Atalarımız “bir musibet bin nasihatten yeğdir” demişler. Hastane günlerim bana ders oldu. Dinimizde emir ve tavsiye edildiği üzere insanların iyi gününde sevincini paylaşmanın, zor zamanlarında yanında olmanın ne denli paha biçilmez olduğunu tecrübe etmiş oldum. Bilindiği üzere İslâm, insanın yaratılış özelliklerineen uygun yaşama biçimini sunmuştur. İç ve dışâleminde bu tarzı benimseyen toplumlarda fertler, çağın en can yakıcı bozulmalarından dahi kendilerini korurlar. İnsanca yaşamanın izzetini daima hissederler. Hayatın türlü çeşit derdini, yükünü tek başına omuzlamak zorunda kalmazlar. İman kardeşliğinden doğan birlik ve dayanışma ile dünya yükünü hafifletir, zorlukları aşar, sevinçleri çoğaltırlar. Bugünkü hâkim anlayışın aksine, insan son derece acizdir. Maddi ve manevi desteğe muhtaçtır. Bu acizliği hissedip desteğe en fazla muhtaç olduğu zamanlardan biri de hastalık halidir. Böyle zamanlarda kişinin hayatı boyunca takındığı maskeler düşer, kişi tüm yalınlığıyla acizliğini hisseder. Saadet Asrı’nda Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem hastalarla yakından ilgilenmiş, ziyarette bulunmuş ve ümmetine de bunu tavsiye etmiştir. Örfümüzde de son derece önem verilen hasta ziyaretinin ne denli insanî bir ihtiyaç olduğunu bir yaşanmışlık üzerinden anlatmak isterim. Bir hastane tecrübesi Her şey ameliyat için bir Cuma günü aranmamla başladı. Pazartesi için hastaneye çağırılmıştım. Süreci pek bilmiyordum, ancak yatış öncesi tahlil tetkik yapılacağını tahmin ediyordum. Pazartesi günü, dedikleri vakitte, sabah erkenden hastaneye gittim. Düşündüğüm gibi elime bir yapılacaklar listesi verdiler ve işe koyuldum. Ultrason, EKG, kan tahlili derken, bütün gün koca hastanede bir oraya bir buraya koşturdum. İkindiye doğru nihayet işlemler bitti, gidip ilgiliye haber verdim. Yarın sabah yatacağım söylendi. Şaşırmıştım doğrusu. Sonucu on gün sonra çıkan tahliller biliyordum. Böyle hemen yatacağımı hesap etmemiştim. O gün eve karmaşık düşüncelerle döndüm. Bir yandan çantamı hazırlarken diğer yandan refakatçi meselesini düşünüyordum. Biri bana refakat etmeli mi, karar veremiyordum. Akrabalarımın olduğu şehirde değildim. İnsanların işleri, aileleri, kendi meşguliyetleri vardı. Salgın sürecindeydik üstelik. En iyisi refakatçisiz bu işi halletmek, kimseye zahmet vermemek dedim. Salı sabah hastaneye giderek yattım. Yatışımdan kısa süre sonra da baygınlık geçirdim. Rahat, kendinden emin tavırlarla, bir başıma geldiğim hastanede kısa bir süre sonra, yatan hasta olmanın hakkını vermiştim. Yatakta öylece mecalsiz yatıyordum. Memleketteki yakınlarım durumumu merak ediyor, yalnız başıma ameliyata girecek olmamı içlerine sindiremiyorlardı. Ben de “Yalnız kimse yok!” ,“Kirâmen Kâtibin kimseyi yalnız bırakmıyor.” diyerek latife yollu onları teskin ediyordum. Salı böylece geçti. Çarşamba sabahı erkenden uyandırıldım. Hastanede hayat sabahın ilk ışıklarıyla başlıyordu. Ameliyata hazırlanmam söylendi. Bana verilen ameliyathane kıyafetini giyip başıma galoşu taktım. Cüzdanımı, telefonumu, elbiselerimi koyacak bir yer bakındım. Dolap vardı ama kilitsizdi. Odada bırakmam güvenli görünmüyordu fakat başka bir seçeneğim de yoktu. Bırakıp çıktım. Sedyeye yatmam istendi. Geçip uzandım. Hareket ettik. Tuhaf bir histi, kurbanlık koyun gibi hissediyordum. Asansörle eksi katların birinde durduk. Ameliyathaneye varmıştık. Herkes çok meşgul görünüyordu. Belli ki onlar için sıradaki hastadan ibarettim. Bana bakarak aralarında bazı Latince kelimelerle konuştular. Bir uzmana anesteziye dair birkaç şey sorulduktan sonra kolumdan damar yolu açıldı. Hemen ardından hızlı bir uyku geliverdi. Onların tabiriyle “operasyon” başlamıştı. Neden sonra doktorların yüksek sesle ismimi çağırmasıyla uyandım. Bilincime dair sordukları soruları cevaplamaya çalıştım. Uykum bir yandan bastırmaya devam ediyordu. Uyumamam gerektiğini, ameliyatın bittiğini söylediler. Biraz daha kendime geldikten sonra sedyem tekrar hareket etmeye başladı ve asansöre geçtik. Aynada kendimi gördüm. Ameliyat bölgem büyük sargılarla kaplı, yüzüm gözüm ameliyat izleriyle doluydu. Böyle bir görüntü beklemiyordum. İş umduğumdan büyük çıkmıştı. Nihayet klinik katına çıktık. Sedyeyi yatağıma yaklaştırdılar. Zorla yatağıma geçtim. Ameliyat kıyafetini değiştirmem için odayı boşalttılar. Kıyafetlerim odanın diğer ucundaki dolaptaydı. Dışardan yardım isteyemedim. Nazlı bir hasta olmak istemiyordum, kendimi zorlamayı tercih ettim. Zorlukla dolaba kadar yürüdüm, giysilerimi alıp giyindim. Yakınlarıma ameliyattan selametle çıktığımı haber vermem gerektiğini düşündüm. Saate bakınca ikindi namazına az bir vakit kaldığını fark ettim. Saat sekiz gibi inmiştim oysa. Aileme çıktığımı, iyi olduğumu mesaj attım. Aklım namazdaydı. Tuvalet ihtiyacım vardı ve vakit de daralıyordu. Kapıya kadar yürüdüm. Koridordaki görevlilerden yardım istemeyi düşündüm. Tuvaletten sonra abdest alacaktım. Bu halde abdest ve namaz için mescide gidemezdim, katta abdest almalıydım. Bazen bir lavaboda abdest almam gerektiğinde “Burada abdest alınamaz, şadırvanda alınız!” gibi işgüzarlıklarla karşılaşırım. “Bu halde kazaya bırakın, hastasınız, zorlamayın” gibi ikazlar da olabilirdi. Böyle lüzumsuz bir akıldâneliği çekecek hiç mecalim yoktu. Duvara tutunarak lavaboya gittim, düşme tehlikesi içinde abdest aldım. Doğrusu çok meşakkatliydi. Hastanede kaldığım süre içinde buna benzer şeyleri hep yaşadım. En dikkat çekici olanı ise normal hayatta eksikliğini çekmeyeceğim şeyler gözümde fazla büyüyordu. Mesela öğün aralarında atıştıracak bir şeyler... Benim gibi çay tiryakisi için bir bardak sıcak çay... Aslında pencereden kantini görüyordum ama ne gidip alabiliyorum ne getirtebiliyorum. Refakatçi konusunda baştaki tereddüt ve verdiğim hatalı karar beni zor durumda bırakmıştı. Sosyal medyada ameliyat olduğumu paylaştım ve dostlarım çok dua ettiler. Var olsunlar. Ancak ben burada, gözlerimin içine bakılarak “Geçmiş olsun.”,“ Bugün nasıl oldun?”, “Bir isteğin var mı?” gibi sözler istiyordum. Koca bir yükü kucaklamış ama altında kalmış gibiydim. “Buna da şükür, artık geride kaldı” diyerek sonunda taburcu oldum. On beş günlük raporum vardı. Evimde dinlenip iyileşmeye çalışıyordum. Fakat bir şey fark etmiştim. Gerek telefondan gerekse yüz yüze hastane günlerim sorulduğunda duygularımı kontrol etmekte zorlanıyordum. Kaçamak cevaplarla geçiştiremezsem ya da üstüme gelinirse gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Belli ki hastane günlerim bir travma etkisi oluşturmuştu. Tabiatı, toprağı, yeşilliği, suyu seviyor ve iyileştirici etkisi olduğunu biliyordum. Sorunun derinleşmemesi için ailecek temiz havalı, yeşillik bir yere geçtik. Burada tam da istediğim gibi su sesi karşıladı beni. Durgun gölün üzerine düşen çam ağacı gölgelerinin muhteşem manzarasında dinlendim. Bahçede sıra sıra dizilmiş yavru ördek ve kazların güzelliği ve oyunlarıyla keyiflendim. Bütün bunları yaparken Cenâb-ı Allah’tan hayırlı şifalar diledim. Başlangıç aşamasında olmuş olacak ki, travma olarak düşündüğüm tepkiden eser kalmadı. Allah Tealâ’ya hamd ve senâlar olsun. Yalnızlık yiğitlik değil Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem müminlerin birbirlerine karşı sorumluluklarını açıklamıştır. Buna göre mümin din kardeşiyle karşılaşınca selamlaşır, hasta olduğunda ziyaret eder, davet ettiğinde icabet eder, aksırdığında hayır duada bulunur ve vefatında cenazesine katılır. Atalarımız “bir musibet bin nasihatten yeğdir” demişler. Hastane günlerim bana ders oldu. Dinimizde emir ve tavsiye edildiği üzere insanların iyi gününde sevincini paylaşmanın, zor zamanlarında yanında olmanın ne denli paha biçilmez olduğunu tecrübe etmiş oldum. Belki bundan da önemlisi, gerektiğinde yardım istememenin de yardım etmemek kadar yanlış olduğunu anlamış oldum. Ayrıca sosyal medyada sanal ortamlardaki arkadaşlıkların asla gerçek arkadaşlarımızın yerini tutmayacağını, kişinin bu mecralarda geçirdiği saatlerin gerçek dost ve yakınları ihmale neden olmaması gerektiğini yaşayarak öğrenmiş oldum. Mesela her şeyin başladığı Çarşamba günü annem yanımda olsaydı, ameliyat dönüşü kapıdan gözüktüğüm anda yüzünde belirecek sevinç bile benim için birçok şeyi çözebilirdi. Ama kendimce yiğitlik edip, gelmesini istemedim. Burada hikâye ettiğim refakatçi meselesinde de görüldüğü üzere bir problemi kendim halledeyim diyerek alınan iyi niyetli bazı kararlar hayli soruna sebep olabiliyor. Kimseyi rahatsız etmeyeyim diyerek tek başına girişilen bir iş, sonuçları itibariyle pek çok kişiyi etkileyen büyük bir meseleye dönüşebilir. Demek ki insanların, yakınlarımızın, sevdiklerimizin üzerine düşeni yapmasına, bulunması gereken yerde bulunmasına, fedakârlığına fırsat tanınmalıdır. Çünkü bu sadece zor durumda kalan kişiye iyilik değil, aynı zamanda fedakârlık yapan kişinin kendisine, dostluğa, akrabalığa, en önemlisi de kulluğa dair ortaya koyabileceği en kıymetli tutumlardan biridir. Kimseyi bundan mahrum etmemek lazım.