Aramak

Ses mi Kısık Kulaklar mı Sağır?

İNSAN OLARAK BIZ ÇAĞRIYA MUHATAP MÜSTESNA BIR VARLIĞIZ. PEYGAMBERLER BIR ÇAĞRIDIR, İSLÂM BIR ÇAĞRIDIR, KUTSAL GÜNLER, GECELER VE AYLAR BIRER ÇAĞRIDIR. NIHAYETINDE VERILECEK SELÂMIZ BIZE DAIR SON BIR ÇAĞRIDIR.

Bir sabah işyerime giderken sokakta yanından geçtiğim kağıt toplayıcısı bir adamın bana dönerek bir şeyler söylediğini fark ettim. O esnada sela okuyan müezzini kastederek; “Hocanın sesi çok zayıf çıkıyor, ölen gariban birisi galiba, zengin veya meşhur birisi olsaydı sesi daha fazla çıkardı!” dedi.

Yol boyunca adamın bu sözünü düşündüm. Kendime sordum: Hakikaten ses mi kısık, yoksa kulaklarımız mı davete sağır? Sesler muhatabına göre mi yükseltiliyor, yoksa muhataplar çağrıya göre mi kulak kabartıyor? Sesler uzaktan geldiği için mi zayıf, yoksa duyanlar sese yabancı oldukları için mi? Çağrıyı yapan heyecanını kaybettiği için mi sesi cılız geliyor, yoksa çağrının muhatapları mı heyecanını kaybetti? Sesi bastıran başka seslerden dolayı mıdır çağrıyı duymamıza engel olan? Ya da her şey olması gerektiği gibi de bazı önyargılarımız mı bizi böyle bir yorum yapmaya sevk ediyor?

Sorular ve kapılar

Bazen sorular cevaplardan daha çok tesir ediyor insana. Çoğu zaman sorular insanı sarsar, fark ettirir, dertlendirir, harekete geçirir. Bazen soruların bizzat kendisi cevap oluverir. Nitekim “mesuliyeti olanın meselesi, meselesi olanın suali olur” denilmiş. Mesuliyeti ve meselesi olmayanın ise ancak masalı olur.

Bu manada insanın kendisine sorduğu sorular, aralanan kapılar demektir. Şimdi sıra, aralanan kapıları açmaya ve içeri girmeye gelmiştir. Peki, bu nasıl olur? Soruların içsel/enfüsî bir sorgulamaya yol açması kapının tamamen açılmasıdır. Enfüsî sorgulamanın yapıp etmeye dönüşmesi ise içeri girilmesidir. Ve unutmamak lazım; kapılar da odalar da sonsuzdur, hep bir ötesi vardır.

Hem çağırılan hem çağıran

Müslüman toplumlarda son iki asırdır ilâhî çağrıların yeterince karşılık bulamadığı bir gerçektir. Bunu ister ezanların çağrısının karşılık bulamaması olarak düşünün, Asr-ı Saadet’in çağrısının karşılık bulamaması olarak düşünün, fark etmez.

İnsan olarak biz çağrıya muhatap müstesna bir varlığız. Peygamberler bir çağrıdır, İslâm bir çağrıdır, kutsal günler, geceler ve aylar birer çağrıdır. Nihayetinde verilecek selâmız bize dair son bir çağrıdır.

Biz hem kendisine seslenileniz hem seslenen konumundayız. İnsanlık için gönderilen “en hayırlı ümmet” sıfatımızla insanlığa karşı büyük bir sorumluluğumuz bulunuyor. Müslümanlar zayıfladığında insanlık topyekûn zayıflar. Anlam ve değerler bakımından yıkıma uğrar. Çağımızın genel görünümü de bundan ibarettir.

Şüphesiz Allah’ın katında din sadece İslâm’dır ve hiç şüphe yok, bütün insanlar Allah’a karşı bir araya gelseler de O’na asla bir zarar veremezler. Ancak dünya bir imtihan alemidir ve burada halifelik sıfatıyla donatılmış olan insana ve özellikle müslümana bu sorumluluk yüklenmiştir.

Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in muhafazasını kendi uhdesine aldığını beyan ettiği halde sahabe-i kiram efendilerimiz, özellikle Yemame Savaşı’nda birçok hafızın şehit olması üzerine endişeye kapıldılar. Kur’an-ı Kerim’i muhafaza etmek maksadıyla onu topladılar, kitap haline getirdiler, çoğalttılar. Nasıl olsa Allah’ın koruması altında diye oturup beklemediler. Çünkü onlar biliyorlardı ki Cenâb-ı Mevlâ hükmünü halifesi olan insanlar üzerinden icra ediyordu.

Bu hususta kim Hakk’ın yanında olursa saadete erer, kim de Hakk’ın karşısında olursa hüsrana uğrar. O halde bizler de Hakk’ın zaman ve mekân üstü mesajını evvela kendimize, sonra da tüm insanlığa güçlü bir şekilde duyurmanın yollarını aramalıyız.

Konum, konu ve konuşma

Müslümanın konumu konusunu belirler. Konusu da konuşmasını. Konuşması ise konuklarını belirler. Konuklar da kişinin konuşlandığı yeri muhkemleştirir. Böylece müslümanca bir yaşantı bütünlüğe kavuşur. Şu halde ilk dikkat edilmesi gereken kişinin konumudur. Konumunu Hakk’ın meclisi olarak belirlemeyenler savrulmaya mahkûm iken, konumunu Hakk’ın meclisi olarak belirleyen ise istikamet bulur.

Hakk’ın meclisinden kasıt, Hak dostlarının meclisidir. Zira bir mekânı kıymetlendiren, o mekânda bulunanlardır. Demek ki mümin önce çağrıya kulak verip konumunu belirlemeli, sonra konusunu öğrenmeli, sonra konusunun sesi olup konuşmalı ve nihayet konuşmasına muhatap olacak konukları olmalıdır. Bu konukları Hakk’ın konukları olarak görmeli ve onların da ses olmalarını sağlamalıdır ki bu döngü devam etsin.

Evvela kulak kabartmalı müslüman, hakikat çağrısının sesini duyuyor muyum diye. Çağrıyı duyuyorsa güçlü mü yoksa cılız mı duyuyorum diye yoklamalı. Zayıf geliyorsa sorunun çağrıda değil kendisinde olduğunu bilmeli. O zaman sadece kulaklarını değil, aklını ve kalbini de açmalı. Ve yaklaşmalı sesin kaynağına. Çağrının sahibi hep yakın, daima yakın. Biraz da dinleyen yaklaşmalı.

Uzanan ele el uzatmak

İnsaf sahibi olmalı kul. Yolun yarısını da o yürümeli. Nısf (yarılama) yolculuğu yapmayan, insaf sahibi olamaz, bunu unutmamalı. Yolu ve yükü bölüşmeli. Seslenen yolun yarısına gelmiştir, dinleyen de sese yaklaşarak yolu yarılamalı. Biri duyurmaya çalışıyorsa diğeri de duymaya çalışmalı. Allah Resûlü yaklaştı insanlara, şimdi yaklaşma sırası insanda. Hak Dostları çağrı yapmakta, duymak için yaklaşmalı. Mürşid irşad için yaklaştım demekte, şimdi sıra mürid olup irade etmekte. Yanıma kadar gelsin, yolu hep o yürüsün, hatta beni o çeksin götürsün dememeli. İnsanın bir sonuç elde etmesi kendisinin de yürümesine bağlı.

Kurtarmak iki taraflı bir hadisedir; kurtaran ve kurtulan bir çaba içindedir. Nasıl ki çukura düşeni kurtarmak için kurtaran el uzatıyorsa kurtulmak isteyen de el uzatmak zorunda. Dünya çukurunda debelenen kimse de eli uzatana elini uzatmak zorunda.

Bu çağrılar, bu eller her daim var. İş onu duyabilmek, görebilmek, el tutabilmek. Bunu yapabilen bahtiyar kişilerin şimdi kendisi ses olmuştur artık. Çünkü düşen sadece kendisi değil. O sese, o ele ihtiyacı olan, kurtarılmayı bekleyen milyonlarca kişi var. Hakk’ın çağrısına mikrofon olma zamanıdır artık. Seviyesine, ne kadar battığına bakmadan her bir insanı Allah’ın kulu olarak görmeli ve heyecanlanmalıdır insan.

Bir yandan da esas çağrının kendi hal ve gidişi yani ahlâkı olduğunu hatırlamalı; o kutlu çağrıyı bastıracak, kirletecek sesler çıkarmamaya özen göstermelidir. Hem lisanında hem hal ve davranışlarında yol kesici olmamalıdır. Aksi halde ezanların sesi ne kadar gür çıksa da duyulmaz.

Onca çağrının sesini duymayan insan, nihayet selâ ile uyanır. Hülyalar, rüyalar, oyalanmalar biter. “Ölüm gelmeden evvel ölünüz” nebevî çağrısına kulak vermediği için şimdi ebedi bir sağırlığa mahkûm. Ne bir müjde, ne bir selam... Şimdi avazı çıktığı kadar bağırır da sesini duyuramaz en yakınlarına bile.

Hülasa uyanmadan önce uyanmalı, Hakk’ın sesine kulak vermeli, sonra ona dil olmalıdır. Bize bahşedilen bütün imkân ve donanımı hak çağrıyı duymaya, duyurmaya adamalı.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy