Aramak

Sabır ve İncelikleri

Güzelce sabır, sırf Allah Tealâ'nın rızası için nefsi hoşlanmadığı şeylere zorlamaktır. O’ndan başka kimseye şikâyette bulunmadan acı ve zorluklara dayanma halidir.

Müslüman akıllı kimsedir. Ebedî mutluluğu tahsil için yaşar ve hayatını ona göre düzenler. İman ve itaat sermayesi, en büyük kazanımı ise Cenab-ı Allah’a muhabbet ve teslimiyet halidir.

Güzelce sabır, muhabbet ve teslimiyetin bir neticesidir. Allah Tealâ’nın emir ve yasakları ile takdir ettikleri karşısında gönül hoşluğu ve sükûnet halidir. İyi ya da kötü her an, tam itaat ve teslimiyet göstermektir. Nimet ya da sıkıntı; her iki durumda sükûneti muhafaza etmektir.

Dünya sıkıntısına mı ahiret sıkıntısına mı katlanmak zor?

Dünya, insanoğlu için bir imtihan ve mücadele yeridir. Bedenin ihtiyaçları, nefsin yönelişleri ile ruhun istekleri arasında gidip gelir, mücadele verir. Yaratılıştan zayıf olan insan için bu mücadele tek başına üstesinden gelinecek bir durum değildir.

Dünya metaının çekiciliği ile insan nefsinin katılığı durumu daha da zorlaştırır.

Nefs, bolluk halinde insanı rehavete düşürür, çoğu zaman kibre sürükler ve nimetin asıl sahibini unutturur, sorumluluklarını ihmal ettirir. Darlık ise şikâyete yahut isyana götürür.

Aynı durum ruh için de geçerlidir. Emredilen ibadetler, ölçü kaçırıldığında sahibine külfettir, felaketine sebep olur. Amele güvenip kerameti kendinde görmek, benlik tutkusu-na kapılmak gibi kötü sonuçları olur.

Sabır, bütün bunları dengeli götürmek ve her halükârda Hakk’ın rızasını gözetmektir. Bu, "tam aklın" marifetidir; varlıkta övünmez şükreder, darlıkta sızlanmaz rıza gösterir.

Sabır insana has bir özelliktir ve şöyle tarif edilmiştir: "Nefsi telâştan ve taşkınlıktan, dili şikâyetten, organları çirkin davranışlardan koruma halidir." (Feyruzâbadi, Besâirü Zevi’t-Temyiz, 3/371).

Sabrın zıddı öfke, hiddet, şikâyet veya sızlanmadır. Sabır, olaylar karşısında taşkınlık yapmamak, nefse hâkim olmak ve metaneti muhafaza etme halidir. Hislerini dışa vurmadan acıya ve zorluğa alıştırma halidir.

Bu tariflerden anlaşılacağı üzere güzelce sabır, sırf Allah Tealâ’nın rızası için nefsi hoşlanmadığı şeylere zorlamaktır. O’ndan başka kimseye şikâyette bulunmadan acı ve zorluklara dayanma halidir. Kim nefsini bu şekilde tezkiye ederse ona ibadetleri yapmak, sıkıntılara katlanmak ve yasak olan şeylerden kaçınmak kolay gelir.

Sabır aklın kemâline, şikâ-yet veya sızlanmak ise acziyete delalet eder. Akıllı kimse, yaratılmış olmanın, içinde bulunduğu hayatın bir anlam ve düzeni olduğunun farkındadır. Bu düzene uymanın kendisine faydalı olduğunu bilir ve ona göre davranış sergiler. Emirlere uyma ve haramlardan sakınma hususunda itaat ve sabretme-nin, âsi olup Allah Tealâ’nın azabına katlanmaktan daha kolay olduğunu bilir.

İki sabır

İmam Kelâbâzi rahmetullahi aleyh, tam aklın özelliklerinden bahseden hadisi şerifte geçen "Allah Tealâ’nın emrine (takdirine) güzelce sabır göstermek" kısmı için şu açıklamayı yapar:

"Allah Tealâ’nın emri (takdiri), genel itibariyle iki anlama gelir. Biri, farz ve haram hükmünde olan ve kesinlikle yapılması veya kaçınılması istenen ilahî emirler ve yasaklardır. Diğeri, takdir edilmiş ve kesinlik ka-zanmış kaza ve kader anlamındaki hükümdür. Her ikisi de zor ve sürekli sabır gerekti-ren sorumluluktur.

Kişi nefsine güvenip bu ilahî hükümleri yerine getirmeye ve güçlüklerine sabretmeye çalışsa zorlanır. Çünkü bunların bir kısmı, emir ve yasaklarda ol-duğu gibi insanın irade etmesi ve seçmesi ile uygulanır. Diğer bir kısmına ise, kaza ve kaderde olduğu gibi insanın müda-hale etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla emirlerine riayet ederken Allah Tealâ’dan sabır ve yardım dilemek güzelce sabır anlamına gelir ki O’nun yardımı olmadan ne emir-leri ifa etmek ne de emre tahammül edip sabır gös-termek mümkündür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyrulmuştur: 'Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.' (Bakara 153)"

Sabır ve namaz, inanan insan için hayatı kolaylaştıran, zorlukları aşmasını sağlayan çok önemli iki vesiledir. Sabır nefsi kötü arzularından arındırır, ahlâkı güzelleştirir. Namaz ise kulluğun en güzel ifadesidir. Namazla insan kötülüklerden uzaklaşır, kul olmanın şuurunu tadar ve halini Yüce Rabbi’ne arz eder. Nefs terbiyesi, ahlâkî olgunluk ve teslimiyet, mutlu bir hayatın emareleridir.

Sabır, ilgili olduğu alana göre iki türdür. Biri bedenle yapılan zâhirî sabırdır. Bu, bedene zor gelen, acı, yorgunluk ve meşakkat veren şeylere dayanmaaktır. Diğeri kalp ve nefsi ilgilendiren manevi sabırdır ki, kalbi ve nefsi kötü hastalık ve yönelimlerden temizlemek maksadıyla yapılır.

İtaat ve ibadet hususunda güzelce sabır

İnsan nefsini en fazla zorlayan ve ağır gelen şey, dinin emir ve yasaklarına riayet etmektir. Dini hükümler hayatın her alanında insanla beraberdir ve sürekli olarak onu yönlendirmektedir. Müslüman, hayatını dinî hükümlere göre düzenlemek zorundadır. Bu gelip geçici sıkıntılar gibi değil, sürekli sabır gerektiren bir durumdur. Dolayısıyla itaat ve ibadetler için gösterilen sabır, sabırların en çetini ve sıddıkların sabrı diye nitelendirilmiştir. (Feyruzâbadi, Besâirü’t-Temyiz, 3/377)

İtaat ve ibadet hususunda güzelce sabır uygulamalarını şu şekilde özetlemek mümkündür:

  • Her şeyden önce itaat ve ibadetleri tembellik, gösteriş ve riyadan uzak ve çıkar gözetmeden yapmaktır. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyrulur ki: "Onlar (münafıklar) namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler." (Nisâ 142) ve "Onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır; hayra da mani olurlar.’’ (Mâûn 5-7)
  • Güzelce sabrın bir uygulaması da yapılan ameli gözünde büyütmemek ve amelden dolayı kişide nefs, kendine güven, kendini beğenme, kibir gibi kalp hastalıklarını önlemektir. Zira bu tür hastalıklar, yapılan amelin edilmesine engel olduğu gibi, Allah muhafaza, sahibini dünya ve ahirette hüsrana sürükler.

İblis, kendini beğenip Âdem aleyhisselâma haset etti, üstünlük tasladı, Allah Tealâ’nın emrine karşı geldi ve lanetlendi. Karun ise servetine güvenip böbürlendiği için cezalandırıldı. Kur’an’ı Kerim’de mealen şöyle geçer: "Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." (Sâd 74)

Kendini beğenmek ve amele güvenip böbürlenmenin bir sonucu da dünya hayatında sıkıntılara maruz kalmaktır. Tıpkı Huneyn savaşında sayıca üstünlüğüne güvenen müslümanların düştükleri sıkıntı gibi. Cenab-ı Hakk’ın beyanı mealen şöyledir: "Hani, çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat hiçbir yarar sağlamamış, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti." (Tevbe 25)

Keza, yapılan amelin karşılığını yalnız Allah Tealâ’dan beklemek de güzelce sabır sayılır. Dünyalık bir beklenti uğruna yapılan ameller geçerliliği kaybeder. Üstelik bu tür beklentiler gizli şirk sayıldığından sahibini gü-naha batırır. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır: "Rabbine kavuşmayı dileyen sâlih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın." (Kehf 110)

Konu ile ilgili şöyle bir hadis-i şerif rivayet edilir: Ebu Hüreyre radıyallahu anh buyurdular: Adamın biri Allah Rasulü sallallahu aleyhi veselleme şu soruyu sordu: – Ya Rasulullah, bir kimse dünyalık elde etmek için Allah yolunda cihat yapmak istese ne olur? Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem; – Yaptığının Allah indinde hiç bir karşılığı (sevabı) yoktur, buyurdular. Adam denileni yaptı ve soruyu ikinci kez sordu, ama aynı cevabı aldı. Üçüncü kez sordurduklarında Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem adama yine şu cevabı verdi: – Yaptığının Allah indinde hiç bir karşılığı (sevabı) yoktur. (Ebu Davud, Sünen, el-Cihad, 3/14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/290)

Şu halde itaat ve ibadetlerde güzelce sabır, Allah Tealâ’nın emirlerini kulluk bilinciyle ve samimi olarak yerine getirmek, yapılan amellere riya, kendini beğenme ve şirk karıştırmamak; bu hususta Allah Tealâ’dan yardım dilemektir.

Kazâ ve kadere güzelce sabır

Kazâ ve kader, Cenab-ı Hakk’ın ezeli ilmiyle mahlukatı için takdir buyurduğu hükümlerin, sırası geldiğinde yine O’nun irade ve kudretiyle gerçekleşmesidir. Dolayısıyla kazâ ve kader insanın irade ve seçimi dışı-nda gerçekleşen durumlar ve olaylardır.

Kazâ ve kadere güzelce sabır göstermek demek, insanın ilgili ilahî hükme göre gerçekleşen ne varsa hepsine rıza göstermek, olduğu gibi kabullenmektir. Kanaat edip şükretmek, gidene üzülmemek ve sızlanmamaktır. Henüz olmamış veya gelecekte vuku bulacak şeyler için ise telaşlanmamak, kaygılanmamaktır.

Hz. Yakup aleyhisselamın, evlatları ile sınanırken söylediği söz, kazâ ve kader karşısında güzelce sabrı telkin eden güzel örneklerden biridir. Oğlu Yusuf aleyhisselam kardeşleri tarafından kuyuya atılıp kanlı gömleği getirildiğinde o bunun bir imtihan olduğunun farkındadır; o oğullarına Kur’an-ı Kerim’de geçtiği üzere, mealen şöyle der: "Artık bana düşen, güzelce sabırdır." (Yûsuf 18)

Yine, "Sabır, musibetin ilk anında gösterilendir." buyurmuşlardır. (Buhârî, Sahîh, Cenâiz, nr.1223; Müslim, Sahih, Sabır, nr. 926) İmam Fahreddin er-Razi rahmetullahi aleyh, ayette geçen "sabr-ı cemîl" yani "güzel sabır" ibaresini şöyle izah eder:

"Bu ibare bize, sabrın biri güzel diğeri güzel olmayan iki türü olduğunu hatırlatır. Güzel sabır (sabr-ı cemîl), belanın Hak Tealâ’dan geldiğini bilip O’na itiraz etmemektir. Çünkü her şeyin sahibi O’dur, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Dolayısıyla kalbin bu makamda olması, kulu şikâyet yahut sızlanmaktan alıkoyar." (Râzî, Tefsir-i Kebir, 18/107)

Diğer bir izaha göre sabr-ı cemîl, insanın başına gelen belanın bir hikmeti olduğunun, her şeyi en iyi bilen ve gözeten, sonsuz hikmet ve merhamet sahibi Allah Tealâ tarafından takdir edildiğinin farkında olmasıdır. Bu durumdaki kimse susar ve itiraz etmez. Çünkü O’ndan gelen her şeyin sırf hikmet ve hayır olduğunu bilir.

Bu izahın bir ileri aşaması ise belanın Hak Tealâ’dan geldiğinin farkında olan insanın, bu vesile ile O’nun nurlarını müşahede etmeye yoğunlaşmasıdır. Müşahede halinde olan kimsenin şikâyetinden yahut sızlanmasından söz edilmez. Bu sıddıkların halidir ki gerçek sabr-ı cemil budur. Bundan dolayı denilmiştir ki, "Tam muhabbet, vefa ile artmaz; cefa ile de eksilmez." Eğer muhabbet vefa ile artıyorsa sevilen şey, nasip ve payın kendisi demektir. Sevgiliden gelen her şey onu hatırlattığı için sevilir ve katlanılır.

Güzel olmayan sabır ise, ilahî emir ve takdire kulluk şuuru ve rızası için değil, başka gayeler uğruna sabır göstermektir. Buna sabr-ı cemîl denilmez. İtidal kadının, sözlerin ve davranışların geçerli olması için kural şudur: "Allah Tealâ’ya kulluk yapmaya (ibadete) yarayan her şey güzeldir. Aksi halde güzel değildir." İşte bu noktada, şu hadis-i şerifte rivayet edilen hususun doğru olduğu ortaya çıkar:

“Müftüler sana fetva vermiş olsa dahi sen yine de kalbine danış.”

Dolayısıyla insan, verilen fetvanın kendisini Cenab-ı Hakk’a yaklaştırdığından emin olmalı-dır. Çünkü âlimler zâhire göre fetva verirler. Eğer verilen fetva hakka ulaştırmıyor ve kalbe rahatsızlık veriyorsa ondan bir fayda gelmez.

Güzel sabrın kaynağı da yine Allah Tealâ’dır. İnsan bunun için de şükretmelidir. Sabır, Cenab-ı Allah’ın sevdiği kullarına bir ihsanıdır. O’nun yardımı olmadan emirlerine itaat, takdir ettiklerine şükretmek veya sabretmek mümkün değildir. Nitekim Cenab-ı Mevlâ mealen şöyle buyurur: "Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardı-mı iledir." (Nahl 127)

Dolayısıyla Hz. Yakub aleyhis-selam, ‘sabr-ı cemîl’ dileğini "Yardım edecek olan yalnız Allah’tır." diyerek Allah Tealâ’nın inayetine bağlamıştır. Bu tıpkı beş vakit namazda Fatiha sure-sinde tekrarlanan "Yalnız sana kulluk ederiz. Yalnız senden yar-dım dileriz." mealindeki ayet-i kerimede olduğu gibidir.

Sıradan kişilerin ve seçkinlerin sabrı

İnsanlar, Allah Tealâ’ya itaat ve ibadet ile kazâ ve kader hususunda genel olarak iki tür sabır sergiler:

Avamın sabrı: İtaat ve ibadet hususunda dinî emirleri taviz vermeden, zorluklarına katlanarak ihlâsla yerine getirmek; haramlardan kaçınmak. Ayrıca kazâ ve kadere teslim olmak ve başa gelen musibet karşısında şikâyet etmeden ve sızlanmadan Cenab-ı Hakk’ın kurtarışını beklemektir.

Havassın (seçkinlerin) sabrı: İtaat ve ibadette nefsi görmemek, kazâ ve kader hususunda ilahî iradeye teslim olup sabretmek; yani kurtuluş bek-lentisi yahut talebini hatırdan çıkarıp içinde bulunduğu hale rıza göstermektir.

Allah Tealâ Kur’an-ı Kerim’de mealen buyurur ki: "Ey iman edenler sabredin. Sabır yarın sabırla sâbit kadem olmaktır. Sabır, sıkıntının ilk anında gösterilendir." (Buhârî, Sahîh, Cenâiz, nr.1223; Müslim, Sahih, Sabır, nr. 926)

Allah Tealâ Kur’an-ı Kerim’de mealen buyurur ki: "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, hazırlıklı ve uyanık olun ve Allah’a karşı takva sahibi olun ki kurtuluşa eresiniz.’’ (Âli İmrân 200)

Ebu Ubeydullah en-Nebacî rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: "Allah Tealâ’nın kulları içinde öyleleri var ki sabırdan dahi utanırlar. Eğer sabrın kaynağını, yani nereden zuhur ettiğini bilseler -anlaşılmasın diye- onu da hemen yutarlardı.’’ (Ebu Naim el-Isfehânî, Hilyetü’l-Evliya 9/312)

Eğer ârif sufîler, âlimlerin sahih ve hasen dediği hadis-i şerifleri bırakıp sadece zayıf olanlarla amel etselerdi ve ümmeti buna yöneltselerdi o zaman tenkidi hak ederlerdi. Bu durumda tenkit yetmez, onları terk etmek de gerekirdi. Ama onlar zayıf hadisi de sahih gibi ciddiye alıp onunla amel etme peşinde olunca, bu durumda söylenecek doğru söz şudur: Sufîler, sahih ve hasen hadisler yanında, zayıf hadisle de amel ediyorlar.

Namaz tesbihatı örneği

Şahit olduğumuz bu zatlar, normal hallerinde bu tesbihatı her gün atlamadan ve terk etmeden okuyorlar ve halen de devam ediyorlar. Dip notta verdiğimiz kaynaklardan da fark edileceği gibi, bu tesbihatın hepsi Buhârî ve Müslim’de geçen sahih hadislerden oluşmuyor. Bir kısmı sahih, bir kısmı hasen ve bir kısmı da zayıf senetle gelen rivayetlerden oluşuyor. Eğer bu zatlar, sahih rivayetleri terk edip sadece zayıf senetle gelen rivayetlerle amel etselerdi, yaptıkları tenkide kapı açardı. Ama durum öyle değil.

Bazı müslümanlar, farz namazdan selam verdikten sonra, tavsiye edilen sünnet namazları kılmadan ve hiç tesbihat yapmadan kalkıp gider. Bazısı sünnetleri kılar, yukarıdaki tesbihattan bir kısmını yapar. Bazıları da sünnetleri kıldığı gibi, yukarıda verdiğimiz tesbihatı da devamlı yapar ve buna ömrü boyu devam eder. Bu durum, sadece tesbihatta değil, gece gündüz yeme içme, uyuma, konuşma, alışveriş, ilim, cihad, gece ibadeti gibi bütün işlerinde aynı şekildedir. Kısaca ârif sufîler, Yüce Mevlâ’nın şu ayetlerini hayatlarının her safhasında düstur edinmiş; Allah’ın Habbibi sallallahu aleyhi veselleme uyarak ilahî likaya ve rızaya ulaşmaya çalışmışlardır:

“Rasulüm, de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse, hiç şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân 31-32)

Böylece Sâdât-ı Kiram, Kur’an-ı Hakim’in övdüğü, “Sâbikûn-Mukarrebûn: Hayırlarda önde olan, Allah’a yaklaştırılmış kullar” (Vâkıa 10-11) sınıfına dahil olmayı hak etmişlerdir.

Şimdi sormak gerekir: Bu gruplardan hangisi Allah ve Peygamber aşkını daha fazla tatmış, sünneti daha mükemmel yaşamış ve müslümanlara daha güzel örnek olup dinlerine hizmet etmiştir? Sahih hadislere bile şüpheyle bakan ve aklî bahanelerle çoğunu amel dışı bırakan biri mi gerçek hidayet rehberidir yoksa, günlük hayatta tatbik edilen dört bin küsur sünnetin dördünü dahi terk etmekten hayâ eden sünnet âşığı âlim ve ârif zatlar mı? Bunların hangisi Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin ümmetine rehber ve rahmet olur?

Son söz İmam Sühreverdî rahmetullahi aleyhin: “Kim, sünnet yoluna girmeden (manevî olarak) herhangi bir maksada ulaşacağını veya istediğini elde edeceğini zannederse o kimse aldanmış ve hüsran içinde, kendi haline terk edilmiştir. İşte sufîlerin hali ve yolu budur. Bu yolun ve anlayışın dışında başka bir hal (ve ilim) iddia eden kimse, fitneye düşmüş yalancının biridir.” (Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif: Gerçek Tasavvuf, Semerkand Yay., s. 63-64)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy