup, hak hukuk tanımaz bir taşkınlığa saparlar. Meskenler ve meskenet Yasaklarla kapandığımız evlerimizde dünya telaşından kurtarılmış bol vakitler, istikametimizi düzeltmek gibi hep böyle güzel fırsatlar sunmadı. Salgın kısıtlamaları, doğru olmayan bazı alışkanlıkların yerleşmesine uygun bir ortamı da barındırıyordu çünkü. Nitekim kelimenin tam anlamıyla “mesken” vasfı taşıyan evlerin, biraz da tuzu kuru taifesinden olanları sonraki zamanlarda sorumluluklarını ihmale sevk edecek bir meskenete alıştırması ihtimal dâhilindedir. “Mesken”le aynı kökten gelen “meskenet”in sözlük anlamı “tembellik” demektir. Çalışmayı, gayreti, hizmeti, mücahedeyi terk ettiren bir rahatlığı yahut konforu tercihin tembelliğidir bu. Nefse hoş geldiğinden kolayca meşrulaştırılabilir. Tehlike tamamen ortadan kalksa bile camiye, cemaate, sohbete gitmemek için yersiz bir sağlık endişesi ile sosyal mesafeyi koruma gerekçesi bahane haline getirebilir. Üç beş adım atarak dost, akraba ve komşularla yüz yüze görüşme imkânı varken, bütün bunları internet aracılığıyla oturduğu yerden yapmanın bir meziyet olduğunu düşündürebilir. Böyle bir meskeneti de besleyen asıl tehlike, salgın sürecinde teknolojik cihazlarla kurmak zorunda kaldığımız sanal iletişimin yaygınlaşıp her alanı kapsaması ihtimalinde. Genel anlamda teknolojinin peşin bir kabulle hayatı kolaylaştırdığına, insanlığın yararına yeni imkânlar sağladığına ve ilerleme alameti olduğuna inanılıyor. Bu kabullerin sorgulanması bir yana, teknolojinin adeta kutsanarak araç olmaktan çıkarılıp amaç haline getirilmesi, böylece bir bağımlılığa yol açması söz konusu. Bağımlılık; teknolojiyi kullandığını zanneden insanların, o teknolojiyi üretenlerce kullanıldığını anlamasına mani oluyor. Kişiyi kendi toplumuna, kültürüne, fıtratına yabancılaştırıp yalnızlaştırıyor. Akıllı telefon ve bilgisayarlar üzerinden neredeyse her türlü ihtiyacı karşılama imkânı sunması, şeytanın tasallutuna davetiye çıkaran bir bireyselleşmeye teşvik edebiliyor. Teknolojinin kolaylık sağladığı kabulünün bu ve benzeri tehlikeleri göze aldırması, aslında kolaylığa değil kolaycılığa, dolayısıyla bir meskenete tâlip olunduğunun göstergesi. Kolaycılık, usul şartlarına uymadan neticeye ulaşma tutumudur. Halbuki usulsüz vusul olmaz. Bazı işlerin semeresi, neticesinden ziyade usulündedir. Kaldı ki hemen yanı başınızdaki esnaftan günlük ihtiyaçlarınızı kendi elinizle almak yerine internetten siparişle temin etmenin kolaycılık olup olmadığı bile tartışılabilir. Fakat böyle bir tercihin sizi en azından insanlarla ünsiyetten, selamlaşmaktan, güler yüz ve tatlı dil tasaddukundan, hayır bereket duasından mahrum bıraktığı aşikârdır. Yeniden hale yola dönmek için Sözü, çıktığımız yolda mesafe almamızı sağlayan iki temel usulün, sohbet ve hizmetin, teknolojinin ağında işlevsiz kılınması tehlikesine getirmek istiyoruz. Çünkü salgın kısıtlamalarında sohbetler zarurete binaen çoğu yerde online yahut çevrimiçi denilen bir bağlantıyla internet üzerinden yapıldı. Bazılarımız, “Böyle de sohbet edilebiliyormuş; fiziken bir araya gelmek için bir takım meşakkatlere katlanmaya gerek yokmuş” diye düşünebilir. Yahut bunun çağın sunduğu ve mutlaka kullanılması gereken daha kolay, daha verimli bir imkân olduğu kanaatine kapılabilir. Bu tür mülahazalar sohbeti karşılıklı konuşmaktan veya sözle aktarılan bilgilere bir topluluğun muhatap olmasından ibaret görmenin eseri şüphesiz. Oysa sohbet, “dostluk, arkadaşlık, kardeşlik” demektir. Konuşma veya sözle aktarılan bilgi sohbetin şartı değildir. Muhataplar arasında dostluğa, muhabbete vesile olduğu nispette sohbet sayılır. Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhû hazretlerinin, “Bizim yolumuz sohbet yoludur” sözü, evvela ve genel anlamda halkla ünsiyet ve ülfeti, topluma katılmayı, kalbi Allah Tealâ’ya tahsisle zâhirde sosyalleşmeyi ifade eder. Daha özel anlamda ise kastedilen, kâmil mürşitlerin veya onların ruhsat verdiği kişilerin ilim irfan halkalarıyla, ihvanın zikir ve hasbihal için bir araya geldiği meclislerdir. Bu ikinci anlamıyla sohbet, Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin ve ashabının sünnetidir. Yüz yüze, göz göze, diz dize, gönül gönüle olmayı gerektirir. Esasen sadece “sohbet halkası” veya “sohbet meclisi” tabirleri bile sohbetlerde fizikî beraberliğin esas olduğunu ispata kâfidir. Çünkü Allah rızası için yapılan sohbetler kesb-i hal içindir. Haller kalpten kalbe, gönülden gönüle sirayetle kazanılır. Bu sebeple Cenâb-ı Mevlâ “sâdıklarla beraber olmamızı” (Tevbe 119) emir buyurmuştur. Sâdıkların, yani Allah dostlarının, âlimlerin, âriflerin, kâmil müminlerin meclisinde bulunmak, onların kalplerindeki ilâhî feyzden nasiplenmeye, halleriyle hallenmeye vesiledir. Bu feyz ve haller onların bazen sözleri, bazen sükutları, bazen de nazarları, tebessümleri yahut istikametleriyle, ama her halükârda sohbetteki manevi atmosfere bizzat dâhil olmakla huzurdakilere sirayet eder. Böyle meclislerde bulunanlar, gül bahçesine girenlerin gül kokması gibi edeple, muhabbetle, merhametle, tevazuyla, nezaketle; hâsılı güzel ahlâkla ahlâklanırlar. Peki bütün bunlar teknolojik cihazlar aracılığıyla yapılan sohbetlerde kazanılamaz mı? Yahut televizyon ya da bilgisayardan sohbet izlemenin hiç mi faydası yok? Var elbette. Ekrana düşen, gül bahçesinin görüntüsüdür sonuçta ve güzelliğiyle izleyenlerin gönüllerini ferahlatıyor olabilir. Onları pek çok konuda bilgi sahibi yapabilir. Ama siz fiilen o gül bahçesinin içinde, güllerle fiziken de temas halinde değilseniz, gül kokamazsınız. Ol sebepten yarın salgın bizi terk ettiğinde, sohbet gibi, hizmet gibi kadim usullerimizi beraberinde götürmesine izin vermeyelim.