Aramak

Ne Yapmalı Nasıl Yapmalı?

Ne yaptığımız, onu nasıl yaptığımızla değer kazanır. Eskilerin meşhur sözüdür: “Usûl olmadan vusûl olmaz.” Yani bir şeyin yolu, o şeye erişmenin esasıdır. Bu her şey için geçerlidir. Hatta bazen yapma usûlü, yapılan şeyden önemli ve önceliklidir.

Düşünelim... Bir gün içinde bile milyonlarca iş yapıyoruz. Ama “yapmak” dediğimizde aklımıza fizikî, somut, bedenimizle yaptığımız işler gelir. O yüzden her gün çok az “iş” yaptığımızı düşünürüz. Oysa dinlememiz, düşünmemiz, hissetmemiz, duygulanmamız, tefekkür etmemiz, üzülmemiz, sevinmemiz, dua etmemiz hepsi birer iştir. Uyuma ve uyanmadan, okuma ve yazmadan sokakta yürümeye, ticaretinden sanatına kadar...

İşlerin büyüğü küçüğü yok. Hepsi hayatın içinde. O halde hepsi kulluğun içinde. Çünkü hayatın tamamı kulluğun meydanıdır. Sıradan görünen işler bile Hak için yapıldığında, O’nun muradına göre yapıldığında büyük iş olur.

“Nasıl?” sorusunu düşünürken bugüne, kendimize bakalım... Yaptığımız işlerde acaba bir anlam, bir ruh, bir tatlılık, bir derinlik var mı? Çiftçilik, esnaflık, öğrencilik, öğretmenlik, analık babalık... Bütün bunları nasıl yapıyoruz? Bıktırıcı bir mecburiyet mi sayıyoruz, yoksa aynı işi her gün yapmamıza rağmen her gün ona bambaşka güzellikler mi ekliyoruz?

Hep başkalarını şikâyet edip durmayalım. Çünkü bu nefsin bir işidir. Mevlânâ kuddise sırruhû hazretlerinin buyurduğu gibi: “Başkalarında gördüğün kusur sende de vardır. Çünkü sende o kusur olmasa başkalarında da göremezdin.”

Usûlsüz sonuç hayali

Ne yaptığımız, onu nasıl yaptığımızla değer kazanır. Eskilerin meşhur sözüdür: “Usûl olmadan vusûl olmaz.” Yani bir şeyin yolu, o şeye erişmenin esasıdır. Bu her şey için geçerlidir. Hatta bazen yapma usûlü, yapılan şeyden önemli ve önceliklidir.

Fakat maalesef toplumumuzda doğru, iyi ve güzel işleri yapmada olduğu kadar, bu işleri hakkıyla, doğru ve güzel şekilde yapmaktan da uzağız. Usûl olmayınca edeb de olmuyor. Edeb olmayınca da kabalık, umursamazlık, bencillik, yıkıcılık alıp yürüyor. Konuşmaktan iş yapmaya, araba sürmekten ticarete kadar hayatın hemen her alanında usûlü, nizâmı, edebi ara ki bulasın...

“Usûl” kelimesi dilimizde “yol, yordam, yöntem” anlamında kullanılıyor. “Asıl” kelimesinin çoğuludur. “Asıl” ise Arapça “kök” demek. Diğer anlamları ise “ilke ve esas.” Demek ki usûl sahibi olmak; “olsa da olur, olmasa da” diyebileceğimiz türden bir teferruat değil. İşin özü, temeli...

İbadetlerin hepsinin erkânı, yani rükünleri vardır. O ibadetten fayda görmek, sevap ummak için bu erkâna da uymak gerekir. Mesela namaz... Allah Tealâ’nın en büyük, en önemli emirlerinden biridir. Fakat namazı kurtulmamız gereken bir yük gibi aceleyle, adeta aradan çıkartarak kılarsak ondan beklenen fayda hâsıl olmaz. Namazı sadece “kılmak” değil “ikâme etmek” gerekir. Yani tâdil-i erkân ile, huşû ile, Rabbimiz’in huzurunda olduğumuzu unutmadan, büyük bir hürmet ve dikkat ile kılmak lazımdır. Demek ki ibadetleri sadece “yapmak” değil, “nasıl” yapılması gerektiğini bilmek ve öylece yapmak çok önemli.

Aslında bütün yaptığımız işlerde “nasıl,” “ne” yapıldığının hem belirleyicisi hem tamamlayıcısıdır. Mesela sadaka vermek hem iyi, hem de doğru bir ameldir. Fakat fakiri rencide ederek veremeyiz. Böyle yapıldığında o artık sadaka olma mahiyetini kaybeder. Gizlice, alanın izzetini gözeterek vermek ise güzel ve tam kılar. Geçmişte müminler sadaka taşı, askıda ekmek, binaların ve camilerin cephelerine kuş evleri gibi bu ibadetin pek çok uygulamasını düşünüp yapmışlar. Bugün de yetimler için kısa mesajla bağış, sokak hayvanlarına kulübe yapmak gibi pek çok sadaka türü var. Bunların hepsi doğru ve güzel işlerdir.

Fakat günümüzde bağışı, ikramı, hayrı gösteriş için yapma adeti de maalesef yaygınlaştı. Özellikle güç tâliplisi bazı kişiler ve kurumlar iftarları, mevlid ve Kur’an merasimlerini, bağış kampanyalarını, cami ve Kur’an kursu yaptırma gibi hayırları gösteriye çevirebiliyorlar. Bu zâhiren doğru ama niyeti ve hedefi arızalı işler listesine geçmişte ve bugün insanları türlü şekillerde baskı altına alarak “din namına” para toplayanları da ekleyelim. Bütün bunlar sadakanın özüne, Sünnet-i Seniyye tarafından belirlenmiş usûlüne aykırıdır. Bakara Suresi 263. ayet-i kerimede buyrulduğu gibi: “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.”

Konuşma ve tartışmada da maalesef üslubumuz hayli sorunlu. Oysa Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ve O’nun vârisleri olan Rabbânî âlimler ve ârifler insanlara yol gösterirken onların anlayamayacağı şekilde hitap etmezler. Üst perdeden, karmaşık bir dille, insanların bilmediği kelime ve kavramlarla konuşmak uygun değildir. Çünkü hitap muhataba göredir. Mevlânâ hazretleri kuddise sırruhû der ki: “Ne kadar anlatırsan anlat, anlatabildiğin karşındakinin anlayabildiği kadardır.”

Bu ilkeyi doktordan profesöre, vaizlerden sanatçılara kadar herkesin aklında tutması gerekir. Bilenlerin kendi aralarında kolayca anlaşabildiği mevzular, o konuyu bilmeyenlere muamma gibi gelir. O zaman karşımızdakinin anlayamayacağı şeyi konuşmanın mânâsı nedir? Şu halde yazıyla, sözle, görsellikle muhatabımıza bir şey aktarırken onun seviyesine göre mesajımızı şekillendirmeliyiz. Hele “entellik” satmak için insanların bilmediği yabancı kavramları araya karıştırarak konuşmak tam bir felakettir. Bu hataları yapıyoruz; çünkü yaptığımız işlerin bir bedeli olduğunu düşünmüyoruz. Demek ki önce amel ve niyet kavramlarını anlamaya ihtiyacımız var.

Kulluğun temeli: Niyet ve amel

Kulluğun en güzel tariflerinden birisi “Ameller niyetlere göredir...” hadis-i şerifidir. Burada iki kavram ortaya çıkıyor: Amel ve niyet. Amel kelime olarak yapılan her işi, fiili kapsasa da dinimizde Cenab-ı Hakk’a kulluk niyeti ve kasdıyla yapılanlara “amel” denir. Bu bakımdan her iş, her fiil “amel” değildir. Çünkü bilgisiz ve gayesiz olarak yapılan işler, fiiler de vardır. Oysa bir işin “amel” olması için iradeyle, niyetle, bir hedef gözetilerek yapılması gerekir.

Amellerin bir de “sâlih” olanları var. Yani doğru, hayırlı, değerli işler... Sâlih ameller dinimizin yapılmasını emir veya tavsiye ettiği, sevap kazanmaya vesile olan işlerdir. İnsan bu amelleri yapa yapa sâlihlerin, yani Allah Tealâ’nın sevdikleri arasına karışır. Sâlihler için ise Rabbimiz şöyle buyurur: “And olsun ki, zikirden sonra Zebûr’da da yeryüzüne ancak sâlih kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.” (Enbiyâ 105)

Ameller öğrenilir. Mesela abdest, namaz, oruç, zekât hep öğrenilebilecek amellerdir. Peki, niyet de öğrenilir mi? Evet, niyetin de eğitimi vardır. Süfyân-ı Sevrî kuddise sırruhû hazretleri öyle demiş: “Eskiler nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi nasıl niyet edeceklerini de öğrenirlerdi.”

Bu sebeple tasavvufta kâmil mürşid sadece ameli değil niyeti, yani Allah Tealâ ile olan bağımızı inşa eden kişidir. Kişi amelinden ziyade niyetiyle inşa edilir. O yüzden niyet başlı başına hayırdır. Fakat niyeti de doğru anlayalım. Hasan-ı Basrî kuddise sırruhû şöyle buyurdu: “Cennet ehlinin ebedî cennette, cehennem ehlinin de ebedî cehennemde kalması niyetleri sebebiyledir. Çünkü niyetleri, inançlarında ebedîdir.”

Bu söz bize büyük bir gerçeği gösteriyor. Niyet inancın aynasıdır, ürünüdür, meyvesidir. Allah Tealâ’ya kâmilen iman etmiş birisinin, hangi işi yapacaksa yapsın, niyeti döner dolaşır yine Rabbi’ne gelir. O’nu râzı etmeye çalışmak, doğru ve iyi iş yapmanın ön şartıdır. “Allah” diyen ama işlerinde O’nun muradına ve rızâsına uymayı unutan kişinin Rabbi ile bağını gözden geçirmesi şarttır. Çünkü katı unutkanlık yani gaflet, kişinin niyetinin de gaflette olmasına yol açar. Niyetinde Rabbi’ni unutunca amelinde de unutur.

O yüzden uygulamaya geçemeyen, imkân bulunamayan, nasip olmayan ama niyet edilen amel gerçekleşmiş sayılır. Zira amelin amacı Cenab-ı Hakk’ı râzı etmektir. Niyeti O’na bağlayan, en baştan Cenab-ı Hakk’ı râzı etmiştir.

Demek ki “Şu işi nasıl yapayım?” diye sorunca ilk yapılması gereken, o işi Allah Tealâ için yapmaya niyet etmektir. Bu sebeple niyet sadece soyut bir düşünce değildir. Ameli değerli kılan temeldir. Abdullah ibn Mübârek rahmetullahi aleyh hazretleri öyle söylüyor: “Nice küçük ameller vardır ki niyetler onları büyütür. Nice büyük görünen ameller vardır ki niyetler onları küçültür.”

Ahlâk dediğimiz, karakter, yol, edeb, kişilik, adamlık dediğimiz hep niyete dayanır. Amelin hâlis olması için niyetin de hâlis olması şarttır. Bir kişi mesela Ankara’ya gitmeye niyet edip Edirne yoluna çıkmaz. Demek ki gideceğimiz yol, yönümüze göredir. Yolculuk da yola göredir. Yoldaşımızı da yolumuza göre seçeriz. İşlerimizde, hayatımızda yalnız değiliz. Bizimle beraber o işe ortak olan, ondan etkilenen veya onu etkileyen herkes ile gittiğimiz yolda beraberiz. Arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız, ailemiz, akrabalarımız, mensup olduğumuz toplum ve İslâm ümmeti ile beraberiz. Kaldırımda yürüdüğümüzde yolumuzun bir an kesiştiği bir yabancı ile olduğu kadar, ömrümüz boyunca beraber olacağımız ana babamız, eşimiz, çoluk çocuğumuz, dostlarımız ile de...

O halde niyetimiz ve amelimiz sadece kendimizle sınırlı değildir; sorumluluğu çok daha büyük bir topluluğu kapsar. Niyetin sahih, amelin sâlih olmasının şartı Allah Tealâ’nın iradesini, buyruğunu, arzusunu en üstte tutmaktır. Halbuki biz günlük hayatımızda maalesef O’nu râzı etmekten ziyade “el ne der, bey ne der” mantığıyla genel geçer yanlışları üstün tutuyoruz. Hakk’a değil, halka uymaya çalışıyoruz. Yanlış anlaşılmasın, Hakk’ın rızâsına uygun işi halk için, halk ile, halka karşı yapmak da o rızânın içindedir. O yüzden insanlara hizmet Allah Tealâ’ya hizmet gibidir.

Fakat işi kim için yaptığımız ile kimi işe katarak yaptığımızı ayırmak çok önemlidir. Ölçü buna göre belirlenir. İşi halkın ölçüsüne değil, Hakk’ın ölçüsüne göre yapmak gerekir. Ameli de niyeti de Allah Tealâ’nın muradı doğrultusunda öğrenmek gerekir. Bunun için kaynak yine Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sünnetidir.

Yapıp etmede ölçüler

Peki bir işi yaparken nasıl bir yol yordam takip edelim? İlk ve en önemli olan ölçü, Allah Tealâ’nın emrettiği ve Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin yaptığı gibi yapmaktır. İkincisi, sahabi efendilerimizin ve sâlih kulların yollarını takip etmektir. Üçüncüsü de bu ittibâdan doğan ihlâs ve hikmet ile kulun kendisinin yeni ve güzel yollar geliştirmesidir. İç içe olan bu üç ölçüyü birer birer ele alalım.

Kulun usûldeki birinci referansı Sünnet-i Seniyye’dir. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz yemek yemekten savaşa, konuşmaktan susmaya kadar her işte “en güzel örnek”tir. (Ahzâb 21) Bir işi O’nun gibi yapmak insana hem Allah Tealâ’nın sevgisini kazandıran hem ahlâkını güzelleştiren hem de daha başka güzel ve iyi yolları düşünme yeteneğini geliştiren bir berekettir. Bu yüzden önce Sünnet-i Seniyye’yi hem iyi öğrenmeli hem de iyi uygulamalıyız.

İbadetlerimizin ”ne”si ve “nasıl”ı ilmihal kitaplarında sıralanır. Bizim müminler olarak günlük hayatımızda ne yapacağımızı şaşırmamızın temeli bilgi eksikliğidir. İlmihalle, Sünnet-i Seniyye ile ashâbın ve âriflerin örnekliği ile yeterli irtibatımız maalesef yok. Bu cehaletimizi kişisel gelişim kitaplarından, şurada burada gördüğümüz uygulamaları taklit ederek kapatmaya çalışıyoruz. Sonuçta ortaya, adı mümin olan ama yaptığı işlerde iman rengi olmayan bir topluluk çıkıyor.

İşyerinde müşteriye, okulda öğrenciye, otobüse binerken diğerlerine karşı nasıl davranmalıyız? Hangi durumda ne yapmalıyız? Böyle soruların cevapları bir bir kitaplarda yazılı olmak zorunda değil. Ama insan Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in yolunu, ahlâkını, tavsiyelerini yani sünnetini bilse ve tâbi olsa, neyi nasıl yapacağına anında karar verebilir. Hatta bir tek hadis-i şerifi hatırına getirse bile işi büyük oranda kolaylaşır. Mesela şu hadis-i şerif:

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin.” Sadece bu kutlu emre uymaya çalışsak bile ahlâkımız, usûlümüz erkânımız, yöntemimiz, edebimiz güzelleşir. Bizim de, toplumumuzun da içine düştüğü meseleler, anlaşmazlıklar, körlükler giderilir.

Üniversitede tanıdığım bir hoca vardı. Bir gün bu hoca kalabalık bir sınıfta sınav yaptı. Sınav bitti, öğrenciler kâğıtlarını birer birer hocaya teslim ediyorlardı. Hoca bir öğrencinin yanlış şıkların üstüne çizikler atarak, doğru şıkkın da üstünü karalayarak işaretlediğini fark etti. Kâğıt çizikler içinde, karmakarışık bir vaziyetteydi. Hoca, o talebeyi kenara çekti ve dedi ki: “Evlâdım, sınav kâğıtlarınızı asistanım okuyor. Her yeri karaladığın için hangi şıkkı işaretlediğini anlaması çok zor olacak. Böylece ona hak etmediği bir zorluğu reva görmüş olmuyor musun? Oysa temiz işaretlesen onun da işini kolaylaştırmış olacaktın.” Talebe bunun üzerine özür diledi ve kâğıdı aldı, karalamaları sildi, temiz işaretlenmiş şekilde hocaya geri verdi.

Bizim yol yordam eksiğimiz Kur’an-ı Kerim’e, Sünnet-i Seniyye’ye, edebe, irfâna uygun davranmamaktan geliyor. Meselâ “emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l-münker” yani iyiliği emretmek ve kötülükten caydırmak meselesine bakalım... Bu çok önemli bir farzdır. Bilmeyenleri, bilse de yapmayanları bir kenara koyalım. Bu farzı yaptığını düşünenlerin acaba usûlü, yolu yordamı, yöntemi doğru mudur? Biz birisinin yanlışını ortaya koyarken kaba sözlerle haddini bildirir, herkesin ortasında ayıbını yüzüne vururuz. Bilmemekle itham eder, aşağılarız. Bazı vaizler kendilerini içine katmadan “siz” diye hitap eder, neredeyse cemaati suçlar gibi konuşurlar. “Biz” demeyi bilmezler.

Elbette Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz böyle yapmazdı. O şöyle buyurmuştu: “Her insan birçok hata yapabilir. Fakat hata yapanların en hayırlısı çokça tevbe edendir.” Biz de böyle bakmayı öğrensek insanları hataları yüzünden aşağı görmeyi de terk ederiz. Bu hadis -i şerif bize sadece ameli değil niyeti de nasıl yapmamız gerektiğini öğretir.

Nefsin kibrini hakikatin izzeti sanmak

Maalesef yanlışı uyarmakta da genellikle yol yordam bilmiyoruz. Trafikte yanlış yapan bir sürücüye ne yapıyoruz mesela? Bize kalsa hakaret ederiz, olmadı, durdurup kavga ederiz. Herkes öyle yapıyor ya! Halbuki aklımıza önce kabalık değil incelik gelmeli. Bir insanın yanlış yaptığını gördüğümüzde, bunun bizim o anda bilemediğimiz bir açıklaması olabileceğini düşünmeliyiz. Hastası olabilir, kendisi hastadır, vs... Kötü niyet ve kötü zan en son aklımıza gelmeli. Çünkü bir insanın bir işi bir türlü yapmasında bizim bilemediğimiz sonsuz sebep olabilir. Bizim işimiz ne yargılamak ne infaz etmek!

Aslında kişinin hata veya yanlış yapan kişileri peşin peşin kınaması nefsindendir. Çünkü kendini ondan üstün, hata yapanı ise aşağı görmektedir. Hata yapana karşı nasıl sabır ve şefkat ile yaklaşmak gerektiğini, doğruyu öğretirken nasıl kibirden uzak kalmamaız gerektiğini Sünnet-i Seniyye’den görüp ibret alabilseydik bambaşka bir toplum olacaktık.

Ashab-ı Kiram’dan Muâviye ibn Hakem es-Sülemî radıyallahu anh anlatır: “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in arkasında namaz kılarken cemaatten biri aksırdı. Ben de hemen ‘yerhamukellah’ dedim. Cemaat bana dik dik bakmaya başladı. Bunun üzerine: ‘Vay başıma gelenler! Bana niye böyle bakıyorsunuz?’ deyince de ellerini uyluklarına vurmaya başladılar. Onların beni susturmaya çalıştıklarını görünce kızdım ama yine de sustum. Anam babam Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme feda olsun. Ne O’ndan önce ne de sonra kendisinden daha güzel bir eğitici görmedim. Vallahi beni ne azarladı ne dövdü ne de sövdü. Namazı kıldırıp bitirince bana şunları söyledi:

– Bu ibadetin adı namazdır. Namaz kılarken dünya kelâmı konuşulmaz. Çünkü namaz tesbih, tekbir ve Kur’an okumaktan ibarettir.

Ben de:

– Ya Rasulallah, ben yeni müslüman oldum. Allah Tealâ İslâmiyet’i gönderdiği halde hâlâ kâhinlere gidenlerimiz var, dedim. Bana:

– Sen kâhinlere gitme, buyurdu.

Ben tekrar:

– Aramızda uğursuzluğa inanan adamlar var, deyince de:

– Bu onların kalplerinde hissettikleri bir duygudur. Bu duygu onları işlerinden alıkoymasın, buyurdu.”

İşte bize doğru bir şeyin nasıl benimsetileceğine dair çok güzel bir örnek! Kalp kırmadan, kendimizi yüceltmeden, karşımızdakini rencide etmeden... Hz. Hasan ve Hüseyin radıyallahu anhümâ Efendilerimizin daha küçüklerken abdesti doğru almayı bilmeyen birisine nasıl doğrusunu öğrettiklerine dair meşhur bir olay vardır, biliriz. Doğrudan bir şey söylemeden kendileri abdest alıp, sonra adama “Doğru abdest alabildik mi?” diye sormuşlar. Adam da onlara bakıp “Sizin abdestiniz güzeldi, ben yanlış yapıyormuşum meğer.” demiş. Burada da bize verilen ders, neyi söylediğimiz kadar nasıl söylediğimizin de çok önemli olduğudur.

Hiddetlenerek, kızarak, dengesizce, rencide edici sözlerle uyarıyoruz. Peki, uyarmanın maksadı nedir? Bir insanı düştüğü hatadan kurtarmak değil mi? Yani niyetimiz Allah için bir iyilik, bir güzellik yapmak değil mi? Öyleyse iyi ve güzel bir şey yanlış ve çirkin şekilde yapılır mı? O zaman niyet iyi olsa bile sonuç nasıl olur? Güzel bir şey yanlış yoldan elde edilir mi?

Allah için doğruyu hatırlatmak istediğimizde nasıl davranmalı? Bu hususta da Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz örnektir. Çünkü iyinin, güzelin ve doğrunun örneği o Zât-ı Ekmeldir. O yüzden hep söylüyoruz, Sünnet-i Seniyye’yi bilmeden dini, itikadı, edebi, usûlü, medeniyeti, hayatı, kulluğu bilmek de mümkün değildir.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem kâfirlere karşı bile kaba, çirkin, tahkir edici şekilde konuşmamıştır. Hep güzel bir üslupla onları uyarmış, hak yola sabırla davet etmeye devam etmiştir. Mevlâ Tealâ, Rasûlü sallallahu aleyhi veselleme Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette şöyle beyan ediyor:

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsrâ 53)

“Görmedin mi Allah nasıl bir misal verdi? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.” (İbrahim 24)

“Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvâyı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun. Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah’a dayanıp güvensinler.” (Mücâdele 9)

Peygamber Efendimiz de “Güzel ve hoş söz sadakadır.” buyurmuştur. Söz söylemenin edebi budur. Dinlemenin de bir edebi vardır. Bu hususta da Rabbimiz şöyle buyurur: “O kullarım ki onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (Zümer 18)

Edep erkân bilenleri takip

Bir işi “nasıl” yapmak gerektiğinin ikinci kaynağına gelelim. Bu da Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin güzide sahabilerini ve Allah Tealâ’nın sâlih kullarını taklit etmektir. Çünkü onların tarzı Sünnet-i Seniyye’nin somutlaşmış halidir. Bu yüzden usûlleri, yol yordamları aynı zamanda irşâd edicidir. Bir örnek verelim:

Bir gece bir hırsız Seyyid Tâhâ kuddise sırruhû hazretlerinin ambarına girip bir çuval un çalmak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı, yine kaldırıp götüremedi. O sırada bir tıkırtı işitti. Dönüp baktı ki Seyyid Tâhâ hazretleri arkasında duruyor. Hırsız çok korktu. Hazret şefkatle; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Sana yardım edeyim.” deyince hırsız şaşkınlıktan donakaldı. Seyyid Tâhâ hazretleri çuvalı kaldırıp adamın sırtına yükledi ve buyurdu ki: “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa ambara değil dosdoğru bize gel!” Hırsız o anda tevbe etti, has müridlerden birisi oldu.

Başka bir şeyi daha hatırlamalıyız. O da edebin yolunun niyetten geçtiğidir. Her işimize niyetimizi Allah Tealâ’ya bağlayarak başlamalıyız. Çünkü kulun niyeti Rabbi’nin rızası olunca yanlış iş yapması zor olur. Hayatımızda yaptığımız küçük büyük her iş böyledir. Niyetle hayatın sıradan detayları birer sâlih amele dönüşür. Günümüzde pek çok insanın yaşadığı boşluğu, anlamsızlık hissini burada aramak lazım.

Mesela evin alışverişini yapmak, ev halkıyla ilgilenmek, işe gitmek, çalışmak Cenab-ı Hak’la irtibatlı olunca birer ameldir. Annelerimiz yemek yaparken abdestli bulunurlar, besmele ile başlarlar. Çünkü bilirler ki hangi işi Allah için yaparsak her bir anı hayırlı, bereketli, şifâlı olur. Hayat bütünüyle anlam kazanır, ebedî saadete vesile ve sermaye olur.

Yeni güzelliklerin keşfi

Güzel işleri, sâlih amelleri, hayırları kendi tefekkürümüzle yenileyebilir, daha da güzelleştirebiliriz. Hayatımızda kanıksadığımız, kolayımıza gelen pek çok iş yapıyoruz. Ama bir an durup o işlerin anlamı üzerinde pek tefekkür etmiyoruz. Memuru da, öğretmeni de, esnafı da, işadamı da, sanatçısı da böyle. “Böyle gelmiş, böyle gider” sözü bu kanıksamanın simgesidir.

Oysa kul, güzeli ve doğruyu ince düşüncesiyle kendi tarzında tekrar ortaya koyabilir. Mesela geleneğimizde çok hayır türleri var. Cami, çeşme, sebil, sadaka taşı, imarethane, aşevi, medrese yaptırmak, garipleri ve fukarayı doyurmak, barındırmak, giyindirmek gibi. Ama her yerde, her dönemde, her bir insan bunları kendi zevkine göre farklı bir tarzda yapmış. Osmanlı’daki çeşme veya sebil ile Endülüs’teki veya Buhara’daki aynı değil. Ama hepsi hayır, hepsi sadaka...

Buna güncel bir örnek vereyim. Çanakkale ve Balıkesir civarındaki köylerde yaklaşık bir asır evveline dayanan “hayır” dedikleri bir gelenek var. Hemen her köy, hasat mevsiminde bir hafta sonu yemekler hazırlar. Şehirde hangi köyün hangi gün hayrı olduğu duyurulur. Köy halkı kazanlarla çorba, keşkek, pilav, et ve tatlı hazırlar. Yemeklerin hazırlanması da misafirlere sunulması da imece usûlüyle yapılır. Köylüler hayırlarının masraflarını paylaşırlar. Bir de Kur’an-ı Kerim ve Mevlid-i Şerif okutulur. Böylece mahsulün bereketinin artmasını ümit ederler. Sofra her an açıktır. O gün isteyen herkes, hatta yoldan geçenler bile o yemeklerden yiyebilir. Hiç kimse “Kimsin?” demez, aksine güler yüzle buyur eder, sohbet ederler. Şimdi bu âdete baktığınızda bu şekliyle bir kitapta göremezsiniz. Peki doğru bir âdet mi? Elbette! Güzel bir âdet mi? Elbette çok güzel bir âdet...

İyinin de iyisi, güzelin de güzeli var. Yeter ki bizde iyiyi, doğruyu, güzeli talep eden bir kalp olsun. Mesela sadaka ibadetinin yapılış tarzı yerden yere, zamandan zamana, insandan insana değişebiliyor. Ama niyet Allah Tealâ’nın rızası oldukça ve insanlar karşılıksız verdikçe bu bir amel-i sâlih oluyor. Demek ki yapılan şey de, yapılma usûlü de çok iyi.

Bu örneği başka alanlara, kendi işimize de uygulayabiliriz. Mesela bazı hayırsever doktorlar veya veterinerler haftanın bir günü hastalarına bedava bakarlar. Bunu ilimlerinin zekâtı sayarlar. Hattat bir arkadaşım var; yıllardır İstanbul’dan kendi arabasıyla Perşembe gecesi yola çıkıyor, Cuma’dan Pazar’a kadar Eskişehir, Bursa ve Kocaeli’deki talebelerinin ayağına gidip ders veriyor. Bu da sahih bir niyetle yapılan sâlih bir amel değil mi? Bu da o arkadaşın kendi düşünüp bulduğu ve istikrarlı bir şekilde yaptığı güzel bir iş.

Kâinattaki büyük nizama katılış

Aslında bütün varlık âlemi bir usûl, bir yol yordam, bir düzen içinde işliyor. Allah Tealâ görünmeyen varlıklardan yıldızlara kadar her yarattığını bir düzen içinde yaşatıyor. O, sadece varlıkları değil, onların hayatını çevreleyen sonsuz ortamları, düzenleri ve usûlleri de yaratandır. Her varlık iç içe, yan yana, ardı ardına. Bize durağan, sabit, donuk, tek düze gelen her şey aslında zaman, mekân ve en önemlisi insan boyutunda sonsuz ve sürekli hareket halinde. Her şeyde müthiş bir çeşitlilik, bize çok karmaşık görünen her şeyde ise müthiş bir düzen vardır.

Bu sonsuz çeşitliliğe uyanmamız gerekir. Bu da Mevlâmız’ın yaratmasındaki büyük bir hikmetidir. Bunu en iyi tevhid ehli anlar. Çünkü “Vahdet içre kesret ve kesret içre vahdet: Teklikte çokluk, çoklukta teklik” kulun hem imanı hem duygusu hem de anlayışıdır. Kul, Rabbimiz’in sonsuz yaratmasını, sonsuz sayıda yaratmasını ve sonsuz çeşitlikte yaratmasını idrak eden insan demektir.

Buradan önemli bir noktaya geliyoruz. Bir işi güzel, doğru ve iyi yapmanın genellikle bir tek yolu yoktur. Her gün aynı iş yerine giden, hep aynı işi yapan bir kişi bile aslında her an aynı işi yapmaz. Yapmamalıdır. Zira Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz “İki günü bir olan aldanmıştır.” buyurmuştur. Demek ki bir kul her gün aynı işi yapsa bile her gün daha iyisini, güzelini yapmaya gayret etmelidir. Her insan böyle yaparsa toplumda iyilik, doğruluk ve güzellik yükselir. Medeniyet dediğimiz üst seviye hayat da buradan doğar.

Şimdi rahmetli olmuş değerli bir âlim, evde yalnız iken kedisine sohbet edermiş. Bunu garip bulanlara “sohbetin bereketi evden eksik olmasın” diye yaptığını söylermiş. Niyet de güzel, amel de... Yine bir arkadaş kışları kar çok yağınca şehir dışına çıkıp aç kalan kurtlara yiyecek veriyor. Bütün bu hayır örnekleri inancın ihlâsı, ihlâsın niyeti, niyetin de ameli güzelleştirdiğine delildir.

Başka bir örnek de şudur: Merhum Mâhir İz hoca, talebelerinden birisi memur olduğunda ona her ay maaşının kırkta birini sadaka olarak bir fakire vermesini tavsiye etmiş. Talebesi: “Ama hocam bu zekât oranı değil mi? Ben daha zengin değilim ki zekât vereyim...” diye itiraz edince, “Evlâdım, sen memur adamsın. Ayın birinde maaşını alırsın, on beşinden sonra paran biter. Eğer sen zekât nisâbını kollar durursan belki ömrün boyunca hiç zekât veremezsin. Memleketimizde çok muhtaç insan var. Onların nisâbı beklemeye tahammülleri yok. Ayrıca bekletirsen zaten veremeyeceksin. Onun için elini zekâta, hayır ve hasenata ilk maaştan itibaren alıştırmaya bak!”

Kısacası, kulluğumuzu belirleyen şey, hangi işleri nasıl yaptığımızdır. Niyetimize, gayretimize, amelimize dikkat edelim. Hayatın tamamının niyetin, gayretin, amelin sahnesi olduğunu unutmayalım.

Rabbimiz, Asr Suresi’nde şöyle buyuruyor: “Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”

Biz de şu kısa ömrümüzde ziyana uğrayanlardan değil, zarardan istisna edilenlerden olmaya çalışalım. Ne yaparsak, nasıl yaparsak yapalım; Allah Tealâ için yapmaya, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin ve O’nun vârisi olan Rabbânî âlimlerin ve âriflerin yaptığı gibi yapmaya gayret edelim.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy