Sırlar ve Şifreler
Son zamanlarda isminde “sırlar, gizemler, kodlar, şifreler” olan kitaplar, yazılar, sosyal medya paylaşımları, videolar, belgeseller aldı yürüdü. “Filancanın gizli geçmişi”, “falancanın sırlı dünyası” veya “bilmem neyin şifreleri” gibi başlıklar taşıyan kitapların okunma, videoların izlenme oranı çok yüksek oluyor.
Günümüzde herkes bir şeyin sırrını çözmekle, şifresini kırmakla meşgul. Emeğini, enerjisini Hak ve hayır yolunda sarf etmeyen insanlar böyle boş işlerle ömürlerini tüketirler. Peşlerinden gelen birçok insan da kimsenin bilmediği ama sadece “şanslı bir avuç” insanın farkında olduğu şifre ve kodları bilmenin güya ayrıcalığını tadarak ömürlerini tüketirler.
Az emek çok sonuç!
Bir zamanlar bazı televizyon kanallarında “sırlı, olağanüstü” olayları anlatan diziler vardı. Yani ilim bilmeden, amel işlemeden hayatta hep “olağanüstü” şeyleri kovalamayı öğütleyen şeylerdi bunlar. Bunların benzerleri şu sıralarda dijital medyadaki pek çok kanalda, dinî içerikli olmasa da ekonomi, siyaset, bilim, tarih gibi alanlarda hayli yaygın.
Aslında bu şifreciler, kodcular, sırcılar genellikle cahillerin en önde gidenleridir. Yapıştıkları tek bir kavram veya isim ile her şeyi izah edebileceklerini sanıyorlar. Böyleleri okuma öğrenme çilesini niçin çeksin ki? Korona virüse de ekonomiye de dünya siyasetine de aynı kavram ile açıklama getirebiliyorlar. Televizyonlarda, video paylaşım sitelerinde yüz binlerce, hatta milyonlarca okuyup öğrenmeye üşenen insana ulaşabiliyorlar, isimlerini parlatabiliyorlar.
Bütün bu sırlarla, şifrelerle, kodlarla kafa bozmanın esası ise aynı hastalık: Emeksizlik! Öğreneceğine, düşüneceğine, yapacağına, gayret edeceğine, daha iyi bir insan olmaya çabalayacağına, başka hiç kimsenin bilmediği ama kendisinin çözüp anladığı bazı sırları, kodları, şifreleri anlatıp duruyorlar! Kolay olanı bu. Çilesiz, gayretsiz, masrafsız olanı bu. Hem de çok pratik. “İsviçre çakısı” gibi her işe yarıyor. Çünkü hayatta neyle karşılaşırsan karşılaş, hangi soruya muhatap olursan ol, her şeye aynı cevabı verip geçmek ne ilim ne de fikir gerektiriyor. Ekonomide, tarihte, siyasette, tıpta ne soru varsa cevap hep hazır: “Birilerinin işi!..” Bu hazır cevap, kişiyi bir ton çabadan, araştırma ve düşünme sıkıntısından kurtarır. Alıcısı da hazır olduktan sonra neden satmasın?
Olağan ve olağanüstü nedir?
Kişilerin sırlara, şifrelere, kodlara olan meraklarının temeli “olağanüstü” olana meraklarıdır. Olağanüstü dediğimiz şey de aslında “olağan”ı nasıl tanımladığımıza bağlıdır. Peki “olağan” nedir?
Klasik Türkçemizde “olağan” anlamında “âdi” veya “tabiî” denirdi. “Âdetten olan, tipik, alışılmış şeyler” anlamındadır. Gerçekte aynı şey olmasalar da olağan dediğimiz şeylere genellikle “normal” de deriz. Normal, bir “norm”a uyan şeydir. “Norm” kelimesi ise “kâide, kural, düstur, ölçü” anlamına gelir. “Norm” ve “normal” kelimelerinin kökü Latince’deki “norma”dır. Bu kelime ise “gönye” yani “açı ölçer” demektir. Duvar ustaları gönyeyi kullanarak duvarın düz ve dik açılı olduğunu kontrol ederler. Gönye de eski Yunanca kökenli bir kelimedir. Demek ki “normal,” “düzgün ve doğru” olandır. Eğrilme veya tavsama varsa ona da “anormal” deriz.
Peki düzgün ve doğru olan nedir? Bu elbette inanışlara ve kültürlere göre farklılık gösterir. Bu sebeple “normal” ve “olağan” kavramları Allah Tealâ’ya bağlananlar ve bağlanmayanlar için farklı anlamlar içerir. Tevhid şuuruna sahip olanlar için olağan ve olağanüstü, normal ve anormal hep Yaradan’ın kudretine ve hükmüne bağlıdır.
Modernliğe tâbi olanlar için ise normal değişkendir; toplumdan topluma değişir. Hatta aynı toplum içinde farklı coğrafyalarda ve zamanlarda normal farklıdır. Dünyacı kafaya göre bir nevi “moda”dır. Bir dönemin genel geçer âdeti, ölçüsü, zevki, standartıdır.
Mesela, Batı da dâhil, insanlık tarihinde 1950’lerin sonuna kadar kadın ve erkeklerin başını bir şekilde örtmesi her yerde, her zaman görülen bir “normal” idi. En eski toplumlardan günümüze kadar şekilleri, tarzları ne olursa olsun kadın ve erkekler bir şekilde başlarını örterdi. Batı’da bu normal, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş ortadan kalktı. Şimdi ise başı kapalı olmak orada bir istisna. “Olağanüstü” değil ama “olağandışı” bir şey.
Aynı hususu kıyafetlerde de görüyoruz. Modern insanlar günlük hayatlarında örtünmeye bir nebze dikkat ederler. Fakat yaz gelip plajlara akın edilince bu normal buharlaşıyor, bu kez vücudu teşhir etmek normal sayılıyor. Hatta yakınlarda Fransa’da bazı plajlarda “haşema” ile denize girmek yasaklandı. Plajlara polisler indi, kapalı olanlara para cezası kestiler. Demek ki ölçüsü Hak olmayanın normal ve anormal tanımı zamana, şartlara göre değişir.
Bir de “paranormal” tanımı var. Bu da “normal olmayan ama normale benzeyen şey” demektir. İnsanların yaşadıkları veya tecrübe ettiklerini söyledikleri olağanüstü hallere bu isim verilir. Duyularla elde edilmeyen ama duyumlanan şeyler, gerçekliği belki isbat edilemeyecek ama insana gerçeklik gibi gelen şeyler böyledir. Zamanında normal olan şeylere şimdilerde paranormal dendiği de oluyor. Mesela Avrupa’da cinlerin varlığı bilinirdi. Fakat bugün cinlerin karıştığı “olağandışı” işlere “paranormal” veya “parapsişik” şeyler deyip geçiyorlar. Çünkü varlığı tanımlı olmayan her şey gerçekte yok demek değildir. Bu yüzden o varlığı başka şeylere benzetirler.
Asıl gözden kaçan
Hayatta asıl olağanüstü olan; dünyanın, yerin, göğün, her şeyin gözümüze bu kadar olağan görünmesidir. Her insan, her nesne, her iş aslında olağanüstüdür. Bunu fark eden kişi tevhid makamına ermiş demektir.
Çünkü bize küçük veya büyük görünse bile Rabbimiz’in yarattığı her şey ve her iş aklımızın alamayacağı kadar olağanüstüdür. Fakat Rabbimiz kendi âdeti içinde sürekli ve türdeş yarattığı için bize her şey olağan gelir. Oksijenin varlığı gibi kanıksarız. Çünkü akıl sürekli irtibat kurmaya ve “olağan” görmeye yarar.
Bunu anlatan çok güzel bir olay var. Bir gün dervişler, şeyhlerinden bir keramet göstermesini istemişler. O da ayağa kalkmış, odada dolaşıp yerine geri oturmuş. Dervişler şaşırarak, “Efendim, biz olağanüstü bir şey bekliyorduk, siz sadece yürüyüp geldiniz.” deyince o yüce zât onların haline bakıp, “Siz yürümenin nasıl bir keramet olduğunu yürüyemeyenlere sorunuz.” buyurmuş.
Peki, hayatta olağanın dışında yaşanan hiç olağanüstülük yok mu? Elbette var. Mucize ve keramet de var. Zaten mucize “göreni âciz bırakan şey”dir. Allah Tealâ’nın peygamberlerine bahşettiği olağanüstü olaylardır. Keramet ise Rabbimizin özellikle velîlerine kereminden verdiği, ikram ettiği olağanüstülük demektir. Mucize ve keramet de istisnaîdir. İnanmakta, teslim olmakta, Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamakta zorluk çekenlere veya darda kalan seçkin kullara Allah Tealâ tarafından bahşedilen işlerdir.
Fakat kâfirlerden ve fâsıklardan da bazen “olağandışı” şeyler zuhur edebilir. Buna “istidraç” denir. Hidayete nâil olmuşlar için yolcunun yolu önemlidir. İstikameti, menzili önemlidir. Kişi ona göre değer kazanır. O yüzden gerçek Hak dostları keramet ile değil, istikamet ile meşgul olurlar. Kerametleri elbette olur ama asıl değerleri ahlâklarından ve kulluklarından gelir.
Bu hususta yaşanmış bir olay vardır. Ağzına ateş sokarak keramet gösterdiğini sanan biri, yakınına yeni yerleşen bir kâmil mürşide haber gönderip, “O da şeyh ise benim yaptığımın aynısını yapsın da görelim!” demiş. O mübarek velî ise bu sahte şeyhe şöyle cevap vermiş: “Ben ateşten korkarım.”
Bu bir tek sözüyle esasında ne kadar büyük hikmetler söylemiş. Birincisi, kerametin istikamet için bir ölçü olmadığını anlatmış. Yani insanlara olağanüstü işler göstererek kişinin manevi mertebesini sergilediğini düşünmesinin ne denli yanlış olduğunu söylemiş. İkincisi, ateşin tabiatı yakmaktır. Kişi Allah Tealâ’nın yarattığı bu tabiata hürmet etmelidir, bunu anlatmış. Üçüncüsü de o sahte şeyhe gidişatının onu cehennem ateşine sürükleyeceğini, kendisinin ise cehennem ateşinden korktuğunu hatırlatmış.
Evet; dünyada sırlar, şifreler, kodlar olabilir. Ama en büyük sır, bize olağan görünen her şeyin aslında ne kadar olağanüstü olduğudur. Bu sırrı yaratan Yüce Mevlâ’yı tanımayan kimse hangi sırrı anlayacak?