“Paris Musâhabeleri” başlığıyla, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin izinde, o günden bugüne modernleşme tarihimizde merkezî bir yer teşkil eden Fransa’ya dair gözlemlerimizi aktarıyorduk. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
26 Ramazan 1440 Cuma. Sabahın erken saatlerinden beri, sadece randevu ile ziyaretçi kabul eden Thiers Kütüphanesi’nde, bir arkadaş ile birlikte arşiv tarıyoruz. Özellikle I. Napolyon’un hususi evrakları ile 18. ve 19. asır Fransa’sının Afrika’daki sömürgelerine dair zengin birinci el kaynağa sahip bir arşiv. Büyükçe bir konaktan çevrilme kütüphanede sadece ikimiz varız. Bir yandan çalışma saham ile alakalı evrak var mı diye bakınırken bir yandan da hayıflanıyorum. Zira bu arşiv, büyük ölçüde sadece iki bürokratın terekesindeki eserlerden müteşekkil. Bunlardan biri konağını terekesi ile bağışlamış ve her şey muhafaza edilerek bugüne gelmiş.
Bizde ise bunun benzeri yok denecek kadar az. Buna dair birçok sebep zikredilebilir. Kanaatimce ilk sıralarda, özellikle Devlet-i Aliyye’nin çöküşünün ardından redd-i miras yapan cumhuriyet elitlerinin maziye ait ne varsa yok sayma/yok etme politikası ile, harf inkılabı sonrası babasının dedesinin terekesinde yer alan nadide kütüphanelerdeki eserleri okuyup anlamaktan aciz çocukların ve torunların kıymetbilmezliği gelmekte. Gerçi bunun için hayıflanmaya değer mi? Zira hakikat ilmine nisbetle bunca telif, tetkik, külliyat, araştırma ve sair meşgaleler, su üstüne yazı yazmakla teşbih olunabilir. Şeyh Sa‘dî’nin de dediği gibi:
“Garaz nakşîst ki ez mâ bâz mâned
Ki hestî râ ne-mî bînem bekâî.”
[Bizden arda kalan maksat bir nakıştan ibarettir. Zira ben (şu müşahade ettiğim) varlığın bekâsını görmüyorum.]
Cuma vakti yaklaşıyor. Öğleden sonra tekrar gelmek üzere kütüphaneden çıkıyoruz. En yakın mescid metro ile on dakika mesafede gözüktüğü için metroya biniyoruz. Metro, Montmarte semtini bir uçtan diğer uca kat ederken, hatıratında bu semtten sıkça bahis açan Malik b. Nebî düşüyor aklıma. O, Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle, “devleştirilmiş cücelerden.” 1905-1973 arası ömür süren Mâlik b. Nebî, Cezayir’in istiklali için mücadele ederken idrakinin istiklalini kaybetmiş bir zat. Devrindeki birçok müslüman “aydın” gibi o da, bin yıllık İslâm düşünce mirasını reddetmenin, ümmetin içerisine düştüğü girdaptan çıkması için yegâne yol olduğu gibi hastalıklı bir kanaate sahipti. Vehhâbîliğin İslâm dünyasının yegâne kurtarıcısı olacağını vehmediyordu. Şu cümleler de ona ait:
“[Batılı] sömürgeciler, Suud Devleti’nin kutsal toprakların, Hicaz’ın üzerindeki egemenliğinden rahatsız oluyordu. Zira böyle giderse Hicaz, Vehhâbî düşüncesinin ışık saçtığı bir minare haline gelecekti. Dolayısıyla, içinde taşıdığı enerjiyle, Bağdad hilafetinin düşmesinden sonra çöken İslâm dünyasının kurtarılması için İslâm düşüncesinin yegâne egemenliğini temsil edecekti bu minare…”
Yani Abbâsî hilafetinin düşmesinin ardından, yaklaşık on asır İslâm’ın sancaktarlığını yapan kamu Selçuklu-Osmanlı idaresi bir çöküşün ifadesi Malik b. Nebî’ye göre. Onu ve benzeri zevatı tercümeler yoluyla 80’li yıllarda bu millete “önemli mütefekkir” ve benzeri süslü övgü cümleleri ile pazarlayanlar şimdilerde bilmem nerelerdedir!
Metrodan çıkıp camiye yollanıyoruz. Ne var ki Cumaya yarım saat olmasına rağmen cami dolmuş ve gelenler geri çevriliyor. En yakın cami bir buçuk kilometre gösteriyor. Yürümekten gayrı çare yok. Yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra camiye varıyoruz. Paris belediyesinin itfaiye teşkilatına ait bir kompleks iken, belediyenin itfaiyeyi daha yeni ve modern bir mekâna taşımasıyla boş kalmış. Cami, “Institut Socioculturel des Musulman” isimli cemiyet tarafından idare ediliyor. Birden çok binanın yer aldığı kompleksin ise sadece bir kısmı faal. Maddi yetersizlik sebebiyle olsa gerek, bütün alanı kullanma imkânı henüz bulamamışlar. Mahşerî bir kalabalık var ve iç mekân dolu olduğu gibi dış mekân da neredeyse dolmuş halde. Adım atacak yer yok. Güç bela bir yer bulup oturuyoruz. Daha evvel yurtdışında başıma gelmiş şey değildi; Harem’de hissettiğim muhabbeti ve uhuvveti hissediyorum namaz çıkışı. Zira cemaatin kâhir ekseriyeti teklifsiz bir şekilde musafaha ediyor ve bayram günü olması hasebiyle bütün çehrelerde bir tebessüm...
Cuma çıkışı cemaat yüksek bloklardan oluşan gettolarına dönerken, arkadaşla şehrin dış çeperine inşa edilmiş banliyölere veya merkezdeki gettolara sıkışmış, sıkıştırılmış göçmenlerin, özellikle müslüman göçmenlerin halini konuşuyoruz. Fransa özelinde, 20. asrın başından itibaren hızlı nüfus artışı ve yoğun göçmen akışı sebebiyle ortaya çıkan konut ihtiyacını karşılamak üzere, HLM (Habitation à Loyer Modéré) denilen ve devlet destekli “düşük gelirliler için konut” inşasına başlanıyor. Halihazırda, büyük ölçüde frankofon ülkelerden, yani Afrika’daki Fransız sömürgelerinden gelenler ile Türk göçmenlerin yaşadığı bu konutlar, birer getto hüviyetinde ve her köşe başında bir uyuşturucu satıcısı, bitmek tükenmek bilmeyen adlî vakalar ve benzeri hadiseler... ABD’de zencilere uygulanan politika, benzer surette buradaki göçmenlere uygulanıyor. Bu gettolardaki okulların eğitim kalitesinin düşüklüğü, sağlık hizmeti sunan mekânların ve personelin yetersizliği, asayiş hususundaki boşvermişlik ve benzeri sonu gelmeyen problemler... Böyle bir ortamda yetişen gençlerin kâhir ekseriyeti de tabii olarak sistemin en alt tabakasında ancak kendilerine yer bulabiliyor.
Türk toplumu için ise manzara biraz daha farklı. Aynı gettolarda sair göçmenlerle iç içe yaşayan Türklerin, dinî teşekküller vesilesiyle kendilerini Fransızlardan elden geldiğince izole kendilerini ve çoluk-çocuklarını bir ölçüde muhafaza imkânı bulduklarını söylemek mümkün. Elli küsur senedir Avrupa’da göçmen olarak yaşayan Türklerin, sair göçmenlere nispetle Fransızlar ve Fransız kültürü ile arasındaki mesafe daha açık. Fransa’nın entegrasyon politikası ile asimilasyonu amaçladığı gayet açık iken, bu tavır gayet anlaşılabilir. Ne var ki bu duruşun da müsbet yönleri olduğu gibi menfi bir cephesi de var. Bir asrı aşkındır Fransa’yı mesken edinmiş Fas ve Cezayir asıllı müslüman göçmenlerin içe kapanık halden çıkıp deyim yerinde ise gardlarını düşürmesi, Fransız kültürü ile hemhal olup toplumun hemen her katmanında yer alabilmeleri ile neticelense de, çokları asimile olmuş, yitip gitmiş veya müslüman kimliğini adeta süs gibi taşımakta.
Bir iki ay evvel, Sivaslı bir göçmen ailenin oğlu ile, Cezayirli bir kızın nikah akdi için kız tarafının evine gitmiş idim. Antika Fransız mobilyaları ile döşenmiş eski tarz bir Fransız evinde misafir edildik. Kızın amcası bayram namazlarını eda ettiğini kırık dökük Arapçası ile aktarırken, kızın babası Arapçayı tamamen unuttuğunu, zaten Arap değil de Berberî olduğunu söyleyiverdi. Hasbihal biraz koyulaşınca ayan oldu ki, ev sahibi “mankurtlaşmış”. Ecdadından ve tevarüs ettiği gelenekten utanan, hatta ve hatta onu kınayan bir tavırdı gördüğüm. İşittiklerim ve okuduklarım da bu tablodan çok farklı değil. Hoş, aynı tavrı Türkiye’de de görmek mümkün. Birinde gâvurun tasallutu, diğerinde gâvurlaşmışın...
Elhâsıl, Türkiye’de dahi okul çağına kadar kuvvetli bir surette İslâm ahlâkı ve akîdesi ile endoktrine edilmeden okula yollanan ve “nasıl olsa okulda hocaları, arkadaşları güvenilir” denilerek başıboş bırakılan nesiller yitip giderken, gayrimüslim ülkelerde hangi tedbiri almalı, neye tutunmalı? Bu sebeple içe kapalı tavır anlaşılabilir. Bu içe kapanmanın da ifrat noktası, kendi cami-cemaat çevresinden başka müslüman görmemeyi, hatta bırakın müslümanı, Türkiyeli göçmenlerin camilerine, cemaatlerine, meclislerine gitmemek şeklinde tezahür ediyor.
İçe kapalı halde yaşamanın bir zaruret olduğu kabul edilse dahi, gâvur memleketinde müminler arasındaki bu soğukluk hayli can sıkıcı. Öte yandan, kendi gettosundan çıkamayan bir zümrenin toplumda yer edinme ve sözünü dinletebilme hususunda yetersiz kalacağı, iletişim kanalları kapalı olduğu için temsil kabiliyetinden istifade edemeyeceği, edemediği de bir vakıa. Ahir zamanın da ahirinde, imanederek küfür mücadelesinin pek şiddetlendiği, yakın gelecekte daha da şiddetleneceği müsellem iken, bilmem ki bu hususta bir şeyler değişir mi? Değişse de bir semeresi olur mu? Allah bilir.
Son söz niyetine; aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib’in kâfir Ebrehe’ye dediği gibi, “biz develerimizin sahibiyiz, Kâbe’nin sahibi Allah!”
Biz develerimizi, yani hesabı bizden sorulacak, mesuliyetini üstlendiğimiz çoluk çocuğumuzu muhafaza ile mesulüz ve Allah’ın arzı geniş. Her nerede daha iyi muhafaza edebilecek isek oraya da hicretle memuruz. Beyit:
“Hüdâ kerîmdir elbette eylemez mahrum
Muradına erişir her kişi Hüdâ diyerek.” [Şeyhülislâm Yahya Efendi rahmetullahi aleyh]