İstanbul Fatih’te ilginç ismi ve hikâyesi ile meşhur olmuş bir cami, “Sanki Yedim Camii.” Rivayete göre 17. Yüzyıl Osmanlısında yaşamış orta halli bir esnaf tarafından yirmi yıl boyunca nefsi ne istemişse “Sanki yedim!” diyerek bedelini biriktirmesi suretiyle yaptırılmış. Bu hikâye, latife olsun diye anlatılıp geçilmemiş. Öyle ki nice sohbetlere, yazılara konu olmuş; kanaat, hayır, niyet ve hizmet gibi pek çok konuda örnek bir olay olarak anlatılagelmiş. Esasında Anadolu irfanının küçük bir göstergesidir Sanki Yedim Camii ve hikâyesi.
Küçük vazgeçişler büyük neticeler
Caminin yapılış hikâyesinin bir taraftan da içinde bulunduğumuz modern çağın en sinsi hastalıklarından hırs ve tamah konusunda da bize anlattıkları var şüphesiz. Daha güzel bir amaç için nefsin arzularından vazgeçmek ana fikriyle bu hikâye, dünya sevgisinin bir kanser gibi kalbimizi sardığı şu zamanda tutmamız gereken yolu gösteriyor. Daha yüksek standartlarda yaşamak uğruna tükettiğimiz ömür sermayemizin farkına varmamızı salık veriyor satır aralarında. Daha hayırlı bir niyet için yedim saymak veya nefsini tatmin için yemek arasında, ortaya çıkmış kalıcı bir sermaye ile tükenip gitmiş bir varlığın arasındaki fark kadar bir farkın olduğunu anlatıyor muhakkak.
Artık hepimiz, tüm insanlar tüketim çarkının dişlileri arasındayız. Bizi bu duruma getirense hırslarımız. Bitmek bilmeyen hırslarımız. Bir vadi dolusu altın verilse ikincisini isteyen nefisimiz. Tüketerek daha çok var olduğumuzu, olacağımızı zannediyoruz. Oturduğumuz evden daha iyisini, bindiğimiz arabadan daha güzelini, sahip olduğumuz mevkiden daha büyük bir makamı arzu ediyoruz sürekli. Ömrümüzü bunların peşinde harcıyoruz. Bir ekrandan diğerine gözümüzü çevirip durduğumuz bir gerçek. Baktığımız bu ekranlardan hırslarımızı daha da kamçılayan onlarca etkiye kendi kendimizi maruz bırakıyoruz. Falancanın sahip oldukları, yapıp ettikleri, kendine bir şekilde mazeret arayan nefsimiz için bulunmaz fırsat.
Gerçekten ilerledik mi?
İnsan, modern çağla beraber hep daha ileri gittiğini düşünme yanılgısına düştü. Bilimde teknolojide ileri giderken tabiatı, en çok da kendisini tüketti sürekli. Havayı, suyu, toprağı zehirlediğinden daha çok kendisini zehirledi. Ya da daha doğrusu, kendisini zehirlediğinden dolayı diğer mahlûkata da kast etti. Ürettiği ideolojilerle mutlu olacağını zannederken dünyayı daha büyük çıkmazlara, kargaşaya hatta vahşetlere sürükledi. Tüm bu olumsuzlukların sebebinin aslında nefsinin arzularına gem vuramadığı için olduğunu anlayamadı. Nasıl ki Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin beyanıyla, kalp bozulunca tüm azaların ve onlardan çıkan eylemlerin de bozulduğu gibi, kâinatın kalbi olan insan bozulunca dünya da bozuldu. Esasen insan ürettiği tüm ideoloji, akım ve sistemlerin nefsinin tesirinden uzak olmadığını anlayamadı. Terbiye edilmemiş bir nefsin, insan ürünü her şeye etki edeceğini göremedi.
‘Yeni’ şeyler yeni ümitsizlikler
İçinde Âlemlerin Rabbi’nin ve peygamberlerinin -hâşâ- olmadığı bilimin, tarih algısının, teknolojinin bugün insanlığı getirdiği nokta artık tam bir yıkımdır. Modern insanın mukaddesatın yerine koymak üzere ürettiği, adına “etik” denilen, tamamen maddeci körlüğün ürünü değer algılarının da bir kurtuluş yolu olmayacağı, hatta aksine, vahye dayalı ahlâkın yapıcılığını sağlamayacağı çok geçmeden anlaşılacaktır.
Bir salgın musibetiyle uğraştığımız şu günlerde gözle görülmeyen bir varlığın insanlığı nasıl aciz bıraktığına hepimiz şahit oluyoruz. Nemrud’u helâk edenin bir sivrisinek olduğunu düşünürsek, belki bu musibet nemrutlaşan insanlık için ibret vesilesi olabilir. Ancak insanın hamuru unutma suyu ile yoğrulmuştur. Eğer nefsini tanıma ve terbiye yoluna düşmezse, bugünlerde yaşadıklarını da unutup gidecektir.
Bugün insanı ve insanlığı kurtarma adına üretilebilecek “yeni” şeyler aramak beyhude bir çaba. İnsanı kontrolden çıkartan nefs-i emmareyi terbiye etmeden ne yapılırsa yapılsın bir çözüm olmayacak. Kurtuluş, bozulmanın başladığı yerde, insanın yaratılış fıtratına dönmesindedir. Yaratılış fıtratına dönmek demek insanın kulluğunu hatırlayıp yüzünü Rabbi’ne döndürmesi demektir. İnsan için huzur, kalbini dünya hırsına rehin vermekte değil, Allah’ın zikri ile kalbini imardadır.
Terbiye görmüş ve Rabbi ile irtibatını sağlayabilmiş insan, kendisi hem dünya için bir çözüm demektir. İsminin sonunda “...izm” ibaresi olan hangi sistem olursa olsun, bozulmanın ve yıkımının sebebi olduğuna bütün insanlık şahit. Kanaate dayanmayan ekonomi, adalet ve merhamete dayanmayan yönetim, ahlâkı temel almayan eğitim, yaratılış üzerine bina edilmeyen bilim, “hudûdullah” içinde kalmayan teknoloji gelecekte de bozulma ve yıkımdan başka bir şey getirmeyecek.
Girişte kısaca verdiğimiz hikâyenin önemli mesajları var. Meseleyi zorladığımız, hikâyeyi uzak yorumlara taşıdığımız düşünülebilir. Mesajın sadece kanaat, niyet ve hizmet üzerine olduğu söylenebilir. Ancak hiçbir olay, içinde gerçekleştiği toplumsal yapıdan bağımsız değildir. Mutlaka gerçekleştiği bir zemini vardır. Bu küçük hikâye de bugünün dünyasının çıkmazlarına karşı tutulacak kurtuluş yolunun, güzel ahlâka ait değerlerin ihyası ile mümkün olduğunu örnekliyor. Ve bize insanlığın selametinin bir açıdan hiç de karmaşık ve zor olmadığını gösteriyor.
Bugün makro ya da mikro ekonomi denen sistemlerin aslında insan hırsının bir ürünü olduğunu görmemiz lazım. Bu küçük hikâye, sürekli bir tüketimin sarmalında olan insanın hırslarından öte geçip hakikatli bir varoluş biçimi ortaya koyamadığını yüzümüze vuruyor adeta. Güzel bir niyet ve kanaatin nasıl kalıcı bir sermayeye, yani insanın gerçek ve kalıcı yurdu olan ahiret sermayesine dönüştüğünü görüyoruz.