Şazeliyye tarikatı pîrlerinden Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhunun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Ramazan el-Bûti tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Birinci hikmetin şerhine kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Hikmet: “Günah ve isyan halinde Hak Tealâ’nın rahmetine olan ümidin azalması, amele güvenmenin alametidir!”
Bu hikmet çerçevesinde akla şöyle bir soru gelebilir: “Allah Tealâ’nın seni rahmetiyle cennetine sokma vaadi ile beraber kendisine ibadeti emretmesi arasında bir çelişki yok mu?”
Hayır, burada bir çelişki olduğu söylenemez. İbadet, Hak Tealâ’nın seni kendisine kul olarak yaratması hasebiyle O’nun senin üzerindeki hakkıdır. Cennet ise Cenab-ı Hakk’ın “er-Rahîm” ve “el-Gaffâr” sıfatlarının tecellisi olarak sana hediyesi ve ihsanıdır. Rahmeti en çok celbedenler ise Allah Tealâ’nın hakkını en çok gözetenlerdir. Hak Tealâ ayet-i kerimede bunu şöyle haber verir: “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara (müttakilere), zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.” (A‘râf 156)
Öte yandan bir kimse asla “mümin ve müttaki isem, Allah Tealâ’nın rahmetine ve affına ihtiyacım yok” da diyemez. Çünkü iman ve takvanın kıymeti bizzat kendilerinden kaynaklı değildir. Bu ikisinin değerli oluşu, Allah Tealâ’nın onlara değer vermesi sebebiyledir. İman ve takva, Cenab-ı Hakk’ın senin üzerindeki hakkıdır ki, bu ikisini elde etmek de senin sorumluluğuna verilmiştir. Yani bu boynuna borçtur ve bu borcu ödediğin vakit, karşılığında bir şeyi hak ediyor değilsin; sadece borcunu ödemiş oluyorsun. Dünya ve ahirette nail olduğun her güzellik ise Yüce Mevlâ’nın sana fazlı, rahmeti, af ve mağfiretidir.
Korku ve ümit arasında
Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun hikmetine, bizi sakındırdığı mühim noktaya bir başka açıdan bakarak devam edelim... Bu hikmette Hazret adeta şöyle demektedir: “Cenab-ı Hakk’ın senin ameline karşılık mükâfatı hususunda amele güvenmenin en tehlikeli neticesi, günaha ve zillete düçar olduğunda O’nun affına olan ümidinin eksikliğidir. Birinci hususun her daim ikinci hususu gerektireceği de muhakkaktır. Allah Tealâ’ya itaat noktasında kusur işlediğin vakit, O’nun af ve rahmetine olan ümidinin azalmaması için yegâne çare, seni muvaffak kıldığı vakit ameline güvenmemendir. Böyle yaparsan, her iki halde de Hak Tealâ’nın buğzundan ve gazabından korktuğun nispette, O’nun lütuf ve keremini de gözlersin.”
Şu halde, Allah Tealâ’nın gazabından ve azabından korkmak, O’nun fazlını ve rahmetini daima ümit etmek ile beraber olmalıdır. Zira insan, her halükârda Cenab-ı Hakk’ın yaratıcı olarak üzerindeki hakkını eda etmekle beraber, kusur işlemekten de geri duramaz. Bu sebeple iradesinin zayıflığı ve işlediği hatalar sebebiyle Allah Tealâ’nın kendisi üzerindeki haklarından herhangi birini eda etmeye imkân bulamadığını düşünen kimseler, daima şu iki düşünceden biriyle zihinlerini meşgul ederler: Birincisi, Yüce Mevlâ’nın af ve fazlına dair ümit beslemek, ikincisi amellerindeki hatalar sebebiyle Allah Azze ve Celle’den korkmak ve utanmak.
Bir kimse hiç kusur işlemediğini iddia ederek nefsini kulluğa muvaffak görürse, ilk düşünce onda güçlenmez. Şayet kulluk noktasında ihmalkâr davranır ve Allah Tealâ’nın hakkını göz ardı edip önemsemezse ikinci düşünme biçimi de fayda sağlamaz. Halbuki bu iki düşünceden biri ile meşgul olan, kendi kulluğuna bir mana yükleyip nefsine pay biçmediği gibi, Cenab-ı Hakk’ın af ve rahmetine dair ümidini diri tutarak da o kulluğa itimat etmez. Böylece daima havf ve recâ arasında gezinip durur.
İman ve sâlih amel
Şeytan bu noktada şöyle bir vesvese verebilir: “Madem bizatihi taat ve ibadetler Allah Tealâ’nın kuluna fazlı ve keremi ile muamelesi hususunda bir rol oynamıyor, o vakit kulun taat ve ibadet ile meşgul olması veya bunlardan yüz çevirmesi arasında da bir fark bulunmaz.”
Bilesin ki, İbn Atâullah kuddise sırruhûnun şerh ettiğimiz hikmetleri veya akaid ulemasının bu bahisle alakalı naklettiği esaslar, şeytanın bu türden vesveselerine kapı aralamaz. Zira Allah Tealâ, “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” ilahî beyanının ardından, “onu bütün insanlara yazacağım” mı dedi, yoksa, “onu, bana karşı gelmekten sakınanlara (müttakilere) yazacağım” mı dedi? Elbette ki ikincisini dedi.
İki mesele var ki, insanın kulluğu ile bu iki mesele birbirinden ayrılamaz: Birincisi, kul hidayet yollarından birine tutunmak, Allah Tealâ’nın yasaklarından kaçınmak ve emirlerine uymakla memurdur. İkincisi, bu hususta elde ettiği netice Yüce Mevlâ’nın rahmeti ve affı sebebiyledir, kendi şahsî gayreti ve ameli sebebiyle Allah Tealâ’nın mükâfat ve ecrine nâil olmuş değildir. Allah Tealâ’nın şu ayet-i kerimede işaret ettiği mana da budur: “Şüphe yok ki ben, tevbe edip inanan ve sâlih ameller işleyen, sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için son derece affediciyim.” (Tâhâ 82)
Muhakkak ben, Cenab-ı Hakk’ın kulu olmam hasebiyle onun emirlerini yerine getiriyorum ve bu da kul olduğum için boynumun borcudur. Sonra ellerimi semaya kaldırıp, Rasulullah aleyhissalâtu vesselamın niyaz ettiği gibi niyaz ediyorum: “Allahım! Ben senin kulunum. Yarattığın bir erkek ve bir kadının çocuğuyum. Varlığım senin (kudret) elinde ve emrindedir. Hükmün üzerimde hâkimdir. Hakkımdaki takdirin, adaletin ta kendisidir.” Rahmetini talep ediyorum. Bana benim layık olduğum surette değil, şanına layık surette muamele eyle. Çünkü sen, “De ki: ‘Herkes kendi mizacına uygun işler görür.” (İsrâ 84) buyuruyorsun. Senin şanına layık olan ise rahmet ve mağfiret ile muameledir, bana merhamet eyle, beni mağfiret eyle.
Bu ve benzeri duaları yaparken, uğruna çabaladığım ve gayret ettiğim amellere mukabil herhangi bir ecir iddiasında veya talebinde bulunmuyorum. Tam aksine, zayıflığım ve şiddetli ihtiyacım sebebiyle Hak Tealâ’nın rahmetini ümit ediyorum. Nasıl ki bir dilenci, cömertlik ve ihsanına itimat ettiği kimseye mal veya yiyecek ihtiyacını gidermesi için el açıp yalvarıyorsa, ben de Cenab-ı Hakk’a bana ihsan etmesi için yalvarıyorum. Allah Sübhânehû ve Tealâ’ya kulluk da böyle olur, bunu gerektirir.