Aramak

Namazdan Gafil Olanlar

Mâun suresindeki bu ayet-i celileler, hakiki kulluğa davetle bizlere hem Allah Tealâ’ya hem de mahlûkata karşı görev ve sorumlulukların bilincinde olmamız gerektiğini hatırlatır. Bu görev ve sorumlulukları yerine getirirken de samimi bir niyet ve gayret içinde olmamız gerektiğine işaret eder.

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gafildirler.” mealindeki ayet-i celileden de anlaşıldığı üzere namaz, şüphe yok ki İslâm şiarları içerisinde çok özel bir yere sahiptir. Hadis-i şerifte geçtiği üzre “namaz dinin direğidir.” (Tirmizi, İman, 8). Müminlerin Cenab-ı Hakk’a ve İslâm’a sağlam bir bağla bağlandıklarının göstergesidir.

Namaz, Cenab-ı Mevlâ’nın zikriyle, lütuf ve inayetinden medet ve hidayet almaktır. Hem fert, hem toplum olarak... Allah Tealâ’nın rızasına yaklaşmak, O’nun emrine göre ihlâsla kulluk vazifelerini yerine getirmek için şevk ve ibret alma talebidir. Namazlarından gafil olan kimseler ise bütün bunlardan ve sayamadığımız sonsuz ikramlardan gafildirler ve yanılmaktadırlar.

Namazdan gaflet namazda gaflet

“Namazdaki gaflet” hususunda müfessirler tarafından yapılan izahları şu şekilde sıralamak mümkündür:

Öncelikle namazdan gaflet, münafıkların ve fâsıkların fiilidir. Namazdan gaflet, sorumluluğun bilincinde ve hakkını vererek kılmamaktır.

Her iki grubun namazdan gafletleri şu şekillerde olur:

  • Kılınıp kılınmadığına aldırmamak,
  • Vaktine dikkat etmemek,
  • Terk etmekten üzüntü duymamak,
  • Allah için hâlis niyet ile kılmayıp, dünyaya ait birtakım maksatlar için kılmak,
  • Başkalarının yanında kılıp kendi başına kalınca terk etmek,
  • Cenab-ı Hakk’ın huzurunda hayatın her alanına tesir edecek bir kulluk bilinciyle değil, Hz. Mevlâna kuddise sırruhûnun ifadesiyle “baş yerde kuyruk havada” şeklinde kılmak,
  • Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin, Ashab-ı Güzin ve Selef-i Sâlihîn’in öğrettiği şekilde kılmamak,
  • Tadil-i erkâna uymadan ve huşû olmaksızın lâkayt şekilde, mesela elbiseyle ya da vücut azalarıyla oynayarak kılmak,
  • Mazeretsiz esneyip durmak, sağa sola dönmek gibi namazda hoş karşılanmayan şeylerden kaçınmamak,
  • Kuşun yem toplaması gibi alelacele kılmak.

Allah Tealâ bu hallerden bizleri muhafaza buyursun.

İnsan, edeplerine riayet etmeden yaptığı ibadetlerin, kıldığı namazların bir gün önüne konulacağından, bu tavırlarından dolayı da mahşer gününde mahcup olacağından korkmalı, endişe duymalıdır. Unutmamalıdır ki namaz ebedî saadetin anahtarıdır. Ölümle uyanıp hakiki yurdumuza döneceğimiz gerçeğini aklımızdan hiçbir şekilde çıkarmamalıyız. Yok olup gidecek bir rüya için gerçek ve ebedî saadeti kaybetmeye razı olmamalıyız.

Dikkat edilmelidir ki ayet-i celilede “namazlarında gaflet” değil, “namazlarından gaflet” ifadesi kullanılmıştır. Bu iki ifade arasında çok büyük fark vardır. “Namazlarından yanılma ya da gaflet” bazılarının namazı terk edecek kadar ciddiye almamaları anlamına gelir ki bu, münafıkların ya da fâsıkların fiilidir.

“Namazlarında yanılma ya da gaflet” ise şeytanın vesvesesiyle yahut içten konuşma sebebiyle namaz sırasında ârız olan yanılgı anlamına gelir ki, bu da herhangi bir müslümanın neredeyse hiç uzak kalamayacağı bir husustur. Bundan dolayı Ata b. Dinâr rahmetullahi aleyhin şöyle dediği aktarılır: “Hamd olsun Allah’a, ‘namazda gaflet’ ile azarlamamış, ‘namazlarında yanılanlar’ buyurmamış da, ‘namazlarından gaflete düşenler’ buyurmuştur. Eğer namazın içinde gaflete düşenler, yanılanlar denseydi işimiz çok zor olurdu!”

Günahın doruk noktası

Sure-i celilenin ikinci ve üçüncü ayet-i kerimelerinde bildirilen “Gördün mü o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! İşte o yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.” ifadeleri, kulun Allah Tealâ’nın mahlûkatına karşı şefkatli olma konusunda bir kusuru dile getirir.

“Namazından gaflet etmesi” ise Cenab-ı Hakk’ın emrine saygı konusunda bir kusurudur. Kişiden bu iki konuda böyle kusurlar meydana gelince günahkârlığı doruk noktaya varmış olur.

Bu iki şekilde kusur işlemek sure-i celilede kıyameti yalanlamanın alameti olarak bildirildiğinden, böyle yapanlar hakkında Hak Tealâ “Veyl: Vay haline, ona yazıklar olsun” buyurmuştur.

Sure-i celilenin başında değil de bu kısmında “veyl” buyurulmasının sebebi ise, Hak Tealâ ile olan muameledeki kusurun, halkla muameledeki kusurdan daha ağır olduğuna, daha şiddetli bir azabı gerektirdiğine işaret içindir.

Yetime ve zayıflara merhametsizliğin kıyameti yalanlamanın alameti olduğu; çirkin görülüp yerilmeyi gerektirdiği önceki ayet-i celilelerde bildirilmişti. Sure-i celilenin girişte mealini verdiğimiz 4-7. ayetlerinde ise Allah Tealâ’nın kahrı, gazabı ve büyük azabı namaz kılan münafıklar içindir. Onlar hesap gününü yalanladıklarından namaz hususunda da yanılgı üzeredirler. Kendi anlayışlarına göre namazla meşguliyeti boş ve gereksiz görürler.

Bununla beraber, müslüman gibi görünmek için namaz kıldıklarında o namazın her rüknünde de gaflet üzere bulunurlar. Huşû hali ile alakaları yoktur. Yalnız kaldıklarında veya kendi yarenleriyle olduklarında namaz kılmazlar ama asla bu duruma üzülmezler. Böyleleri namazı nifaklarını saklamak için alet ettiklerinden, kıldıkları namazın faydasını görmedikleri gibi ayrıca azaba da düçar olurlar.

Tefsîr-i Kebîr’de şöyle bir anlatım vardır: Rivayet edildiğine göre herkes cehennemde suçuna göre bağırıp çağırarak ağlayacak. Mesela birisi, “Şan ve şeref peşinde koştuğum için bana yazıklar olsun!” bir diğeri, “Namazımdaki günahımdan dolayı yazıklar olsun bana!” diyecek. İşte bu yüzden böyle ayetleri dinlerken kişinin, “Eğer Allah Tealâ beni bağışlamazsa yazık bana, vay halime!” demesi müstehap olmuştur.

Ayet-i kerimedeki manaya, kıldıkları birkaç vakit namazdan dolayı gururlanıp dini ondan ibaretmiş gibi zannedenler ve diğer kulluk vazifelerini ciddiyete almayanlar da zımnen dahil olur. Dinin ruhu, Allah Tealâ’nın emrine samimiyetle boyun eğme, bütün kuvvet ve hareketi, ceza ve mükâfatı yalnızca O’ndan bilme esasında toplanır. Onun için Kur’an-ı Kerim’de imandan sonra sâlih amellerin esası olmak üzere namaz ve zekât beraber zikrolunmuştur.

Dolayısıyla öyle kimseler vardır ki, namaz kılar görünürler ve sadece bununla bütün dinî vazifelerini ifa edivermişler gibi düşünerek yanılırlar. Zekât gibi diğer vazifelere ise önem vermez, bunlardan kaçınırlar. Allah için istemekten hoşlanırlar ama Allah için ufak bir şey vermekten, O’nun kullarına yardım etmekten ve Cenab-ı Hakk’ın emirlerinin ifası için lazım gelen masraflara güçleri yettiği kadar iştirak etmekten çekinirler. Halbuki mealen, “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ın zikri elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (Ankebut 45) buyurulduğu üzere, namaz kişiyi çirkin ve kötü şeylerden vazgeçirir.

Allah Tealâ’nın tam bir zikri olan namazın en büyük vaiz olması gerektiği halde kötülük ve çirkinliklerden vazgeçmeyen, iyiliği ve kulluk görevlerini düşünmeyen kimseler de namazın manasından, içerdiği yasaklama ve öğüdünden gaflete düşerek namazlarından yanılmış olurlar.

Gösteriş yapanlar hayra engel olanlar

Ayet-i celilenin manası, devamında gelecek şu iki ayet-i kerimenin meali ile de izah olunmaktadır: “Onlar gösteriş yapanlardır. Ve hayra da mani olurlar.”

Gösterişin yani riyânın hakikati, ibadet vasıtasıyla insanlardan dünyalık talep etmektir. Böyle büyük bir yanlışa yönelten sebep ise kişinin amellerini ve hallerini manevi karanlık içerisindeki nefsine ait görmesidir. Oysa hayırlarda muvaffakiyet ancak Allah Tealâ’nın yardımı ile mümkündür.

Riyâkârlar yaptıkları amelleri Allah için yapmazlar. Halka gösteriş için herkesin göreceği yerde, insanlar onu beğensin, sevsin diye yaparlar. İster maddi menfaat ister itibar talebi olsun, ibadetlerin asıl maksat ve mahiyetinin dışında bir sebeple yapılması riyâdır. Gizli ya da açık riyâ hususunda herkes kendi kalbini yoklamalı, ihlâsa mani olan manevi hastalıklarını tedavi etmelidir.

Bir hadis-i şerifte Efendimiz sallalahu aleyhi vesellem ümmetini riyâdan sakındırmak için şöyle buyurmuştur: “Riyâ (ibadet ve amelde gösteriş duygusu) karanlık bir gecede siyah bir taş üzerinde yürüyen siyah karıncanın ayak izinden daha gizli ve fark edilmeyecek derecede sinsidir.” (bk. Ahmed, Müsned,4/403; Hâkim, Müstedrek,2/290)

Anlaşıldığı üzere gösterişten kaçınmak son derece zor bir iştir. Nefsi terbiyeyi, kalbi saflaştırmayı gerektirir.

Bununla birlikte farz ameli açığa vurmakla kişi riyâkârlık yapmış olmaz. Çünkü açıkça yapılması, saklanmaması farz amellerin hakkıdır. Bu manada Peygamber Efendimiz sallalahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Allah’ın farz kıldığı hususlarda gizlilik saklılık olmaz.” (İbnü’l-Esir, en-Nihâye, III, 388)

Farzlar İslâm’ın alâmetleri ve şiarlarıdır. Şeriatta farzları terk eden bir kimse kınanmayı ve gerektiğinde cezayı hak eder. O halde farzları açıkça ifa etmek ve zan altında kalmaktan uzak durmak icab eder.

Nafile ameller ise gizlenebilir. Özellikle riyâ endişesi varsa bu gereklidir. Bir kimse nafile ameli terk ettiğinden dolayı kınanmaz, bundan dolayı da zan altında bırakılmaz. Kişinin örnek olması maksadı ile bir nafile ameli açıkça işlemesi ise güzel bir iş olur.

Cenab-ı Mevlâ kıyameti yalanlayanların son vasfını da şu şekilde belirterek sure-i celileyi bitirmiştir: “Ve hayra da mani olurlar.”

Ayet-i celilenin Arapça aslında geçen “mâûn” kelimesi “en ufak hayır” anlamına gelir. Her evde kullanılan su, ateş, çanak çömlek, tas tabak, iğne iplik gibi sıradan şeylere de mâûn denilir. Yani kişiye yardım ve destek sağlayan her vasıta bu kavramın içinde yer alır. Bu yüzden âlimler, “Yardımlaşmaya vesile olan bu tür şeylerin ihtiyaç halinde istendiğinde verilmemesi dinen sakıncalıdır. Bir zaruret yokken esirgenmesi güzel ahlâka yakışmaz.” demişlerdir. Şu halde “mâûn”, “yardımlaşmanın gerektirdiği büyük küçük her türlü iyilik” olarak anlaşılmalıdır.

Malını sakınanlar

Ayet-i celiledeki tehdit, en ufak hayırları yapmamakla beraber, mal ve eşya biriktirip onları namazda düşünüp durmakla namazdan gaflete düşen kimseler içindir.

İbn Azîz rahmetullahi aleyh demiştir ki: “Ayet-i kerimedeki ‘mâûn’ cahiliye döneminde her türlü hediyeye ve fayda sağlayan şeye denirdi. İslâm’da ise zekât ve hayır cinsinden ibadetlere denir.”

Şu halde zekâtı vermeyen yahut kimsenin vermekten çekinmeyeceği ufacık yardımlardan bile geri duran cimriler Cenab-ı Hakk’ın emrini yerine getirmemiş olur. Dolayısıyla namaz kılarak dindar görünen ama namazlarından gafil, riyakâr ve gösterişçi, ufak bir yardımdan bile kaçınan kimselerin bu halleri son derece şaşırtıcıdır. Oysa dinsizin yetimi kakıştırması, fakirlere yardım etmemesi bu kadar şaşırmaya değmez.

Hülasa olarak ayet-i celilelerin mesajı şu iki maddede toplanabilir:

Birincisi; kulluk vazifelerini yerine getirirken şeriat tarafından ortaya konulmuş şekiller ve usuller vazgeçilmez unsurlardır. Ancak en az zâhirî şartlar ve şekiller kadar dikkat edilmesi gereken husus kalbe ait hallerdir. Bunlar niyet, huşû, takva ve benzeri kavramlarla ifade edilen ve insanın özüne taalluk eden durumlardır. Kula itaat ibadetlerle yakınlık kazandıran, zâhirî şartları bihakkın yerine getirmekle beraber, kalbe ait bu durumlardır. Bu da “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmeke”le (Buhârî, İman, 37) elde edilir.

İkincisi; ayet-i celilede Allah Tealâ’ya huşû ile ibadet ve yardımlaşma birlikte zikredilmiştir. Buna göre gerçek manada kulluk, hem Allah Tealâ’ya hem de mahlûkata karşı görev ve sorumlulukların bilincinde olup, bunları samimi bir niyet ve gayretle yerine getirmeye azmetmektir. Cenab-ı Mevlâ’nın ayet-i celile ile mümin kullarından istediği ahlâk-ı hamîde budur.

İslâm dininin yüceliğini kalben ve lisanen tasdik etmeli, samimi bir müslüman olmalı, fakirlere ve zayıflara elinden geldiğince yardımı da esirgememelidir. Her amelinde Allah Tealâ’ya sığınmalı ve muvaffakiyeti O’ndan talep etmelidir.

Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy