Aramak

NEYE İNANIR NE YAPARIZ?

“Onlar (müttakiler) gayba inanırlar, namazı ikâme ederler (hakkını vererek kılarlar), kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar.” (Bakara 3)

Kur’an-ı Kerim, emirlere uyup yasaklardan sakınarak nefslerinin arınmasına mani olan şeyler den kendilerini muhafaza eden müttakilere doğru yolu gösterir. O, sırat-i müstakime irşad eden bir mürşid-i kâmildir. Müttakiler öyle kimselerdir ki gayba iman ettikleri gibi namazlarını ikame ederler, yani hakkını vererek kılarlar. Ayrıca Allah Tealâ’nın kendilerine bahşettiği rızıktan muhtaç olanlara infak ederek zekâtı ve sadakayı da eda ederler.

Bu ayet-i kerimede Allah Tealâ müttakilerin üç özelliğini zikretmiştir. Birincisi iman, diğerleri de amelin kısımlarından olan namaz ve fukaraya infaktır.

İman nedir?

Ayet-i kerimedeki ilk temel husus “iman”dır. Peki iman nedir?

“İman”, “emn” kökünden türemiş bir kelimedir. “Emn” sağlam ve güvenilir olmak, itimat etmek manalarını ifade eder. İman ise tasdik etmek anlamındadır. Tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlanmaktan veya şüpheden emin kılmış, kendisi de tasdik ettiği hususta yalandan emin olmuş olur. Bir şeyi tasdik etmek, onu doğrulamak demektir. Tasdikin üç derecesi vardır:

  • Birincisi kalbe ait tasdiktir. Bir kimse herhangi bir hükmün, bir sözün veya o sözü söyleyenin doğruluğunu içinden itiraf ettiğinde, doğruluğuna kalben emin olduğunda o hükmü, sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur.
  • İkincisi dil ile tasdiktir. Doğruluğuna emin olduğu bir hususu başka birine bildirecek, duyurabilecek bir tarzda “bu böyledir” diye dili ile söylemektir.
  • Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, doğruluna emin olunan bir hususun gereğini fiilen yerine getirmekle olur. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.

İmam Ebu Hanîfe rahmetullahi aleyh ve onun yolunu takip edenlerin büyük çoğunluğuna göre imanın esası, kalp ile tasdiktir. Konuşma engeli, zorlama gibi bir engel bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır. İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır. Bunların ikisi de imanın esasıdır. Bununla beraber ikisi aynı seviyede temel esas değildir. Kalbe ait tasdik hiçbir özürle düşmeyi kabul etmez. Bu temel esastır. Allah korusun, kalp tasdikten vazgeçtiğinde küfür ortaya çıkar.

Dilin fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır. Fakat ölüme zorlanma ve konuşma özrü durumunda bunun zorunluluğu düşer. Böyle durumlarda sadece kalbe ait iman yeterlidir. Fakat zorlanma mazereti bulunmayan, gücü yettiği halde ikrarı terk eden kâfir olur. Diğer taraftan cemaatle namaz kılmak gibi dinin esaslarından olan bazı ameller de ikrarın yerini tutar.

İslâm’ın hedefi insanın sadece iç âlemi değil, için ve dışın toplamıdır. Hiçbir engel yokken imanını kalbinde saklayıp onu açıklamayan kimsenin imanının kıymeti olmayacağı, Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyye’nin birçok deliliyle sabittir.

Amelin imanın meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, imanın kendisi veya parçası değildir. Onun istenilen neticesidir. Din bir meyve ağacına benzer. Kalp ile tasdik onun toprak altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, ameller ise dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri gibidir. İmanın vermesi beklenen meyvesi sâlih ameldir ve Allah Tealâ’ya yaklaşmak onunladır. Fakat dallarının kesilmesiyle, yaprakları dökülmekle, çiçek açmayıp meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı gibi, iman da görünür neticeler vermemekle yok olmaz. Diğer taraftan gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan ağaçların çoğunlukla kuruduğu ve tek başına kökün ağaç hükmünde olamayacağı dikkate alındığında, dile getirilmemiş iman da tam iman hükmünde değildir.

Şu halde imanın kök mesabesinde bir temel esası, gövde mesabesinde ikinci derecede esası, sonra da tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, çiçekleri ve meyveleri mesabesinde neticeleri vardır. İmanın olgunluğu, kemalâtı bunların tam olmasıyladır.

Son devrin büyük âlimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen rahimehullahın Büyük İslâm İlmihali’nde iman bahsinde şu ifadeler yer alır:

“İman lügat manası bakımından bir şeye inanmak ve bir şeyi doğrulamak demektir. Dinî terim olarak ise Yüce Allah’ın dinini kalp ile kabul edip Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin bildirdiği şeyleri kesin olarak kalp ile doğrulamaktır. İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı takdirde kalp ile kabul edilip inanılan bu hükümleri dil ile söylemek ve şehadette bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması gereken şeyleri kalp ile benimseyip kabul eden kimse bunları diliyle söylemezse onun iman durumu insanlar tarafından bilinmez, müslüman olduğuna hükmedilmez.

Kalp ile doğrulamak, dil ile söyleyip ikrar etmekle meydana gelen imanla beraber namaz kılmak, oruç tutmak gibi ameller de gereklidir. Çünkü biz bu görevleri yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana kuvvet verir, kalpteki nurunu çoğaltır. İnsanı azaptan kurtarır. Yüce Allah’ın ihsan ve ikramlarına kavuşturur.”

Cârullah Muhammed ez-Zemahşerî rahimehullah tefsirinde şöyle der: “Sahih iman nedir, diye sorarsan şöyle derim: Sahih iman kişinin Hakk’a kalben inanması, onu dil ile ifade etmesi ve amelleri ile tasdik etmesidir. Kalben inanmayı ihlâl eden kişi dili ile şehadet getirip amel etse bile münafıktır. Şehadeti ihlâl eden kişi kâfirdir. Ameli ihlâl eden kişi ise fâsıktır.”

‘Gayba inanırlar’

“Gayb”, görme işitme gibi duyulardan ve akıldan kayıp olan, yani ne duyularla ne de akılla anlaşılabilen şey manasına gelir. İki çeşit gayb vardır:

  • Hakkında hiçbir delili olmayan mutlak gayb: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez.” (En’am 59) mealindeki ayet-i kerimede zikredilen gayb budur.
  • Hakkında deliller bulunan gayb: Hâzin Tefsiri’nde açıklandığı üzere Allah Tealâ’ya, sıfatlarına, meleklere, peygamberlere, kitaplara, ahiret gününe, ahirette sual, hesap, azap, cennet cehenneme hepsini görmüş gibi iman etmek gerekir. Bunlar, haklarında deliller bulunan gaybî hakikatlerdir. Bu ayet-i kerimede zikredilen gaybdan murad budur. İşte bu zikredilenlere inananlar gayba iman etmiştir. En üstün iman da gayba imandır.

Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, kendisinden ittika edenlerin ilk vasfı olarak “onlar gayba inanırlar” buyurmuş, böylece dinin iman kısmını özetlemiştir.

‘Namazı ikâme ederler’

Cenab-ı Hak, imandan sonra namazı zikretmiştir. Ayet- i kerimenin Arapça aslında geçen “salât: namaz” kelimesinin genel kapsamı içinde dua, senâ, kıraat, rahmet gibi manalar vardır. Fakat bu manaları ihtiva etse de “salât” denildiği zaman namaz anlaşılır. Ayet-i kerimede kast edilen de budur. Bu manaya binaen salât; “Başlangıcı iftitah tekbiri, sonu selam olan ve birbirini takip eden hususi bir takım fiillerden ibarettir.” Namazın kıyamında kıraat; ka’dede (oturuşta) senâ ve dua, nihayet namaz kılan kimseye de rahmet vardır.

Ayet-i kerimede “namazı kılarlar” şeklinde değil, “namazı ikâme ederler” ifadesi geçmektedir. Bunda birçok hikmet gizlidir.

“İkâme” kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, kıymetlendirmek ve devam ettirmek, dikkat ederek yapmak anlamlarına gelir ve bu manaların hepsinin emrolunan namazla irtibatı vardır.

İkâmenin zıddı “kuûd”dur. Yani oturup kalmak, bir şeyi yapmada tembellik göstermektir.

İkâme etmenin “dikmek” veya “doğrultmak” manalarını düşünerek ayet-i kerimeye baktığımızda bu bize “Namaz dinin direğidir.” (Tirmizî, İman 8) hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din bir binaya benzetiliyor ve namaz da binanın direği olarak gösteriliyor ki, iman da o binanın temelidir. Ayet-i kerimede de namaz direğinin sağlamca, güzelce dikilerek din binasının inşa edilmesi, böylece sağlam ve kalıcı hale getirilmesinin gereği anlatılıyor.

Namazı “ikâme etmenin” diğer bir manası da namazın rükünlerine özen göstererek eda edilmesidir. Yani ta’dil-i erkâna riayetle, farzlarında, sünnetlerinde ve adabında herhangi bir kusur olmasından sakınılarak Allah Tealâ’ya boyun eğmek ve tevazu göstermek suretiyle güzelce ve devamlı kılınmasıdır.

İkâme kelimesiyle namazın edasında eğrilik bulunmaması da anlatılmıştır. Nitekim bir nesnenin eğriliğini düzeltme işi Arapça’da ikâme kelimesi ile ifade edilir. Kişi namazın zâhir yönüne gereken itinayı gösterip farzlarını ve sünnetlerini koruduğu gibi bâtın kısmına da dikkat etmelidir ki, bu da namazı huşû ile kılmaktır. Aksi halde “namazından gafil olanlar”ın durumuna düşer.

Kur’an-ı Kerim’de ne zaman namaz kılanlar övülerek anlatılsa, onların namazı özenle kıldıklarını anlatan bir ifade kullanılmıştır. Mesela bu ayet-i kerimede mealen: “Onlar gayba iman ederler ve namazı ikâme ederler (hakkını vererek kılarlar).” buyuruldu. Namazı gaflet içinde kılanlar anlatılırken ise yalın şekilde “namaz kılma” ifadesi kullanılmıştır. Şu ayet mealinde olduğu gibi: “Yazık o musallîlere (namaz kılanlara) ki, namazlarından gaflet içindedirler.” (Mâun 4-5). Görüldüğü üzere ayet-i celilede “yazık namazı ikâme edenlere” denilmiyor.

Rûhu’l-Beyân tefsirinde zikredildiğine göre, Hâtem-i Esam kuddise sırruhû hazretlerine Âsım b. Yûsuf kuddise sırruhû “Güzel namaz kılmayı becerebiliyor musun?” diye sorar. Hâtem-i Esam, “Evet.” deyince, “Peki nasıl?” der. Hâtem-i Esam kuddise sırruhû şöyle anlatır:

– Namaz vakti yaklaştığında abdestimi sünnet üzere güzelce tazelerim ve namaz kılacağım yere gelir, her uzvumun sükûnet bulmasını beklerim. Sonra Kâbe’yi iki kaşımın arasında, Makâm-ı İbrahim’i göğsümün hizasında, Allah Tealâ’yı mekândan münezzeh olduğu halde başımda hazır ve kalbimdeki her şeyi bilir halde görürüm. Sanki ayağım sırat köprüsünün üzerinde; cennet sağımda, cehennem solumda, arkamda ölüm meleği vardır. Ve kılacağım bu namazın son namazım olduğunu düşünürüm. Sonra ihsan ile (Allah Tealâ’yı görür gibi) iftitah tekbirini alır, tefekkürle ayetleri okur, tevazu ile rükûa eğilir, tazarrû ile secdeye kapanırım. Kemâl ile oturur, ümitle teşehhüdde bulunur, sünnet üzere selam veririm. Namazdan sonra korku ile ümit arasında bulunurum ve namazı böyle kılmaya devam için sabretmeye söz veririm.

Bunu duyan Âsım kuddise sırruhû hazretleri:

– Ey Hâtem! Senin namazın böyle mi, diye sorunca;

– Evet, otuz senedir böyle namaz kılıyorum, der. Âsım b. Yusuf hazretleri ağlayarak şunları söyler:

– Ben daha bu zamana kadar hiç böyle bir namaz kılamadım.

Bir yazıda namazın dünyaya ve ahirete ait maddî manevî bütün faziletlerini ve faydalarını saymaya imkân yok. Fakat şu kadarını söyleyelim. Beş vakit namaz Miraç gecesi farz kılınmıştır. Miraç, bir insanın dünya hayatında yaşayabileceği en değerli vakit, en üstün mertebedir. Namaz da kulluk hallerinin en güzeli, en kıymetlisidir. Namazda geçirilen zaman, zamanların en hayırlısıdır. Namazda, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin Miraç’ta Rabbine vuslatından bir hisse bulunur.

‘Verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar’

Müttakiler yani Allah Tealâ’dan korkanlar sadece iman ve namazı dosdoğru kılmakla da kalmazlar. Kendilerine bahşedilen rızıktan, maddî ve hatta manevî şeylerden infak eder, Allah yolunda harcamada bulunurlar.

Ayet-i kerimede zikredilen bu infak farz veya nafile olabilir. İnfak, kulu Rabbi’ne yaklaştıran en faziletli amellerdendir. Ayrıca çok büyük dünyevî fayda ve hikmetleri vardır. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:

“Yapılan iyilikler kulu kötü durumlara düşmekten korur. Gizli olarak verilen sadaka, Rabbi’nin gazabını söndürür. Akraba hukukunu korumak da insanın ömrünü bereketlendirir.” (Taberânî, el-Kebîr, nr. 8014; Heysemî, Zevâid, 39115)

Ayet-i kerimede geçen “rızık” haz ve nasip anlamına gelir. Şer’î manası kelime manasının aynıdır. Buna göre “Cenab-ı Allah’ın canlıya zevk ve faydalanma namına nasip ettiği şey” diye tarif edilir. Şu halde yenilen içilen ve diğer şekillerde kullanılarak faydalanılan her şey; evlat, eş, kuvvet, iş, ilim ve benzerleri rızık kapsamındadır. Dinî veya dünyevî manada faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim ve bilgi rızık değildir.

“İnfak” ise sahip olunan malın elden çıkarılması, sarf edilmesi demektir. Farz, vacip, mendub kısımları vardır. Ayet-i kerimenin bu kısmı başta zekât ve diğer sadakalar olmak üzere malî olarak yapılan bütün bağışları, yardımları içine alır. Fakat hepsinin önünde İslâm’ın rükünlerinden biri olan zekât vardır. Bunun için müfessirlerin çoğu bu ayet-i kerimede kastedilen infakın zekât olduğunu söylemekle birlikte bütün infakların kapsam dahilinde olduğu kabul edilir.

Özetleyecek olursak: Ayet-i kerimede müttakilerin vasfı olarak imandan sonra iki amel zikredilmiştir: Namaz ve zekât... Bunlar bedenî ve malî ibadetlerin başıdır ve diğer ibadetler için de ölçüdür. Nitekim Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem iman ile küfür arasındaki sınır olarak namazın terkini (Müslim, İman 146); İslâm’ın köprüsü olarak da zekâtı zikretmiştir. Bu iki ibadetin ayet-i kerimelerde bir arada anılması hem bütün ibadetlerin aslı hem de bir bakıma sembolü olması dolayısıyladır. Çünkü bütün ibadetler ya bedenle ya malla veya hac gibi ikisiyle birlikte yapılır.

Şu halde namaz bütün bedenî ibadetlerin; zekât da bütün malî ibadetlerin temsilcisidir. Bu ayet-i kerimede bütün iman prensipleri “gayb”da, bütün amellerin esasları da namaz ve infakta özetlenmiş, İslâm’ın imanî ve amelî esasları veciz şekilde anlatılmıştır.

Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.

Faydalanılan Kaynaklar (Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât; Ebu’l Kâsım ez-Zemahşerî, el-Keşşaf; Fahreddin Râzi, Tefsîr-i Kebîr; Ebu Abdullah el-Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’an; Kadı Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl Ve Esrârü’t-Te’vîl; Ebussuûd Efendi, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; İbn Acibe el-Hasenî, Bahru’l-Medîd; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsatü’l-Beyân;)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy