Zor zamanlardan geçiyoruz. Bir taraftan tabii âfetler canımızı yakarken , diğer taraftan kendimizi her gün huzura daha muhtaç halde buluyoruz. Öyle bir dünya ki sanki her çözümün ardında başka bir sorun pusuda bekliyor. Ya dengemizi kaybedip düşeceğiz ya kaderle barışıp ayağa kalkacağız. Mümine düşmek, düştüyse öylece kalmak , ümidini kaybetmek yakışmaz. Öyleyse rıza ve sabrı kuşanma zamanı. Rıza ve sabır birbirinden ayrılmaz ikikavramdır. İnsan genellikle razı olduğu,inandığı, kabullendiği, sonucuna “evet” dediği şeylere ulaşmak için sabreder. İnanmadığı ve ikna olmadığı şeyin zahmetine girmez, girse de onu taşımaya tahammül edemez. Sonuna kadar götüremez. İnanan sabreder. Sabreden zafere, hedefe, güzel sonuca ulaşır. Bu bütün din ve dünya işlerinde geçerlidir. Mümin, yüce Rabbinin vaatlerine, Peygamberi sallallahu aleyhi vesellemin sözlerine inandığı ve sonuçlarına razı olduğu için İslâm’ı yaşamak, korumak ve yaymak için canı ve malıyla gerekeni yapmaya sabreder. Bütün ilimler, bilimler, sanatlar, keşifler ve icatlar hep inanç ve sabırla elde edilir. Herkes inandığı ve gönlüyle “evet” dediği ölçüde bu işlerde başarılı olur. Bir hasta tedaviye razı olduğu ve iyileşmek istediği için tedavi sürecinde yaşadığı onca sıkıntıya sabreder. Gerekirse bir zaman yemez, içmez, uyumaz, yürümez, konuşmaz. Sıhhat bulacağım, sonuçta mutlu olacağım diye bütün acıları yudumlar, gücü nispetinde her masrafa girer. Dinimiz rıza ile yani razı olma hali ile başlar. Mümin, Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi veselleme razı olan kimsedir. Bunları gönlünden severek kabullenir. Sonra bilerek, severek “evet” dediği bu ilâhî anlaşmanın ve aşkının ispatına sıra gelir. Onun ispatına “dindarlık” denir. Dindarlık, yüce Allah’a razı olmanın gereklerini yerine getirmekten ibarettir. Neticesi dünyada izzet ve kemâl, ahirette ebedi nimet ve cemaldir. Herkes dindarlığı ile aklını, aşkını ve sabrını ölçebilir. Kim Allah’tan gelene razı olursa, Allah da ondan razı olur. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem İbn Abbas radıyallahu anhûya; “Allah için, yakîn ve rıza hâli içinde amel et. Eğer bu olmazsa, sabret. Şüphesiz hoşuna gitmeyen şeylere karşı sabretmende çok hayır vardır.” tavsiyesinde bulunmuştur.1 Yüce Rabbi’nin hükmüne razı olmayan kimse rahat yüzü göremez. Çünkü hadiste belirtildiği gibi, “Allah Tealâ rahatlık ve sevinci rıza ve yakîne koymuş; tasa ve hüznü ise kuşku ve ilâhî takdire kızgınlığa yerleştirmiştir.”2 Hz. Ömer radıyallahu anh der ki: “Sıkıntı içinde mi yoksa rahatlık içinde mi sabahlayıp akşamladığıma hiç aldırış etmem (başıma gelene razı olurum).” Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyh demiştir ki: “Sabaha çıktığımda beni en çok sevindiren şey, o gün tecelli eden ilâhî takdire rıza göstermektir.”3 Cafer b. Süleyman es-Sanaî rahmetullahi aleyh şunu anlatır: Bir gün Süfyan es-Sevrî, Rabiatü’l-Adeviyye’nin yanında, “Allahım bizden razı ol!” dedi. Rabia ona, “Sen Allah’tan razı değilken O’nun senden razı olmasını istemeye utanmıyor musun?” dedi. Bunun üzerine Süfyan es-Sevrî, “Allahım beni affet.” dedi. Cafer diyor ki: “Ben Rabia’ya, kulun ne zaman Allah’tan razı olacağını sordum. Rabia, ‘Kulun başına gelen bir musibet karşısındaki sevinci, eline geçirdiği bir nimet karşısındaki sevinci gibi olunca Allah’tan razı olmuş olur.’ dedi.”4 Rıza ve sabır imanın olmazsa olmazlarıdır. Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme imanın ne olduğu sorulunca “O, sabır ve müsamahadır.” buyurmuştur.5 Diğer hadiste, “İman iki kısımdır: Yarısı sabırda yarısı şükürdedir.” buyrulur.6 Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün Ensar’dan bir topluluğun yanına girdi ve onlara; – Siz mümin misiniz, diye sordu. Oradakiler sükût ettiler. O zaman Hz. Ömer radıyallahu anh; – Evet, ya Rasulallah, müminiz, dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem; – Peki, imanınızın alameti nedir, diye sordu. Hz. Ömer; – Genişlikte şükreder, belaya sabreder, ilâhî takdire razı oluruz, diye cevap verince Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; – Kâbe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki, bu sıfatlarla siz gerçekten müminsiniz, buyurdu.7 Hz. Ali radıyallahu anh konuyu şöyle özetler: “İslâm, dört temel esas üzere kuruludur: Sabır, yakîn, cihad, adalet. Sabrın dört bölümü vardır: Şevk, korku, zühd, işin sonunu tefekkür. Cennete istek duyan kimse nefsinin yönlendirmelerinden sıyrılır. Cehennemden korkan kimse haramlardan elini çeker. Dünyadan gönlünü çekene (zühd ehline) musibetler hafif gelir. Ölümü düşünen kimse hayırlara koşar.”8 Diğer sözünde de şöyle buyurur: “İman için sabır, bedende baş durumundadır. Başı olmayanın bedeni bir işe yaramayacağı gibi (Rabbi’ne itaate ve musibetlere) sabrı olmayanın da imanı yok hükmündedir.” İmtihan dünyasındayız Yüce Rabbimiz, bizleri hayır ve şer ile deneyeceğini bildiriyor. (Enbiya 35) Dünya süslerinin bizi denemek için önümüze serildiğini, bunun hangimizin daha güzel amel edeceğini göstermek için yapıldığını haber veriyor. (Kehf 7) Bize verilen akıl, bilgi, sıhhat, mal, mülk, idare, güzellik ve diğer nimetlerin bizi denemek için olduğunu hatırlatıyor. (Mâide 48; En’am 165) Bizden önceki peygamberlerin ve sâlihlerin çektiği zorluk, kıtlık, zahmet ve çilelerden hiç tatmadan cennete girmeyi istemeyi imana ve aşka ters buluyor. (Bakara 214) “Şüphesiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltarak (fakirlik ve ölümle) imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara 155) ayetiyle de herkesin benzer şeylerle imtihan edileceği duyuruyor. Bunca imtihandan başarıyla çıkmamız için yüce Rabbimiz bizlere lazım olan her şeyi ikram etmiştir. Bunların başında iman, ilim, rıza ve sabır nimetleri gelmektedir. Sabredenlere müjdeler olsun! Sabrın hükmü ve çeşitleri Sabır duruma göre farz, fazilet ve haram olur. Bunlar ilâhî hükümlere göre bilinir ve belirlenir. Bir hüküm (yapılması veya yapılmaması yönüyle) farz ise, emredileni yapmak ve yasaklanan işten kaçmak için sabretmek de farzdır. Eğer bir şey teşvik ve tavsiye ediliyorsa onu yapmak için sabretmek fazilettir. Eğer bir iş mahzurlu ve zararlı ise; mesela mümin kardeşine zulmedilirken, namusu çiğnenirken, değerleriyle alay edilirken karşı koymaya ve engel olmaya gücü yetiyorsa sabretmesi haramdır. Zayıf ve âciz kalırsa mazurdur. Müfessir İbn Cüzey rahmetullahi aleyh der ki: “Sabır dört şekilde olur: 1. Belaya sabır: Bu, sıkıntı anında nefsi ilâhî takdire karşı hoşnutsuzluk göstermekten, endişeye düşmekten ve korkuya kapılmaktan alıkoymaktır. 2. Nimetlere sabır: Bu, onu şükürle elde tutmak, nimetle azgınlık yapmamak ve kendini beğenmekten uzak durmaktır. 3. İtaat ve ibadetlere sabır: Bu, onları sürekli yapmak ve zayi edecek şeylerden muhafaza etmektir. 4. Günahlara sabır: Bu, nefsi günahlardan uzak tutmaktır. Sabrın bir üst derecesi teslimiyettir. Teslimiyet, zâhiren ilâhî takdire kızmayı terk ettiği gibi, onu içinden kötü görmeyi de terk etmektir. Teslimiyetin bir üstü ilâhî takdire rızadır. Rıza, Allah’ın işlerinden dolayı nefsin sevinç içinde olmasıdır. Bu, muhabbetten oluşan bir haldir; (gerçek aşığın nazarında) sevgilinin yaptığı her şey hoş ve güzeldir.”9 Sabrın kısımları Ebu Tâlib el-Mekkî kuddise sırruhûnun Kûtü’l- Kulûb’unda ve İmam Gazalî rahmetullahi aleyhin İhyâu Ulûmi’d-Dîn’inde sabrın birçok çeşidinden bahsedilmiştir. Bunları şöyle özetleyebiliriz: Yüce Mevlâ’ya itaat ve ibadette devam etmeye ve nefsin haram isteklerine karşı sabır, sabrın en önemlileridir. Nefsin istek ve yönlendirmelerine karşı sabretmeye ve edebini korumaya “iffet” denir. Bütün kuvvetini mücahede edilmesi gereken şeye yöneltmek, kalbini nefsanî duygulardan, şeytanî arzu ve isteklerden, dünyevî süs ve alâyişten temizlemek için sabır gerekir. Âfetler karşısında feryat etmemek, inkâr ve isyan türü sözlerden kaçınmak, insanlara eziyet etmemek, insanların eziyetine tahammül etmek, âlimlerin kötü gördüğü, tasvip etmediği şeylerden sakınmak için gösterilen sabır da övülmüştür. Kibirden, haddi aşmaktan, azgınlık yapmaktan ve başkalarına karşı üstünlük taslamak gibi taşkınlıklardan sakınmak için de sabır gerekir. Amelin önünde, içinde ve sonunda sabır gerekir. Öncesinde niyeti güzel yapmak, ameli bozmadan bitene kadar devam ettirmek için sabır lazımdır. Amelden sonra ise yapılan ameli gizlemeye, onunla övünmeyi terk etmeye, gösteriş ve kendini beğenme halinden temiz tutarak sevabının tam olması için onu görmezden gelmeye sabretmektir. Amelin riyadan uzak olması için bu sabır şarttır. Nefsine yapılan haksız, yersiz ve edepsiz muamelelere karşılık vermemek bir sabır türü olduğu gibi; durumu Mevlâ’ya havale ederek yapanla muhatap olmamak da ayrı bir sabır çeşididir. Nefsi takva üzere tutmak da önemli bir sabır çeşididir. Takva bütün hayır çeşitlerini içinde toplar. Sabır da bütün iyiliklerin içinde mana olarak mevcuttur. Kul bu ikisini bir arada bulundurduğu zaman “muhsin”lerden yani iyilik sahibi sâlihlerden olur. Ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz, kim takva sahibi olur ve sabrederse, muhakkak Allah (böyle) muhsinlerin (iyilik sahiplerinin) mükâfatını zayi etmez.” (Yûsuf 90) Sabrın bir çeşidi de sıhhat ve ferahlık hâlinde Hakk’a muhalefet etmemektir. Nefsin ayartmalarına harcama yapmadan zenginlik hâline sabır, isyana kullanmadan nimete sabır da ayrı sabır çeşitleridir. Buna “nefsini zaptetme” denir; aksi şımarıklıktır. Bir müminin fakirlik, darlık ve zorluğa karşı sabra ihtiyacı olduğu gibi, anlatıldığı şekilde zenginliğe sabretmesi ve bu hususta Rabbi’nden yardım istemesi de gereklidir. Yoksa nimet mihnete, izzet zillete, rahatlık azaba, sevinç hüzne dönüşür. Böyle bir zenginlik sahibi için bir tuzak olur. Denilmiştir ki; bela ve fakirliğe iman ehli sabreder, afiyet ve nimete ise ancak imanında dosdoğru olan sabreder. Sehl b. Abdullah Tüsterî kuddise sırruhû der ki: “Afiyete sabredip isyana düşmemek, belaya sabırdan daha zordur.” Şu halde kim afiyet, zenginlik, evlat ve benzer nimetlerle gelen genişlik halinde bunlarla gaflet ve isyana düşmemek için sabreder ve her birini yerli yerince kullanarak haklarını verirse o, şükreden sabır ehlinden olur. Üstelik bela ve fakirliğe düşüp sabredenler böyle kimseden üstün değildir. Ayette şöyle buyrulur: “O cennet müttakiler için hazırlanmıştır. Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik sahiplerini sever.” (Âl-i İmran 133-134) Sabır çeşitlerinden biri de musibet ve acıları gizlemek, rahatlamak için başkalarına şikâyeti terk etmektir. İşte buna, “sabr-ı cemîl” denir. Sabır çeşitlerinden bir diğeri hayır amelleri gizleyip, nefsin bunları anlatmaktan alacağı zevke mani olmaktır. İyiliklerin ve sadakaların gizlenmesi -duyurmakta bir tehlike olmasa ve hatta duyurulmasında iyilik olsa bileedebtendir. Her hâlükârda bu tür amellerin gizli tutulması daha faziletli, daha temiz ve Allah Tealâ’ya daha sevimlidir. Fakirlik hâlinin gizlemek, hâlini halka bildirmemek, Rezzâk-ı Kerîm’in taksimine rıza gösterip eldeki nimete kanaat etmek de övülmüş sabır çeşitleridir. Buna “kanaat” denir. Dünya nimetlerine karşı sabredip ihtiyaç fazlasından el çekmeye “zühd” denir. Zıddı hırs ve aç gözlülüktür. Kendisinde zuhur eden kerametleri açıklamamaya, keşfolunan ilâhî kudret ve sırları başkasına bildirmemeye sabretmek de Allah Tealâ’ya karşı güzel edebi muhafaza etmektir. Buna, “Allah Tealâ’dan hayâ etmek” ve “Sırrı saklamak” denir. Cenâb-ı Hakk’ı sevenlerin yolu budur. Düşmana karşı savaş halinde de sabır gerekir. Buna “şecaat” denir. Zıddı korkaklıktır. Gazap anında mümin kardeşlerine karşı hiddetini tutup sabretmeye ve intikam almayıp affetmeye “hilm” denir. Asıl yiğitlik, öfke anında nefsine sahip olmaktır. Fazilet olan sabır çeşitlerinden biri de nefsi övülme, sevilme ve baş olma sevdasından alıkoymaktır. Bir diğeri de çoluk çocuğun maişetini kazanırken, onlara verirken ve onlardan gelen sıkıntılara göğüs gererken gösterilen sabırdır. Evlat ve ailede insanı Allah’a götüren birçok sebep vardır. Bunların en alt seviyesi onlara ihtimam gösterip, Allah’ın emaneti olarak göz kulak olmaktır. En üst seviyesi ise, Allah Tealâ’nın takdirine rıza gösterip onlar hakkında Cenâb-ı Hakk’a tevekkül etmektir. Aile reisinin yuvada helalinden Allah rızası için yaptığı bütün harcamalar ve çektiği bütün çileler sadaka olarak yazılır. Annenin zahmetleri ve hizmetleri de böyledir. Sabredenlere verilen müjdeler Müfessir İbn Cüzey rahmetullahi aleyh der ki: “Sabır Kur'an'da yetmişten fazla yerde zikredilmiştir. Bu, sabrın dinde ne büyük bir yere sahip olduğunu göstermek içindir.” Âlimlerden biri şöyle demiştir: “Her iyiliğin sevap olarak belirli bir karşılığı vardır. Fakat sabır için böyle değildir, onun sevabının bir sınırı yoktur. Bunu şu ayetten anlıyoruz: Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.’ (Zümer 10)” Allah Tealâ, Kur'an-ı Kerim'de sabredenlere verilecek sekiz lütuf zikretmiştir: 1. Allah sabredenleri sever. (Âl-i İmrân 146) 2. Allah sabredenlerle beraberdir. (Bakara 153) 3. Kendilerine mükâfat olarak cennet köşkleri verilecektir. (Furkan 75) 4. Mükâfatları hesapsız verilecektir. (Zümer 10) 5. Onlar müjdelenmiştir. (Bakara 155) 6. Onlar için Rab’lerinden bolca bağış, 7. Ve rahmet vardır. 8. Onlar gerçekten hidayete ulaşmış kimselerdir. (Bakara 157)10 Dünya dertlerle yoğrulmuştur Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Bu dünya felâh değil helâk dünyasıdır. Ferahlık evi değil hüzün evidir. Dünyayı tanıyan onun rahatlığıyla sevinmez ve sıkıntısıyla üzülmez. Dikkat edin! Dünya imtihan, ahiret ise mükâfat yeridir. Dünya imtihanı ahiret sevabına sebep kılınmıştır. Ahiret sevabı dünya sıkıntılarına bedel yapılmıştır. İnsan başına gelen belalardan dolayı sevap alır. Sevap alsın diye imtihan edilir.”11 İbn Ataullah İskenderî kuddise sırruhû Hikem’inde der ki: “Bu dünyada yaşadığın sürece üzüntü veren şeylerin olup durmasına şaşırma! Dünya sadece kendi özelliğini, vasfını ortaya koymaktadır.” Şu halde dünya imtihan, keder ve hüzün yeridir; zevk, safa ve istirahat yeri değil. Dünyanın vasfı böyle olunca insan orada olduğu müddetçe sıkıntıları garipsememeli, dünyanın bu hallerle iç içe bulunduğunu unutmamalıdır. Ziya Paşa’nın dediği gibi; “Âsude olayım dersen eğer gelme bu cihana Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan.” “Her âkıle bir dert bu âlemde mukarrer Rahat yaşamış var mı gurûh-ı ukalâdan.” Diyor ki: “Eğer mutlu ve dertsiz olayım dersen bu dünyaya hiç gelme. Çünkü bu hayat meydanına bir defa düşen kimse kaza taşlarından (dertlerden) kurtulamaz. Bu âlemde her akıl sahibine bir dert takdir edilmiştir. Akıllılardan hiç rahat yaşamış kimse var mı?” İnsanlığın babası Hz. Âdem aleyhisselamın, cennette yaratıldığı halde hamuru dertle yoğrulmuş dünyaya gönderilmesinin bir hikmeti de, cennetin güzelliğinin bilinmesi ve oraya girildiğinde ne büyük bir nimete ulaşıldığının fark edilmesidir. Sıkıntıda saklı rahmet “Cennet nefse hoş gelmeyen şeylerle, cehennem de nefsin istekleriyle çevrilmiştir” buyrulmuştur.12 Cenneti isteyenlerin nefse zor gelen şeylere, ibadet ve taatlere razı olup sabretmesi gerekiyor. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem; “Nefsin hoşlanmadığı işleri yapmaya sabretmende büyük hayır vardır.” buyurur.13 Yüce Mevlâ bazı kullarını sevgi ile kendisine çağırırken, bazılarını acı, sancı, fakirlik, sıkıntı ve zorluk kemendiyle çeker. Onları zikre, fikre, tevbeye, uyanmaya ve duaya davet eder. Fakat kalp katılaşınca ne sevgi dilinden ne de uyarıdan anlar. İsyanına isyan, zulmüne zulüm katar. Sonuçta ilâhî adalet ona hak ettiğini verir. Yüce Allah mahzun gönülleri sever. Hastalık, fakirlik ve musibetler insanı mahzun eder, kibrini kırar, acizliğini hatırlatır, kötülüklerini önler. İbret alanın kalbini inceltir, fikrini düzeltir, Allah’a yöneltir. Böylece beden hastalığı kalp körlüğünün ve katılığının ilacı olur. Fakirlik onu Allah’a yöneltip manen zengin eder. Nice musibetler birçok günaha engel olur. Nice yalnızlıklar kişiyi ebedi dostla buluşturur. Nice eziyetler günahlara kefaret olur. Nice ahlar gönül kirlerini temizler. Yine Hikem sahibi der ki: “Yüce Allah sana bir şey verdiğinde lütfunu, bir şeyi esirgediğinde ise kahrını göstermiştir. O her iki halde de sana kendisini tanıtmak istemekte ve sana lütfuyla yöneldiğini bildirmektedir.” “İstediğin şeyin verilmemesinin seni üzmesi, Allah’ın ondaki muradını anlayamadığındandır.” İman ve ibret gözüyle bakılırsa, başa gelen sıkıntı ve musibetler içinde saklanmış ilâhî lütuflar görülür. Çünkü acı tatlı her şey Rahmân ve Rahîm olan Mevlâ’mızın takdir ve tercihi ile başa gelmektedir. O ihsanını bazen açıktan gösterir, bazen gizleyerek verir. O’nun her işi hikmetlidir, güzeldir; fakat insanların çoğu bilmezler. Bu lütuf bazen işin sonunda, bazen daha sonra, bazen ahirette anlaşılır. Hikem sahibini dinlemeye devam edelim: “Çoğu kere, gündüze benzeyen bast (genişlik ve rahatlık) hâlinde elde edemediğin faydayı sana geceye benzeyen kabz (darlık ve sıkıntı) hâlinde verir. ‘Hangisinin size daha faydalı olduğunu siz bilemezsiniz.’ (Nisâ 11)” Hz. İbrahim aleyhisselam ateşe atılmasaydı, ondaki halîl (dostluk) sıfatı ortaya çıkmaz, kalbindeki ilâhî aşkı, vefası ve safası bilinmezdi. Hz. Yusuf aleyhisselam kuyuya atılmasaydı ve köle diye satılmasaydı, Mısır’a sultan olup tahta çıkamazdı. Hapsedilmeseydi temizliği ve mertliği anlaşılmazdı. Mısır'da ve civarında kıtlık olmasaydı, halk Hz. Yusuf'un dirayetini ve Allah katındaki kıymetini bilemez, putların acizliğini göremez, tevhid inancına ulaşamaz, belki de Hz. Yakup aleyhisselam Hz. Yusuf aleyhisselamla buluşamazdı. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem Hudeybiye’de müşrikler tarafından engellenip Mekke’ye giremeden geri dönmüştü. Müslümanları zora sokan bir antlaşma yapılmıştı. Bazı sahabiler ve özelikle Hz. Ömer radıyallahu anh “Dinimiz adına bu ne büyük zillet!” diye üzüntüden kahrolmuştu. O anda bu sıkıntının gerisinde saklı zaferleri göremediğinden din gayretiyle feryat ediyor, antlaşmanın yırtılıp atılmasını istiyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ise, “Ben Allah’ın takdirine ve hükmüne tâbiyim” diye teslimiyet gösteriyordu. Çok geçmedi yüce Allah, Fetih suresini indirerek, “Biz sana apaçık bir fetih verdik. Yakında emin bir şekilde Mescid-i Haram’a gireceksiniz.” müjdesini verdi. Zâhirde yenilgi ve zillet gibi görülen durum büyük bir fetihle sonuçlandı. İnsanların, “kaybettim, bittim, iflas ettim” deyip ümitsizliğe düştüğü noktada, dirayet ve feraset sahipleri hiç endişe etmeden, edebini bozmadan sabırla bir çıkış yolu arar, sıkıntının içinde veya arkasında saklı hayra ulaşıp “işte aradığım buydu” diye sevinirler. Bizim için hayrın nerede olduğunu ancak yüce Rabbimiz bilir. O şöyle buyurmuştur: “Siz bazen bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o şey sizin için daha hayırlı olabilir. Yine siz bir şeyi seversiniz, fakat o sizin için şerli olabilir.” (Bakara 216) Kiminin imanını sıhhat, kimininkini hastalık korur. Kimini zenginlik Allah’a yaklaştırır, kimini fakirlik. Hadis-i şeriflerde bildirildiğine göre ahirette sabırlı ve iffetli fakirlere verilen saltanatı gören pek çok zengin, “keşke ben de dünyada fakir olsaydım” diye fakirlere imrenecektir. Sabırlı ve edepli hastalara verilen cennet nimetleri karşısında pek çok insan, “keşke ben de dünyada biraz dert çekmiş, eziyet görmüş, hastalık tatmış olsaydım” diye hayıflanacaktır. Musibeti karşılama edebi Bu konuda Allah Tealâ şu edebi öğretmiştir: “O sabredenler, kendilerine bir musibet geldiği zaman, ‘Biz (her şeyimizle) Allah'a aidiz ve şüphesiz O'na döneceğiz’ derler.” (Bakara 156) Musibet anında öf, ah vah, eyvah yerine “af Allahım af” demelidir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Makbul olan sabır, musibetle ilk karşılaşıldığı anda olan sabırdır.” buyurmuştur.14 Musibetin ilk anında sabır çok önemlidir; müminle münafığın, imanı kuvvetli ile zayıfın ayrıldığı nokta budur. Bir müddet sonra zaten herkes normal haline döner. Musibet hariç, her şey önce küçük olarak başlar, sonra büyür. Musibet ise önce büyük başlar, sonra küçülür. Bunun için musibetin etkisi küçülmeden, acı ve sıkıntısı büyük iken sabredilirse sevabı ve mükâfatı büyük olur. Bunun elde edilmesi için kul musibetle karşılaşınca kalbi ilk anda Rabbi’ne yönelmeli, olayı isyan ve feryat etmeden karşılamalı, edebini bozmadan güzelce sabretmelidir. Sabrın başı acı, fakat sonu baldan tatlıdır. Ne gelirse kuluna Allah’tan gelir. Kaderde ne varsa başa o gelir. Gökte yazılmayan şey yerde uygulanmaz. Allah hiç kimseye zulmetmez. O’nun yaptıkları ya adalet ya rahmettir. Diğer bir hadis-i şerifte şu edep öğretilmiştir: “Kimin başına bir musibet gelince, ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah’ın kullarıyız, elbette yine O’na döneceğiz); Allahım, başıma gelen bu musibette bana güzel karşılık ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını nasip et’ derse, Allah muhakkak ona daha hayırlısını verir.”15 Ümmü Seleme validemiz radıyallahu anhâ demiştir ki: “Kocam Ebu Seleme vefat edince ben böyle söyledim; Allah bana onun yerine daha hayırlısını Rasulullah’ı nasip etti.”16 Hz. Enes radıyallahu anhûnun annesi Ümmü Süleym radıyallahu anhâ, Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme ölü üzerine ağlayıp ağıt yakmamak üzere biat etmişti.17 O sıralarda Ebu Talha ile evliydi. Ebu Umeyr künyesiyle çağırdıkları bir çocukları vardı. Bir ara Ebu Talha bazı işleri için Medine dışına gitti. Bu arada çocuk hasta oldu ve vefat etti. Annesi Ümmü Süleym çocuğu yıkadı, kefenledi, kokular sürdü ve üzerine bir şey örtüp, “Çocuğumuzun vefat haberini Ebu Talha’ya ben söyleyeceğim.” diyerek evin bir odasına koydu. Ebu Talha eve geldi. Ümmü Süleym ona karşı süslenip kokulandı. Akşam yemeğini hazırladı. Bir ara Ebu Talha, “Ebu Umeyr ne yapıyor?” diye sordu. Annesi, “Yemeğini yiyip uyudu, istirahat ediyor.” dedi. Sonra yattılar. Ümmü Süleym kocasıyla ilgilendi, birlikte oldular. (Ümmü Süleym bu beraberlikten tekrar hamile kaldı.) Bir ara kocasına dönerek; – Ebu Talha, şu komşulara ne dersin? Birisinden emanet bir şey almışlar, sahibi emanetini isteyince yüzlerini ekşitiyorlar, olur mu böyle, diye sordu. Ebu Talha; – Hayır, olmaz! Gönül hoşluğu ile emaneti sahibine vermeliler, dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym; – Öyleyse sen de oğlun için sabret. Çünkü Allah verdiği emanetini geri aldı, dedi. Ebu Talha olanlara şaşırdı. Sabahleyin Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna varıp hanımının gece yaptıklarını ve söylediklerini anlattı. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; – Allah geçen gecenizi size mübarek kılsın (hanımın doğru yapmış, güzel söylemiş), buyurdu.18 Hz. Ömer radıyallahu anh demiştir ki: “Allah Tealâ bana bir musibet verdiğinde yanında dört lütuf görerek sabrediyorum. Birincisi, bu musibet dünya ile alakalıdır. Eğer ahiretime ait olsaydı ne yapardım! İkincisi, bunun Allah’ın kaderi olduğunu biliyorum. Üçüncüsü, sabrederek sabır sevabı alıyorum. Dördüncüsü, o musibetin sevabını düşünüyorum.” İbn Mesud radıyallahu anh demiştir ki: “Fakirlik ile zenginlik kulu Rabbine götürün iki binektir. Ben onların hangisine bineceğime aldırış etmem. Eğer önüme fakirlik gelirse sabrederim; zenginlik gelirse onun da bir bedeli vardır (ki o da şükür ve cömertliktir).” Velîlerden İbrahim b. Ethem kuddise sırruhû yaya olarak Kâbe’yi ziyarete gidiyordu. Yolda atlı bir adamla karşılaştı. Adam; – Ey ihtiyar, nereye gidiyorsun, diye sordu. İbrahim b. Ethem; – Allah’ın evini ziyarete gidiyorum, dedi. Adam; – Bir bineğin yok, o kadar yolu böyle nasıl gideceksin, diye sordu. İbrahim b. Ethem; – Benim birçok bineğim var, onlarla yoluma giderim, dedi. Adam; – Nedir onlar, hani neredeler, diye sorunca Hazret şu cevabı verdi; – Başıma bir sıkıntı gelince sabır bineğine binerim. Bir nimete kavuşunca şükür bineğine binerim. Bir musibetle karşılaşınca rıza bineğine binerim. Nefsim beni kötü bir şeye çağırınca, ömrümün kalan süresinin geçenden daha az olduğunu düşünüp ondan vazgeçerim. Bunları duyan adam; – Vallahi asıl binekli olan sensin, yaya kalan benim. Yürü, yolun açık olsun, dedi.19 Şu ayet de musibetlere karşı yapılacak en önemli iki işi haber vermektedir: “Şüphesiz, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihan edileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva üzere kalırsanız, muhakkak ki bu yapılacak işlerin en değerlisidir.” (Âl-i İmrân 186) Sıkıntıların çaresi Sıkıntıların ilk çaresi, onun bir çaresinin olduğuna inanmaktır. Bu dünyada çaresi olmayan tek dert ölümdür. Aslında ölüm de nice dertler için aranan bir çaredir. Hadis-i şerifte, “Kadere iman üzüntü ve kederi giderir.” buyrulmuştur.20 Acı tatlı her şeyin ilâhî kadere göre cereyan ettiğine inanan bir mümin, başına bir sıkıntı gelince onu gönderenin Âlemlerin Rabbi Rahmân ve Rahîm olan Allah olduğunu hatırlar. “Olanda bir hayır vardır, Allah var gam yok, bana Dost’tan bir uyarıcı geldi” der. Uyarı ile uyanmaya, kusuru varsa anlamaya çalışır, tevbe eder, ölmeden telafi ve tedarik yoluna girer. Mümin bilir ki, hastalık ve musibet de bir görevlidir, kendiliğinden gelmemiştir, bir hizmeti ve hedefi vardır. Edebince karşılayana ya sevap kazandırır ya günahını temizler ya manevî derecesini artırır. Ayrıca ibret ve marifet sebebi olur. Bu dünyaya bir dert indiren Allah onun şifasını da indirmiştir. Usulünce aranırsa her derdin dermanı bulunur. Tedavi emredilmiştir. Tedavi tevekküle mani değildir. Hastalık gibi ilaç da kaderdir. Ayrıca her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır. Yüce Allah kuluna derdi kadar sabır verir. Yardım sıkıntı miktarıncadır. Sabredenler zafere ulaşır. Ancak sabra da Allah’ın yardımıyla ulaşılır. Darda kalan kul, “es-Sabûr” isminin bereketiyle yüce Allah’tan sabır istemelidir. Allah Tealâ sabrı emrettikten sonra onun aslında kendisine ait olduğunu belirterek, “Sabret! Senin sabrın ancak Allah iledir.” buyurmuştur. (Nahl 127) Darda sıkıntıda, bunalımda kalan kimselere iki rekât hâcet namazı tavsiye edilmiştir. Ayet-i kerimede; “Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 153) müjdesi verilmiştir. Hadis-i şeriflerde sıkıntıların kalkması için çokça istiğfar, tevbe, dua ve yakarma emredilmiştir. Ayrıca Hz. Yunus alyehisselamın kurtuluş sebebi olan, “Lâ ilâhe illa ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimin” tesbihi tavsiye edilmiştir. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin şu duaları da herkese tavsiye edilir: “Allahım! Senden, üzerime gelen dünya musibetlerini hafifletecek bir yakîn isterim.”21 “Allahım, kalbimi dininde sabit kıl.” “Allahım, senden dinim, dünyam, ailem ve malım hakkında af ve afiyet isterim.” “Allahım, benim hakkımda neye hükmetmişsen, sonunu benim için hayırlı yap.” Sabır, kalbin ilâhî nur ve sevgiyle genişlemesi, kuvvetlenmesi demektir. Bu nur eczanelerde bulunmuyor. Sabır ve ilâhî aşk, peygamber vârisi âşıkların gönlünde, meclisinde, terbiyesinde, edebinde ve sohbetinde elde edilecek, takva ve edep mekteplerinde öğrenilecek derslerdir. Günümüz şartlarında dini yaşamak, insanlığını korumak, fitnelere ve şeytanlaşmış insanların hücumlarına karşı durmak için bu nur, sevgi, feraset, edep ve Allah yolunda cemaat olmak gereklidir. Tek başına kalan nefsine mağlup, şeytana oyuncak, fitnelere alet olur. Bu gün tıb ve teknik birçok zâhir hastalığa ve sıkıntılara çare oluyor. Fakat insanın gönül dertlerine, kalp bunalımlarına, ruhî sıkıntılarına bir çözüm üretemiyor. Bunun çözümü yüce Allah’ın reçetesindedir. Âlemlerin Rabbi’nin davetine razı olup baş eğmeden âlemin başı dertten kurtulamaz. Bu dünyanın bir de ahireti var. Sıkıntılara karşı kalbi kuvvetlendirecek bir sebep de, sıkıntının bütün peygamberlere ve velîlere takdir edildiğini, eziyet çekmeyen, inkâr edilmeyen, horlanmayan, dışlanmayan hiçbir peygamberin bulunmadığını bilmektir. Birçok peygamber de şehit edilmiştir. Hz. Nuh aleyhisselam dokuz yüz elli sene davette bulunmuş, her gün ayrı bir sıkıntı, eziyet, darp ve alay ile karşılaşmıştır. Allah’ın halîli Hz. İbrahim aleyhisselam ateşe atılmıştır. Allah’ın habibi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem gafiller tarafından taşlanmış, dışlanmış, öldürülmeye çalışılmış, Mekke’den ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Yüce Allah inananlara din yolunda örnek ve kuvvet olsun diye bunca sıkıntıyı dostlarına yaşatmış, insanlığa gerçek âşıkların edeplerini, vefalarını, güzel ahlâkını ve sabırlarını göstermiştir. Bunun için âleme Rahmet Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Biz Peygamberler topluluğu insanların en şiddetli belaya uğrayanlarıyız. Bizden sonra en fazla belaya uğrayanlar, peygamberlere en yakın olan sâlihlerdir.” buyurmuştur.22 Ayet-i kerimede, “O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret!” (Ahkâf 35) buyrulmuştur. Mümin de başına bir sıkıntı geldiğinde bu örnekleri düşünürse kalbi kuvvet bulur, belada yalnız olmadığını bilir; sabrederek sâlihlere katılmaya çalışır. Çünkü âşıklar sevgili uğruna çektikleri çile ile ölçülür; ondan gelen her şeye razı olanlar özel dostluk tacını takarlar, ilâhî huzurda kabul görürler. Böylece acıları ebedi sevince dönüşür. Bu durum bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmiştir: “Allah kulunu sevdiği zaman ona bela verir. Başına gelene sabrettiği zaman onu diğer kulları arasından seçer, rıza gösterdiği zaman özel dostluğuna alır.”23 Âşıklar için sevgili yolunda çektikleri acılarda öyle bir tat gizlenmiştir ki, Aziz Mahmud Hüdayî kuddise sırruhû gibi; “Hoştur bana senden gelen Ya gonca gül yahut diken Ya hil’at ü yahut kefen Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” diyenler de olmuştur. Bu sözler bize ağır gelse de, boşuna söylenmiş değildir. Yüce Allah’tan razı olanlar, O’nun her hükmüne, her takdirine, her tecellisine, her emrine razı olurlar. O zaman Allah da onlardan razı olur. Bu öyle bir saadettir ki onun için bin çile çekilse, bin can verilse azdır. Allah yolunda çekilen acıların içinde doyumsuz bir tadın gizlendiğine güzel bir örnek de şehitlerin halidir. Hadis-i şerifte belirtildiği gibi, yüce Allah ahirette şehitlere; – İşte size cennetim, buyurun, başka bir isteğiniz var mı, diye sorar. Onlar da; – Ya Rabbi, bizi dünyaya geri gönder de senin için on kez daha can verelim, derler. Onlar, yüce Sevgili uğruna darbeler altında, ateşler içinde şehit olurken aldıkları tattan dolayı böyle yaparlar. Olayın dışı acıdır, fakat içi cennetten tatlı olduğu için şehitler bunu bir kere daha yaşamak isterler. Bu da yumuşak döşeklerde cennet arayan nefsimize ibret olsun! Faydalanılan Kaynaklar 1 Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/389; Beyhakî, Şuabu’l-İman, nr. 10000. İlk kısmı hariç bk. Ahmed, Müsned, 1/307. 2 Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 10/42; Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr. 207; Süyûti, es-Sağîr, nr. 2493; Elbani, Daife, No: 482. İbn Ebi’-Dünya, Yakin, nr. 31. (Mevkuf olarak). 3 Bk. Mekkî, Kûtü’l-Kulub/Kalplerin Azığı, 3/162. 4 Bk. Mekkî, Kûtü’l-Kulub/Kalplerin Azığı, 3/169-170. 5 Ahmed, Müsned, 4/61; Ebû Ya’la, Müsned, nr. 1754; İbn Hacer, el-Metalibü’l-Âliye, nr. 2860; Heysemî, ez-Zevâid, 1/60. Biraz farklı bir rivayet için bk. Buharî, Edebü’l-Müfred, nr. 290. 6 Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 9715; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 3106. 7 Taberanî, el-Kebir, nr. 11336; Heysemî, ez-Zevâid, 1/54; Zebîdî, İthafü’s-Sâde, 11/ 11. 8 Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/115-116 (Beyrut 2007). 9 İbn Cüzey, et-Teshîl, 1/103. 10 İbn Cüzey, et-Teshîl, 1/103. 11 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummal, nr. 6203. 12 Buharî, Rikâk, 28; Müslim, Cennet, 1; Ebu Davud, Sünnet, 22; Tirmizî, Cennet, 21; Nesaî, Eymân, 3; Darimî, Rikak, 117; Ahmed, Müsned, 2/260. 13 Ahmed, Müsned, 1/307; Beyhakî, Şuabü›l-İman, nr. 1074. 14 Buharî, Cenaiz, 32, 43; Ahkam, 11; Müslim, Cenaiz, 14, 15; Ebû Davud, Cenaiz, 27; Tirmizî, Cenâiz, 13; Nesaî, Cenaiz, 22; İbn Mace, Cenaiz, 55; Ahmed, Müsned, 3/130, 143, 217. 15 Müslim, Cenaiz, 3 (nr. 918); Ahmed, Müsned, 6/309. 16 Müslim, Cenaiz, 3, 4; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 1/379. 17 Buharî, Ahkam, 49; Kurtûbî, el-Câmi’, 18/73. 18 İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ, 8/431; İbnü’l Cevzî, Sıfatu’s-Safve, 2/67. 19 Bursevî, Rûhu’l-Beyan, 2/157. 20 Deylemi, Firdevsü’l-Ahbar, nr. 384; Süyûti, es-Sağîr, nr. 3101; Kudâî, Müsnedü’ş-Şihab, 1/277. 21 Tirmizî, Deavat, 80; Hakim, Müstedrek, 1/528. 22 Buharî, Merda, 3;Tirmizî, Zühd, 57; İbn Mace, Fiten, 23; Darimî, Rikak, 67; Ahmed, Müsned, 1/172, 180, 185. 23 Deylemi, Firdevsü’l-Ahbar, nr. 976; Zebidî, İthafü’s-Sâde, 12/ 515-516.