Namazla Miraç, Zekâtla Arınma
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” (Bakara 43)
Yüce Mevlâ girişteki ayet-i kerimeyi yahudiler hakkında indirmiştir. Yahudiler de namaz kılarlardı fakat rükûları yoktu. Namazı rükûsuz ve cemaatsiz kılarlardı. İman etmediklerinden namazları Allah için de değildi. Bu ayet-i kerimeyle Cenab-ı Hak onlara iman edip İslâm dinine girmelerini, müslümanlar gibi yapmalarını, rükû edenlerle beraber rükû etmelerini ve namazlarını cemaatle kılmalarını emretmektedir.
Ayet-i kerimede zikredilen bir başka husus ise zekâttır. Yahudiler zekât konusunda gevşeklik gösterdiklerinden Allah Tealâ imanla beraber onlara zekât vermeyi de emretmekte, aksi takdirde yaptıkları hiçbir ibadetin makbul olmayacağını bildirmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de belli bir topluluğa hitap edildiğinde bu hitap sadece o topluluğa değil, bütün muhataplaradır. Bir hükümdar huzurunda bulunan bazı kimseleri bir konuda ayıplayınca, bununla onu işiten herkesi sakındırmak ister. Bu ayet-i kerimeyi ve diğer bütün ayet-i kerimeleri böyle anlamak gerekir. Nüzul sebebinin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir.
Önce namaz
Hanefî mezhebine göre kâfirler namaz oruç gibi ibadetlerle emredilmez, yapmadıklarında cezalandırılmazlar. Onların sorumlu oldukları husus inanmak ve İslâm’ı kabul etmektir. Önce dine davet edilirler, davete icabet ettikleri takdirde muhatap oldukları ilk emir, “namazı dosdoğru kılın”dır.
Bütün farz ibadetler Allah Tealâ’ya yakınlık sağlasa da bunların içinde en fazla yakınlık sağlayanı şüphesiz namazdır. Namaz, İslâm’ın ikinci rüknü olup bütün ibadetleri içinde toplama özelliği vardır. Mirac gecesi cennette, Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme bahşedilen rü’yet nimeti, dünyaya indikten sonra, dünyanın haline uygun olarak namazda, hakiki rü’yetten bir nasiplenme şeklinde gerçekleşmiştir. Bu sebepledir ki Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Namaz müminin miracıdır.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/497; Süyûtî, Şerhu Sünen-i İbn Mâce, 1/313)
“Kulun Rabbine en yakın bulunduğu an (namazda) secdede olduğu andır.” (Müslim, Salât 42 nr. 482; Ebû Dâvud, nr. 875; Tirmizî, nr. 3579)
İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri namazın faziletlerini anlatırken aşağıdaki hadis-i şerifi zikreder ve der ki: “Bu fakire göre Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şu zikredeceğimiz hadis-i şeriflerindeki ifade edilen ‘vakit’ namazdır:
‘Allah Tealâ ile beraber olduğum bir vaktim vardır ki ona ne mukarreb (Allah Tealâ’ya çok yakın olan) meleklerden bir melek ulaşabilir ne de Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber...’” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr,4/1)
Namaz kötülükleri örter, kişiyi çirkin şeylerden alıkoyar. Namaz Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin içinde rahatlamak istediği ibadettir. Nitekim O, namaz kılmak isteğini şu sözüyle ifade etmiştir:
“Ey Bilâl! (Namaza davet ederek) bizi rahatlat.” (Ebu Dâvud, nr.4985; Ahmed, el-Müsned 5/364)
Namaz, İslâm ile küfür arasındaki belirleyici farktır. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki:
“Kulluk ile küfür arasındaki sınır namazı terk etmektir.” (Müslim, İman 134 nr. 82; Tirmizî, nr. 2618-2621)
İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektûbât’ında şöyle der:
“Muhakkak ki ahiret amellerin karşılığının alınacağı yerdir. Bu dünya ise çalışma yeridir. Bundan dolayı sâlih amelleri yerine getirme hususunda gayret göstermek gerekir. Amellerin en üstünü ve ibadetlerin en faziletlisi, dinin direği, müminlerin miracı olan namazı hakkıyla eda etmektir. O halde namazın farzlarını, vaciplerini, sünnet ve edeplerini gereği gibi yerine getirebilmek için çok dikkat etmek gerekir. Bunları yaptıktan sonra da namazda iç huzur ve ta’dil-i erkân hususunda azami dikkatli davranmak lazımdır. Çünkü insanların çoğu iç huzur ve ta’dil-i erkâna dikkat etmedikleri için namazlarını zayi ediyorlar. Namazını gereği gibi eda edenlere büyük müjdeler, şartlarına riayet etmeyenlere de büyük tehditler vardır. Çünkü namaz, dinin ayakta olduğuna ve miracın tamamlandığına bir işarettir.”
Namazın gerektiği gibi kılınması
İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri yine Mektûbât’ında Muhammed Bedahşî’ye yazdığı mektubunda şu satırları kaleme almıştır:
“Mektubunuzda tarikata intisap eden bir kısım arkadaşlarınızla birlikte vazifelerinizi sürekli yerine getirdiğinizi, günlük beş vakit namazı yaklaşık elli altmış kişilik bir cemaatle eda etiğinizi haber veriyorsunuz. Bu nimete karşılık Allah’a hamd olsun. İnsanın iç dünyasının zikrullahla, dışının da şeriatın hükümleriyle süslenmiş olması ne büyük bir nimettir! Günümüzde insanların çoğu gerek namazları eda hususunda, gerekse itminan ve ta’dil-i erkân hususunda gevşek davrandığı için mecburen bu konunun önemine dair bir şeyler yazmak istedim. Bu hususla ilgili olarak şu hadis-i şerife dikkat edelim:
Allah Rasulü aleyhissalâtu vesselam buyurdu ki:
– Hırsızların en kötüsü namazından çalan kimsedir. Sahabe-i kiram;
– Ya Rasulallah, kişi namazından nasıl çalabilir ki, diye sorunca da;
– Rükû ve secdesini tam olarak yapmaz, dedi. (Ahmed, el-Müsned 3/56; Dârimî, es-Sünen 1/135)
Bir gün Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem namaz kılan bir kimsenin yanından geçiyordu. Bu kimsenin namazın hüküm ve rükünlerini tam olarak yerine getirmediğini, rükûdan tam olarak doğrulmadığını ve iki secde arasında da tam olarak oturmadığını gördü. Bunun üzerine o sahabiyi şu sözleriyle uyardı:
“Sen eğer bu hal üzere (namazını kılmaya devam ederek) ölürsen, kıyamet günü seni benim ümmetimden saymazlar.” (Ebu Ya’lâ, el-Müsned, nr.7148; Taberânî, el-Kebîr, 4/115)
Şu halde namazlarımızı gereği gibi eda etmeli, ta’dil-i erkâna riayet ederek yavaş kılmalıdır. Kıyamda her aza sükûnet bulacak şekilde ayakta tam olarak dikilmeli, rükû ve secdede söylenen tesbihler en az üç defa söylenmeli, rükûdan kalkarken beli tam olarak doğrultmalıdır. Secdeye giderken ilk önce yere yakın olan aza yere koyulmalı, secdeden başını kaldırırken de önce en yukarıda olan azadan başlamalıdır. İki secde arasında da yine beli tam olarak doğrultarak namazı eksiksiz eda etmelidir. Kıyamdayken secde yerine, rükûda ayaklarının üstüne, secdedeyken burun ucuna, otururken ellere bakmak uygundur. Göz söylenilen yere dikilir, farklı yerlere bakılmazsa namazı iç huzuruyla kılmak mümkün olur, huşû gerçekleşir. Bununla yetinmeyip başkalarını da ta’dil-i erkâna riayet etmeye özendirmeli, yumuşak bir dille uyarmalı ki insanlar bu faziletten mahrum kalmasınlar. Namazını devamlı ve bu şekilde ta’dil-i erkâna uyarak kılan kimse kötülüklerden ve çirkinliklerden kaçınır. Bu sözün hakikati Allah Tealâ’nın şu ayet-i kerimesinin mealidir: “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût 45)
Bu durumda olmayan, yani sahibini kötülüklerden ve çirkinliklerden alıkoymayan namaz şekilden ibarettir; hakikati yoktur. Fakat hakikat elde edilinceye kadar şekli terk etmemek de gerekir. Çünkü ‘tamamı elde edilemeyen şey tamamen terk edilmez’ diye bir kural vardır. Zira sonsuz kerem sahibi olan Allah Tealâ’nın o şekle de itibar etmesi ve o namazı hakiki namaz yerine kabul etmesi ümidi vardır. Çünkü nefsleri ağır basmasına rağmen kendilerini zorlayarak kendilerini ıslah etme yolunu seçenlerin Allah Tealâ katında büyük değeri vardır.”
İlahî hakikatin anahtarı
İlahî hakikatlerden nasiplenmek ahirete mahsustur. Bunlardan dünyada nasiplenmek ise ancak müminin miracı olan namazda olur. Bu miraçta sanki dünyadan çıkıp ahirete varılır ve ahirette verilecek olanlardan faydalanılır.
Bu büyük nimete namazda ulaşmanın sebebi, namaz kılan kimsenin ilahî hakikatin zuhur ettiği yer olan Kâbe’ye dönmesidir. Kâbe şaşılacak bir yerdir. Çünkü o, görüntüsü ile dünyaya, hakikati ile ahirete aittir. Onun vasıtasıyla namaz da böyle bir özellik kazanmış, görüntüsü ve hakikatiyle hem dünyayı hem de ahireti kendinde toplayan bir ibadet olmuştur.
Ayet-i kerimede namazın dosdoğru kılınması emredildikten sonra cemaate teşvik edilmekte ve mealen; “Rükû edenlerle birlikte rükû edin!” denilmektedir.
Rükû namazın farzlarından biridir. Arapçada parçanın isminin bütüne verilmesi meşhur bir mecaz şeklidir. Dolayısıyla ayet-i kerimede parçasını zikrederek bütünü kastetmek kabilinden namaz rükû ile ifade edilmiştir. Çünkü yahudilerin namazında rükû olmadığından burada özellikle rükû kelimesi kullanılmıştır.
Ayet-i kerimede namazın ikame edilmesinden kasıt, namazın mutlaka eda edilmesi gerektiğidir. Rükûdan kasıt ise bu namazı cemaatle eda etme emridir. Böyle olduğundan ayet-i celilede herhangi bir tekrar yoktur. “Rükû edenlerle birlikte...” ifadesiyle cemaate katılmak emredilmektedir.
İmam Şafiî rahmetullahi aleyh, “Cemaate katılma gücüne sahip olan kimsenin özrü olmadıkça cemaati terk etmesinde bir ruhsat görmüyorum.” demiştir.
Cemaatle namaz
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine uymanın zerresi bile bütün dünya zevklerinden sayılamayacak derecede daha değerlidir. Çünkü Sünnet’e uymak Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir iştir. Fazilet, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine tâbi olmaya, meziyet O’nun şeriatını tatbik etmeye bağlıdır.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hiç terk etmediği sünnetlerinden biri de cemaatle namaz kılmaktır. Bu “müekked” bir sünnettir. Kim cemaate devam ederse Allah Tealâ’nın rahmeti, bereketi o kişi üzerine olur.
Cemaat ile kılınan namaz, tek kılınan namazdan yirmi beş derece üstündür. Ebu Hüreyre radıyallahu anh hazretlerinden rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Kişinin cemaatle kıldığı namazı, evinde, çarşı pazarda kıldığından yirmi beş derece üstündür. Sizden biri güzelce abdest alarak sadece namaz niyetiyle camiye gelirse, camiye varıncaya kadar attığı her adıma karşılık mutlaka Allah Tealâ onu bir derece yükseltir. Bir günahını da siler. Camiye girdiğinde namazı beklemek için durduğu müddetçe, namazda sayılır. Ayrıca kimseye eziyet etmemek ve abdestli olmak şartıyla namaz kılacağı yerde durduğu müddetçe melekler: ‘Ey Rabbimiz, onu affet’ diye dua ederler.” (Buhârî, Salât 87; Müslim, Mesâcid 272)
Mihrap ya da savaş yeri
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu müjdeleriyle beraber cemaatte ruhî bir cihad da vardır. Namaz cihada, mihrap da cihad meydanına benzer. “Mihrab”ın kelime manası “harp yeri” demektir. Türkçe’de imamın durduğu yere mihrap denilmekle beraber, aslında herkesin namaz kıldığı yeri kendi mihrabıdır. Her bir namaz kılanın mihrabında nefs ve şeytanla kendi savaşı vardır.
Namazın rükünlerine, ta’dil-i erkâna ve huşûya riayet etmekle beraber, savaşmak için mutlaka saf tutulması ve bu safların sık olması lazımdır ki şeytan aralara giremesin, bozgunculuk yapamasın. Çünkü nefse ve şeytana karşı da güç cemaattedir, birlik olmadadır.
Cemaatle kılınan namazlarda safların düzgün olmasına bu açıdan çok önem vermek gerekir. Saflarda duranlar safın ilerisinde veya gerisinde kalmamalı, mutlaka herkes bir çizgi gibi aynı hizada durmalıdır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem namazda safların düzeltilmesiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Safların düzeltilmesi namazın doğru kılınmasının bir gereğidir.” (Buhârî, Ezan, nr:723; Müslim, Salât,27 nr. 433-435)
Zekâtla temizlenmek
Ayet-i kerimede konu edilen diğer önemli husus da zekâttır. Zekât, temizleyerek çoğaltır. Malı kirden, nefsi de cimrilikten arındırdığı; mala bereket verip nefse fazilet ve kerem bahşettiği için böyle isimlendirilmiştir.
Kelimenin kökü hakkında iki görüş vardır. Birinci görüş, artıp çoğalan bir şey hakkında kullanılan “zekâ” kelimesinden türetildiği ve “arttı, çoğaldı” anlamına geldiği şeklindedir. Malı eksilttiği halde maldan çıkarılan zekâta bu adın veriliş sebebi, o malın bereketlenerek artması yahut zekât verenin aldığı sevap ile ahiret sermayesinin çoğalması sebebiyledir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de mealen buyuruyor ki:
“(Hayır için) ne harcarsanız Allah bunun ardından (daha iyisini) lütfeder.” (Sebe’ 39)
İkinci görüş ise zekâtın temizlik anlamına geldiğidir. O zaman zekât “malın kirlerden, nefsin de cimrilikten temizlenmesi” demektir. Zekâtını veren kimse malından Allah Tealâ’nın yoksullar için belirlemiş olduğu hakkı çıkartarak sorumluluktan kurtulmuş, arınmış olur. Ayet-i celilede buyrulmuştur ki:
“Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.” (Zâriyât 19)
Bu iki manadan hareketle denilebilir ki zekât, nefsi dünya hırsından, kötü ahlâktan; kalbi de kötülüklerden temizlemek demektir. Zekât Allah Tealâ’yı talep edenlerin belgesidir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın rızasını istemek bütün isteklerin en üstünüdür.
Allah Tealâ’nın rızasından başka bir şey istemek, hele istenen şey dünya ve içindekiler ise sonu hüsran olan bir arzudur. Dünyayı biz bırakmazsak elbet bir gün o bizi bırakacaktır. Henüz geç olmadan zekât ile dünya ve içindekilerden vazgeçmeye nefsi alıştırmak gerekir.
Yük değil lütuf
Zekâtın ibadet yönünün yanı sıra kişide ve toplumda manevi ve ahlâkî değerleri yücelten, sosyal yapıyı güçlendiren, ekonomik hayata canlılık getiren birçok yararı vardır.
Zekât, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle fakirin hakkıdır. Onu vermek zengini cimrilik hastalığından, aşırı mal hırsından kurtarır. Kendi alın terinden bir pay verebilme, Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği nimete yine kendi cinsinden şükretme hasleti kazandırır. Toplumda dayanışmayı güçlendirir, devletin ulaşamadığı ihtiyaç sahiplerine uzanarak kardeşlik duygularını besler. Toplumdaki refah düzeyinin dengeli dağılmasına, böylelikle milletin kalkınmasına vesile olur.
Zekâtı verirken Allah Tealâ’nın rızasına niyet etmek, başa kakmadan ve eza vermeden bu görevi ifa etmek gerekir.
Zekât temiz ve helal kazançtan, malın iyisinden verilmelidir. Hanefîlere göre gösterişe mahal vermemek için gizlice verilmesi, Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise diğer insanları bu ibadete teşvik için açıktan verilmesi faziletli görülmüştür. Zekât öncelikle kendilerine zekât verilecek akrabaya, daha sonra diğer yakınlara verilmelidir. Kişinin kendisi tarafından verilmesi şart olmayıp, vekil ve kurumlar aracılığıyla da ödenebilir. Bu konuda ayrıntılı bilgileri fıkıh kitaplarından ve ilim ehlinden öğrenmelidir.
Kısaca; insanın imanını mutlaka düzeltmesi gerektiği gibi sâlih amelleri de işlemesi gerekir. İbadetlerin en kapsayıcı olanı ve kulu Allah Tealâ’ya en çok yaklaştıranı namazdır. Namazı cemaatle, huşû içinde ve Cenab-ı Mevlâ’nın karşısında boyun bükerek kılmaya devam etmelidir.
Zekât vermek ise İslâm’ın temel esaslarındandır ve kesinlikle yerine getirilmesi gereken bir farzdır. İsteğe bırakılmış bir ibadet değildir. Fakat bir yük değil, vereni ve malını arındırıp temizleyen, dahası bereketlendiren ilahî bir lütuftur.
Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.
Faydalanılan Kaynaklar:
- (Ebu’l-Leys Semarkandî, Tefsîru’l Kur’an;
- Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l- İşârât;
- Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât; Fahreddin Râzi, Tefsîr-i Kebîr; Ebu Abdullah el-Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’an; İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; Mektûbât, İmam-ı Rabbânî; İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; İbn Acibe el-Hasenî, Bahru’l-Medîd; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsatü’l-Beyân; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri)