Mesnevî’deki anlatılış maksadını ve mesajını gözden kaçırdığımız hikâyelerden biri, “Gemici ile Nahiv Bilen Adam”ın hikâyesi. Hatta gözden kaçırmaktan öte, neredeyse asıl mesaj ve maksadına aykırı bir kabule gerekçe yaptığımız bir hikâye bu.
Mevlâna Celâleddin-i Rumî kuddise sırruhû Mesnevî’sinde anlatmak istediği hakikatleri çoğu zaman temsilî hikâyeler aracılığıyla aktarır. Bunların bir kısmı Mesnevî-i Şerîf’in yazıldığı tarihten bu yana dilden dile aktarılarak günümüze kadar ulaşan, Mesnevî’yi hiç okumayan, bilmeyen kimselerin dahi aşina olduğu hikâyelerdir. Sözlü gelenek üzerinden taşınan her metin gibi birtakım değişikliklere de uğramışlardır. Mesela bazı ayrıntıları zamanla unutulmuştur. Olayların mekânı veya kişileri sonraki devirlerin şartlarına uyarlanmıştır. Yahut bir takım ilavelerle Mesnevî’deki metinden daha farklı hale getirilmişlerdir.
Hikâyelerin anlatılış maksadına halel getirmemek kaydıyla bu tür ekleme ve çıkarmalar normal karşılanabilir.
Fakat bir temsilden ibaret olan hikâyelerin bağlamından koparılarak asıl mesajının kaybına yol açan değişiklikler böyle değildir. İrfanımıza dair hakikatlere yabancılaştığımızı gösteren vahim bir nisyana işaret ederler.
Mesnevî’deki anlatılış maksadını ve mesajını gözden kaçırdığımız hikâyelerden biri, “Gemici ile Nahiv Bilen Adam”ın hikâyesi. Hatta gözden kaçırmaktan öte, neredeyse asıl mesaj ve maksadına aykırı bir kabule gerekçe yaptığımız bir hikâye bu.
Gemici ile nahivcinin hikâyesi
Günümüzde de farklı rivayetler halinde dolaşımda olan bahse konu hikâyenin önce orijinalini hatırlayalım. Mesnevî’nin 1. cildinde 2835 ilâ 2843. beyitleri arasında şöyle anlatılıyor:
“Nahiv tahsil etmiş adamın biri bir gemiye binmişti. Yolculuk esnasında kendini beğenmiş bir eda ile gemiciye döndü;
– Sen hiç nahiv okudun mu, diye sordu. Gemici;
– Okumadım, karşılığını verince;
– Senin ömrünün yarısı heder olmuş, dedi.
Gemici bu sözden dolayı alındı, öfkelendi ise de susmayı tercih etti. Derken şiddetli bir rüzgâr çıktı ve gemiyi bir girdaba sürükledi. Gemici yüksek sesle nahiv bilen yolcuya;
– Ey Hoca, söyle bakalım sen yüzme bilir misin, diye sordu. Yolcu,
– Ey hoş sözlü ve güzel yüzlü gemici! Bilmem, deyince, gemici şunları söyledi:
– Ey nahivci! Senin bütün ömrün heder olmuş. Çünkü gemi bu girdapta batacak! Malum olsun ki artık burada nahiv ilmi değil mahiv ilmi lâzımdır. Denizin suyu ölüyü başında taşır. Diri olan, denizin elinden nasıl kurtulabilir? Sen de eğer beşeriyet sıfatlarından ölürsen, deniz seni de başının üstünde gezdirir.”
Bu hikâyenin günümüzdeki versiyonlarında olay bazen Osmanlı dönemindeki İstanbul’a taşınır mesela. Gemici, Boğaz’ın iki yakası arasında yolcu taşıyan bir kayıkçıya; nahiv bilgisine sahip yolcu da medrese talebesi bir mollaya dönüştürülür.
Bu ve benzeri müdahaleler elbette mesajı zedelemeyen değişikliklerdir. Fakat hikâyenin bugüne ulaşan anlatımlarından haberdar olanlar bir şeyi fark etmişlerdir. Aralarındaki ufak tefek farlılıklara rağmen rivayetlerin neredeyse tamamında temsilî olay, nahiv bilen kişiye hitaben gemiciye söyletilen, “Yüzme bilmiyorsan senin bütün ömrün boşa gitti!” kısmına kadar aktarılıyor. Bu yüzden anlatılan olayın hangi hakikati temsil ettiğini belirten sonraki kısımlar ıskalanıyor, görmezlikten geliniyor yahut dikkate alınmıyor. Sonuçta da Mevlâna’nın maksadı hilafına, “insanın bilgi / ilim yerine dünya hayatındaki canlılığını sürdürmeye yarayacak pratik maharetler kazanması gerektiği”ne dair bir yoruma ulaşılıyor.
Yeterince dikkat ve özen göstermeyince
Meselenin vahameti şurada: Bu hikâye dinî hassasiyeti olan, hatta tasavvufla irtibatlı kesimlerin yayınlarında bile böyle aktarılıyor, böyle anlaşılıyor ve asıl mesaj gözden kaçırılıyor. Asıl mesajın ne olduğuna geçmeden önce, o asıl mesajı gözden kaçırmamıza sebebiyet veren dikkat ve itina eksikliğimize bir parantez açalım.
Bu hikâyede olduğu üzere, çoğu zaman sözün önüne arkasına bakmadan hoşumuza giden bir nükteye takılıp kalıyor; bunun irfanımıza uygunluğunu sorgulamıyoruz. Böyle hikâyelerin zâhiriyle oyalanmaktan bâtınına vâkıf olamıyor; anlatılan olayların neyi temsil ettiklerini göremiyoruz. Temel kaynaklarımızdan doğrudan istifade yerine kulaktan dolma malumatla yetinmek gibi bir alışkanlığımız var. Aslını bilmediğimiz için rivayetlerdeki değişiklikleri fark edemiyor, bazen yanlış değerlendirmelere yol açabilecek bu değişiklikleri istemeden de olsa yaygınlaştırıyoruz. Hikâyemizden örnekleyelim:
Mevlâna hazretleri mahviyyet halini kuşanmaya teşvik maksadıyla anlattığı bu hikâyede, kibir bahanesi olarak “nah(i)v”i “mah(i)v” ile kafiye oluşturduğu için seçer. Yani Arapça gramerinin bir bölümünü teşkil eden nahiv ilmi; muhtevası, mertebesi yahut maksadı sebebiyle konu edilmemiştir. Bu inceliği göremeyenler nahiv ilminin medreselerde okutulmasından hareketle, Mesnevî’de “nahvî” (nahiv bilen, nahivci) diye anılan kişiye molla, medrese talebesi veya müderris unvanlarını vermişlerdir. Fakat işte bu masum değişiklikler bile belli çevreler tarafından hayattan kopuk olduğu gerekçesiyle medrese aleyhtarlığına malzeme yapılabilmektedir.
Yine nahiv üzerinden medrese ile kurulan bağlantı sebebiyle İslâmî bir sitede nahvînin gemiciye suali, “Sen meâni, mantık, sarf, nahiv, akaid gibi ilimleri bilir misin?” diye hayli zenginleştirilmiştir. Eksik rivayetlerde bu ilimlerin işe yaramadığına dair bir kabule ulaşılabileceği tehlikesi ortadayken, diğerleri neyse de, araya hepimize farz olan akaidin de eklenmesi bahsettiğimiz dikkat ve itina eksikliğinin eseridir.
Unuttuğumuz sadece bir hikâye değil
Hikâyenin asıl mesajına gelince... Bağlamından koparılmış rivayetler karşısında bile bir müslümanın şöyle düşünmesi gerekirdi: Hepimiz bir gün öleceğiz. Takdir-i ilahinin ne zaman nerede karşımıza çıkaracağını bilemeyeceğimiz ecel girdabından kurtulmanın imkânı yok. Üstelik de ölümü şeb-i arus, yani düğün ve sevgiliye vuslat gecesi bilen Mevlâna’nın bizi, dünya hayatına tutunmak için beyhude arayışlara çağırması beklenemez. Öyleyse Hazret “yüzme bilmek” derken başka bir tedbire işaret ediyor olmalıdır. Böyle bir yaklaşımla kaynağına yönelince o tedbirin ne olduğunu anlamak için fazladan bir çabaya ve yoruma da ihtiyaç kalmıyor. Çünkü Mevlâna hazretleri hikâyesinin öncesinde ve sonrasında bunun ne olduğunu açıkça ifade etmiş. Yukarıda Mesnevî’den aktardığımız metnin bugünkü rivayetlerinde atlanan son kısmından başka, mesela bu hikâyenin “mahv u fenâ usulünü öğretmek” için anlatıldığı söyleniyor. Hikâyenin öncesinde de “çeşitli ilimler arasında ölüm günü yol azığı olacak ve işe yarayacak ancak fakr u fenâ ilmidir” denildikten sonra bu ilmin “Hak yolunun mahvîsi ve fanisi olan mürşid-i kâmillerin irşadıyla öğrenilebileceği” hatırlatılıyor.
Hâsıl-ı kelâm, bu hikâye bize kaçınılmaz olan ölümden korkmamak, ölüme ve sonrasına hazırlanmak, dünya yolculuğumuzu salimen tamamlamak ve ecel kapıyı çaldığında mümin izzetini zedeleyecek panik ve telâşa kapılmamak için mahviyyet sahibi olmamız gerektiğini söyler. Mahviyyet; beşeriyetimizin arzu, istek ve ihtiyaçlarından kurtulmak, dünyaya ve dünyalıklara karşı bir ölü gibi istiğnâ sahibi olmaktır. Nitekim muteber şerhlerin hepsinde Mevlâna’nın mahviyyet teklifi, “ölmeden evvel ölmeye” çağrı olarak anlaşılmıştır.
Yine bu hikâye çerçevesinde zikredilen, “Fıkhın fıkhını, nahvin nahvini, sarfın sarfını ancak mahviyyet halinde bulabilirsin.” beytinde mahviyyete, diğer ilimlere hakkıyla vukufiyetin şartı olarak da dikkat çekilir. Merhum Ahmed Avni Konuk bu beyti şerh ederken şöyle demektedir: “Hal ilminin tahsili cehaletin giderilmesi; cehaletin giderilmesi de hakikatlerin idraki içindir. Hakikatleri idrake ulaştıramayan ilim ise beyhudedir.”
Yani ölmeden evvel mahviyyet halini kuşanamayan bir kişinin bütün ömrü nasıl boşa gitmişse, mahviyet sahibi olmadıkça öğrendiği diğer ilimler için harcadığı emek ve zaman da öylece boşa gitmiştir.
Anlaşılan o ki biz bir hikâyenin aslını ve maksadını unutmaktan öte bu hakikati unutmuşuz. Vahim bir nisyan dediğimiz budur.