Aramak

Ne Konuşmalı Nasıl Konuşmalı?

Konuşkan veya suskun olmak her ne kadar insan mizacıyla ilgili olsa da müslüman için meselenin dinî ve ahlâkî boyutu önemlidir. Konuşmak bir sorumluluktur ve ilkeli olmayı gerektirir. Müslüman, neyi ne kadar ve hangi gerekçeyle konuşacağının şuurunda olmak zorundadır.

Hind b. Ebî Hâle radıyallahu anh, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sel-lemin konuşma tarzını şöyle tasvir eder:

“Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem genellikle hüzünlü ve sürekli tefekkür halinde olurdu. İstirahatleri yoktu. Konuşmadan sessizce durduğu anlar daha uzundu. İhtiyacın dışında konuşmaz, konuştuğunda sözünü besmeleyle açar ve besmeleyle bağlardı. Cevâmi’ül-kelîmle, yani az sözle çok manayı ifade eden kelimelerle konuşurdu. Sadece gerçeği söyler, ne fazla ne de eksik konuşurdu. Konuşma tarzı sert ya da ezik değildi. Nimeti yüceltir, azlığından dolayı asla küçümsemezdi. Ayrıca tadından dolayı da herhangi bir yemeği ne över ne de yererdi.

Dünya ve dünyalık bir şey asla O’nu kızdırmazdı. Fakat hak ihlali olduğunda öfkelenir, hakkı üstün kılana kadar hiçbir şey öfkesini durduramazdı. Nefsi için kızmaz ve nefsini haklı çıkarmaya kalkışmazdı. İşaret ettiğinde elinin tamamıyla işaret eder, hayretini elini tersine çevirerek ifade ederdi. Konuşurken ellerini hareket ettirir, sağ avucunu sol başparmağının iç kısmına vururdu. Kızdığında yüz çevirir ve uzaklaşırdı. Sevindiğinde ise gözlerini yumardı. Gülüşü, genellikle tebessümdü. Gülüm-sediğinde dişleri inci tanesi gibi parıldardı.” (Tirmizî, Şemâil 7)

Hadis-i şerif, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemi tasvir eden Hilye-i Şerif’den bir bölümdür. Efendimiz'i tasvir eden her anlatımın aslında bir kıssası vardır. Bu güzel anlatımla ilgili kıssayı Hz. Hasan radiyallahu anh şöyle anlatır:

“Dayım Hind bin Ebî Hâle, iyi bir anlatıcı idi. Kendisinden Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellemin konuşmasını anlatmasını istedim.” Bu girişten sonra yukarıdaki hadis-i şerifi zikreder. Sonra der ki:

“Bir müddet kardeşim Hüseyin’e bundan bahsetmedim. Sonra anladım ki o benden önce Hind b. Ebî Hâle’ye gitmiş, benim sorduğum gibi sormuş. Üstelik bununla da yetinmeyip babasından (Hz. Ali radiyallahu anh’dan) da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin girişi, çıkışı ve şemâiliyle ilgili hiçbir şeyi bırakmamış”. (Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, 1/286; Heysemi, Mecmaü’z-Zevâid, 8/276)

Hz. Hind b. Ebî Hâle, Hz. Hatice radıyallahu anhâ validemizin ilk eşinden olan oğludur. Efendimizin terbiyesi altında yetişmiş, genç yaşta müslüman olmuş, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanından ayrılmamıştır. Güzel konuşan ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hilyesini (özel-liklerini) en güzel şekilde tasvir edenlerden biriydi. Dolayısıyla Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi merak edip yakından tanımak ya da hatırlamak isteyenlerin, özellikle torunlarının özel ilgisini çekmiştir. Dedeleriy-le ilgili her şeyi detaylarıyla öğrenmek için gözlem ve tasvir yeteneği güçlü olan dayıları Hind b. Ebî Hâle’ye ve babaları Hz. Ali radıyallahu anha belki de defalarca başvurmuş-lardı. Çünkü Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiklerinde torunları Hz. Hasan ve Hüseyin radıyallahu anhûmâ henüz buluğ çağına ermemişlerdi. Çocuklukları yanında geçmiş olmasına rağmen O’nun özelliklerinden hatırladıkları vardı, hatırlamadıkları vardı.

Sahabe dikkati

Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin bütün davranışlarını sünnet-i seniyye hassasiyetiyle dikkatle gözlemlemiş, hafızalarına kaydedip hayatlarına mihenk taşı yapmışlardır. O’nun sayesin-de Asr-ı Saadet'i; insanlık tarihin en hayırlı dönemini yaşamışlardır.

Fakat Asr-ı Saadet, üzerinden on dört asrı aşkın zaman geçmiş olsa da müslümanlar için bir nostaljiden ibaret değildir. Her müminin muhabbeti ve gayreti nispetinde o dönemden aldığı bir hisse vardır. Yani Asr-ı Saadet, tarihin kapanmış bir sayfası değil, her müminin bâtınında ve zâhirinde yeşeren bir tohum gibidir. Kiminde serpilir meyveler verir, kiminde bir uyanışı bekler. Dolayısıyla niyet ve gayretle hem fert hem toplum olarak benzerinin yaşanması mümkündür.

Bunun için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi sevmek, O’na tâbi olmak ve ahlâkı ile ahlâklanmak şarttır. Bu aynı zamanda inancın ve teslimiyetin gereklerindendir. Cenab-ı Mevlâ Kur'an-ı Kerimde mealen: “And olsun ki Allah Rasulü’nde sizin için güzel örnek vardır.” (Ahzab 21) buyurmuştur. Başka bir ayet-i kerimede: “O’na tâbi olun ki hidayete erebilesiniz.” (A’raf 158) uyarısı yapılır.

Günlük hayatta davranışlarımızı Sünnet-i Seniyye’ye uyarak ibadete dönüştürebilir, ebedi saadete açılan kapıyı aralamış oluruz. Şu kısacık ömrü, kasvetine rağmen huzurlu bir şekilde tamamlarız. Sâlih ve ârif kişiler bu hakikatin bir gereği olarak Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hilye-i şeriflerini hem iç dünyalarına hem hayatlarına nakşetmişlerdir. Bu hususta ‘Şemail’ adıyla müstakil eserler yazarak, okuyup şerh ederek ilim meclislerini taçlandırmışlar, ev ve işyerlerini Hilye-i Şerif levhalarıyla süsleyip bereketlendirmişlerdir. Şemâil sıkıntı anlarında çare, darda kaldıklarında ferahlanma vesilesi olmuştur.

Dünyaya bakış ve konuşma ilişkisi

Başta naklettiğimiz hadis-i şerif, Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin konuşma ve iletişim tarzını anlatmakta, bu hususta önemli ahlâkî ilkeleri ihtiva etmektedir. Özellikle konuşmalarımızın muhte-vası ve tarzı yüzünden sürekli pişman olduğumuz, iletişim kazaları yaşadığımız bir zamanda nebevî ölçüleri hatırlatmak maksadıyla hadis-i şerifi konu edindik.

İmam Tirmizî rahmetullahi aleyhin “Şemâil-i Muhammediyye” adlı eserinde zikrettiği bu hadis-i şerife birçok şerh yapılmıştır. Bunları güncel bazı ilavelerle şöyle özetlemek mümkündür.

Dünya hayatı, ebedi mutluluğa vesile olması açısından ciddiye alınması gereken bir aşamadır. Dünya imtihan yeri ve ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekildiyse ahirette onun hasadı yapılacaktır. İnsan kendisine bahşedilen bu fırsatı iyi değerlendirmelidir. Ömür, insanın sürekli azalan bir sermayesidir. Akışına müdahale edemese de her anını ciddiye alıp fırsata çevirebilir.

Dünya istirahat ve keyif çatma yeri değildir. Kâinatta hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. İnsanın da Yaratan'a, kendisine, çevresine karşı sorumluluğu vardır. Yaratılış gayesini anlayıp ve vazifelerini öğrendiğinde dünyaya ilgisi azalır, ihtiyacın dışında dünyalık onu rahatsız eder. Çünkü dünya sevgisi ve dünya ile ilgili zevk ve tutkular insanı Cenab-ı Hak’tan uzaklaştırır.

Âlimler, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ciddi ve hüzünlü halini sürekli zikir, tefekkür ve murakabe halinde bulunmasına yormuşlardır. Kalbi sürekli Allah Tealâ ve O’nun zikriyle meşgul olduğundan her an O’nun azametini müşahede eder, ilahî huzurda düşüncelere dalar giderdi. Nitekim bir rivayette: “Allah Tealâ hüzünlü kalplere muhabbet eder”, bir diğerinde ise "Allah Tealâ’yı bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır.” buyurmuşlardır. (Suyûtî, Leâli el-Masnu’a, 2/328. Ayrıca bkz. Ali el-Kârî, Cem’ul-Mesâil, 2/405)

Söz ve sorumluluk

Konuşmak insanı diğer canlılardan ayıran özelliklerden biridir. Konuşmak aynı zamanda kişinin karakterini tescil eden belge gibidir. Konuşkan veya suskun olmak her ne kadar insan mizacıyla ilgili olsa da müslüman için meselenin dinî ve ahlâkî boyutu önemlidir. Konuşmak bir sorumluluktur ve ilkeli olmayı gerektirir. Müslüman, neyi ne kadar ve hangi gerekçeyle konuşacağının şuurunda olmak zorundadır.

Evde, iş yerinde, sosyal mekân veya mecralarda sürekli konuşuyor ya da konuşulanlara kulak misafiri oluyoruz. Siyasetten, ekonomiden, eğitimden, sağlıktan, spordan, havadan sudan; hâsılı her alanda herkes konuşuyor. Bileni de bilmeyeni de... Konuşan da dinleyen de yorulmuyor. Konuşulanlar doğru mu, bir faydası var mı, ahlâkî mi değil mi? Ne muhasebe eden ne de şikâyet eden var. Artık sözün nereye vardığını, neleri getirip neleri alıp götürdüğüne dikkat eden yok. Kime dokunur, kimi incitir, anlayan var mıdır diye düşünen kalmadı maalesef.

Hâlbuki insanlığa örnek ve önder olmak üzere vazifelendirilmiş en hayırlı topluluk olan müslümanların böyle davranışlardan uzak, bulundukları ortamların da temiz olması gerekir. Ağızdan çıkan her sözün yazıldığı, elbette hesabının olduğu ayet-i kerimede açıkça belirtildiği halde (Bkz. Kâf 18) ne yazık ki uygulamada tam tersi bir durum söz konusu. Toplum olarak konuşma ve iletişim hastalıklarımız gittikçe artmakta ve yaygınlaşmaktadır. Çare ise uzaklarda değil başucumuzda: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sîret-i şerifini ölçü edinip, konuşma ve iletişim tarzımızı ona uyarlamak ve bunu alışkanlık haline getirmektir.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gerekmedikçe konuşmazlardı. Yani konuşmaları dinî veya dünyevî bir zorunluluğa dayalıydı. Faydasız, boş sözlerden sakınır ve yanında bu tür konuşmalara izin vermezdi. Nitekim hadis-i şeriflerde “Susan kurtulur”, “Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır söylesin yahut sussun” buyurdukları rivayet edilmiştir. (Timizî, Sünen, Kıyame 51; Dârimî, Rikak 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/159)

O halde faydasız ve boş sözlerden sakınmak lazımdır. Faydasız ve düşünmeden söylenen sözler kulluğa yaraşmaz, çoğu zaman sahibini günaha sokar. Başkasına zarar verebilir, insanları birbirine düşürebilir. Dilini tutan, kendisini fenalıklardan korumuş olur. Ne söylemeliyim diye uzun uzun düşünmek, niçin söyledim ki diye pişman olmaktan daha hayırlıdır. Suskun birine niçin konuşmadığı sorulmuş, “susmaktan dolayı hiç pişman olmadım, fakat konuştuğum için çok kez pişman olduğum için" cevabını vermiş.

İmam Kuşeyrî rahmetullahi aleyh; “Yerinde susmak ve yeri geldiğinde konuşmak âriflerin özelliklerindendir.” demiştir. Fudayl b. Iyaz rahmetullahi aleyh; “Sözünü amelinden sayan kimse lüzumsuz konuşmaz.” demiştir. Zünnun el-Mısri rahmetullahi aleyh de; “İnsanların en koruma altında olanı en fazla dilini tutandır.” demiştir. Hâsılı, insan yerinde susmalı, icap ettiğinde konuşmalıdır.

Ölçüler

Sözü anlamlı kılan kariyer yahut kıyafet değil, taşıdığı değerdir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sözü besmeleyle açar ve onunla bağlardı. Yani işin başında ve sonunda Cenab-ı Allah’ın ismini zikrederdi. Besmeleyle işler ibadete dönüşür, sözler anlam kazanır ve etkili olur. Sünnete uygun olan, söze besmele ile başlamak ve hamd ederek bitirmektir. Dolayısıyla hadis-i şerifte geçen “besmeleyle bağlardı” ifadesini âlimler, sözünü Allah’a hamd ederek bağlardı şeklinde açıklamışlardır. Sonuçta iyi niyet ve besmeleyle süslenen sözler hayırlı ve bereketlidir. Kibir, çıkar, önyargı veya muhatabı küçümseme gibi arızalar taşımaz.

Söz insanın sermayesidir, onu tasarruflu kullanmalıdır. İhtiyaç kadar ve özlü olmalıdır; fazlası israf ve mâlâyânidir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem "cevâmi’ül-kelîm" idi. Yani az sözle çok manayı ifade eden kelimelerle konuşurdu. Bu Kur'an-ı Kerim'in üslubudur. Az ve öz sözle konuşmak bilgeliğin alametlerindendir.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sadece hakkı, doğruyu söyler, ne fazla ne de eksik konuşurdu. Yani meramını söyler, onun dışına çıkmazdı. Konuşma tarzı sert ya da kırıcı değildi. Güzel huylu idi, hiç kimseye sıkıntı vermez, kimseyi aşağılamazdı. Gayet nazik ve tutarlı konuşur, sözlerinde kibir yahut eziklik hissedilmezdi. Güzel söz, ahlâkın güzelliğine işarettir. Söz özlü ve güzel olunca şiir gibi tesirli olur, vicdanları harekete geçirir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem konuşurken mimiklerini kullanırdı. Meramının iyi anlaşılması için mübarek yüzüyle, el ve kollarıyla sözlerin desteklerdi. Bir şeye işaret ettiği vakit parmağıyla değil, elinin tamamıyla işaret ederdi. Bir şeye hayret ettikleri vakit mübarek avucunu yukarı veya aşağıya doğru çevirir, dünyanın acayip ve değişken türlü hallerine işaret ederdi.

Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem ölçüsüne miktarına bakmaksızın nimeti yüceltir, asla beğenmemezlik etmezdi. Hiçbir yemeği tadından dolayı methetmez ve yermezdi. Hamd ve şükür ile karşılık verirdi. Aynı şekilde Allah için yapılan hiçbir ameli de küçümsemez, zerre miktarı da olsa her amelin hesabı olduğunu hatırlatırdı.

Dünya veya dünyalık bir şey Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi kızdırmazdı. Bunlar için hiç kimseyi azarladığı vaki değildir. Fakat hak ihlali söz konusu olduğunda ise gayet öfkelenir, hakkı üstün kılana kadar mücadelesini sürdürür, öfkesini hiçbir şey dindiremezdi. Sevinci de öfkesi de hak içindi. Kendi adına kimseye öfke veya kin duymaz, intikam hissi beslemezdi. Aksine, son derece halim ve affedici idi. Kendisine kötülük edene dahi iyilikle karşılık verirlerdi.

Kızdığı vakit mübarek yüzünü çevirir, oradan uzaklaşırdı. Kızdığını belli eder, fakat kızdığı kimseyi kırmamak ve onun zarara uğramaması için yanından uzaklaşırdı. Bir müddet sonra da o kimseyi affederdi. Sevindiğinde ise gözlerini yumar, tevazu gösterip sevinçli halini mübarek göz kapaklarının arkasına gizlerdi. Gülüşü genellikle tebessüm şeklinde idi ve güldükleri an mübarek dişleri parıldardı.

O'na sayısız salât ve selam olsun, Mevlâ Tealâ bizi O'nun ahlâkıyla ahlâklandırsın.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy