Aramak

Susuzluk İçimizde

Bir umre ziyaretindeyiz. Safa ile Merve arasında say ediyoruz. Önümüzde orta yaşlarda sakallı ve sarıklı biri içli içli ağlayarak, Arapça “Yâ ümmeh yâ ümmeh, ibteğî lenâ’l-mâ” diye sesleniyor. Biz say esnasındaki dualarla meşgul iken o bu sözü tekrarlayıp duruyordu. Bu sözüyle, “Ey anne, ey anne, bizim için de su ara!” diyordu. Hayret ettik. O önde biz arkada sayi tamamladık. Sonra kendisine yaklaşarak; – Efendim, saydaki o sözünüzün sebebi nedir? Kime sesleniyordunuz, lütfen bir açıklama yapar mısınız, diye sordum.

Hindistan taraflarından geldiğini tahmin ettiğimiz zat durdu, az düşündü, hüzünle karışık bir tebessümle bizi de memnun etmek isteyerek, yöresel Arapçasıyla şu mealde cümleler kurdu:

– Burası Hacer annemizin, oğlu İsmail için su aradığı yer. O, bu iki tepecik arasında yedi defa gidip gelerek şu an Kâbe’nin bulunduğu yerde kundakta sarılı, susuzluktan ağlayan İsmail için yüreği yandı, su aradı. Yüce Allah da onlara Zemzem suyunu ihsan etti. O su hâlâ akıyor. Ben de, kalpleri susuzluktan kurumuş, katılaşmış müslüman gençler ve ihtiyarlar için Hacer annemize seslendim. Ona dedim ki:

“Ey anne, bizim için de su ara, bizim için yüce Allah’tan nur iste, rahmet talep et. Et ki, gaflet uykusunda uyuyan ruhlarımız rahmetle uyansın, ilâhî sevgiden yana kupkuru kalmış kalplerimiz canlansın. Gençlerimiz hevâ ve şehvet kirlerinden arınsın, edeple süslensin, zayi olmasınlar, zayi olmayalım.”

Sonra, “fî emânillah” yani Allah’a emanet olun diyerek bizden ayrıldı.

Derdimiz ve dermanımız

Doğrusu, hem sevindik hem üzüldük. Sevindik; çünkü ümmet için dertlenen bir gönlü, kardeşleri için ağlayan bir gözü ve özellikle gençleri dert eden, onların salâhını isteyen bir müslümanı gördük. Üzüldük; çünkü her müslümanda bulunması gereken bu hassasiyeti ve derdi kendimizde bulamadık. Rahmet Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin “Müminler bir vücut gibidir. Vücudun bir organı rahatsızlandığı zaman bütün organları rahatsızlık duyar. Bir mümin herhangi bir şeyden rahatsızlanıp şikâyet ettiği zaman, diğer müminler de rahatsız olur, onun acısını hisseder” Müslim, Birr, 67; İbn Mâce, Tıb, 5, 55. hadisinde tarif buyurduğu kimselerden olamadık.

Bu olay bize meşhur şairlerden Fuzulî’nin, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem için yazdığı Su Kasidesi’ndeki şu beyti hatırlattı:

“İste peykânın gönül, hecrinde şevkum sâkin et
Susuzam bir kez bu sahrada menüm çün ara su.”

Yani: “Gönül! O’nun ok ucuna benzeyen kirpiklerini iste, hasret ateşimi yatıştır. / Susuzum bu çölde bir kez de benim için ara su.”

Evet, bizim susuzluğumuz içimizde. Katılaşan toprak değil, kalbimiz. Çiçek açmayan bahçeler değil, gönlümüz. Meyve vermeyen ağaçlar değil, ruhumuz. Akmayan çeşmeler değil, sevgimiz. Kuruyan göller değil, gözümüz. Arada bir akan yaşlarımız da koybolan insanlığımız ve edebimiz için değil, düzeni bozulan dünyamız için.

Aslında, manen muhtaç olduğumuz her şey önümüzde mevcut. Kalplerimize hayat verecek su var. Rahmet var, feyz var, ilim var, nur var, edep var, tevbe var. Kısaca, insanlığın önünde hayatın hayatı olan Kur’an-ı Hakim var. Âlemlere rahmet kılınan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem var, cenneti dünyada yaşatan İslâm var.

Ne var ki, susuzluğunu fark edip suyu arayan yok. Suya hasret çeken yok. Ne yazık ki suyun yanıbaşında susuzluktan dudakları çatlamışlar çok. Su yanlış yerde aranıyor. Bu tertemiz su tanınmıyor. Tanıyanlarımız da ondan kana kana içmiyor, belki birkaç yudumla yetiniyor. Susuzluğunu gideren bahtiyarlar çok az. Onun için acılar, sancılar, stresler içinde kıvranıyoruz. Rahmet Peygamberi sallallahu aleyhi vesellem için yazılmış şu dörtlük halimizi özetler gibi:

“Gülşenimize sensiz, baldıran düştü
Düşmanlık içimizde, dostluklar yaban düştü.
Yenilgi ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü.”

İnsanlık için gözyaşı dökenler

Ârifler derler ki: Kul, Yüce Allah’a ne kadar yakın olursa, O’nun kullarına da o kadar yakın ve faydalı olur. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan kimse insanı da iyi tanır, onun gerçek kıymetini ve şerefini bilir ve korur.

Büyük ârif Hakîm Senâî kuddise sırruhû Hak âşıklarına şöyle seslenir: “Ey içleri ve dışları güzel âşıklar. Gelin, zulüm ve haksızlık ile yoğrulmuş şu dünyanın toprağından göğe kalkan kirli tozları gözyaşlarımızla temizleyelim.”

Âriflerden Feridüddin Genc-i Şeker kuddise sırruhû insanlık adına çektiği derdi şöyle dile getirir:

“Hiçbir gece yok ki kalbim kan ağlamasın
Hiçbir gündüz yok ki yüzden masumiyet akıp gitmesin.
Ömrümde hiçbir tatlı şerbet içmedim ki
Gözlerimden yaş olup damlamasın.”

Bunlar insanlık adına dökülen yaşlardır. O yaşları kaynatan kalpteki ilâhi aşk ateşidir, dışarı akıtan merhamettir. Bu âşıklar ümmet içinde eksik olmaz. Onların gönlü yeryüzüne su taşıyan rahmet bulutlarına benzer. Bu feyz ve sevgi yüklü gönüller, Allah’ın sevk ettiği yerlere ilâhi sevgiyi taşırlar, ona tâlip olanları Allah’ın izniyle mamur ve mesut ederler.

Zamanımızda bu âşıklardan birine şahit olduk. Artık hakikat alemine göçen bu zatı ziyarete gitmiştik. O günlerde televizyonlarda haberlerin birinci konusu susuzluk ve muhtemel kıtlık idi. Haber kanalları daha çok solmaya yüz tutmuş çiçeklerin, ağaçların, kuruyup çatlamış toprakların fotoğraflarını gösteriyor, felaketin yakın olduğunu söylüyorlardı. Onların ifadesiyle kriz kapıdaydı ve felaket bacayı sarmıştı. İşte o günlerde ziyaretine gittiğimiz ârif zat şunları anlattı:

“Bugün Üskadar’a indim. İşim vardı, hallettim. Biraz denizi seyredip dinleneyim diye sahile yakın bir yere gittim. Bir parkta oturdum. Parkın çiçekleri solmuş idi. Parkta oturan, arkadaşıyla muhabbet eden, kendilerince eğlenen gençler vardı. Önümüzdeki yoldan da pek çok kimse gelip geçiyordu. Gönlümle onlara baktım. Konuşmaları, şakaları, hal ve haraketleri, yürüyüş şekilleri, giyim kuşamları, kahkaha ve gülmeleri beni ağlattı. Onlar güldükçe ben ağladım. Baktım ki şeytan boş ve nâhoş olan her şeyi onlara süslemiş, sevdirmiş. Gaflet olan şeyler muhabbet sebebi olmuş; dillerinde iyilik, zikir ve fikir namına hiçbir şey yok. Kalpleri kurumuş, gönülleri solmuş, sevgileri kirlenmiş, edeplerini kaybetmişler. Dertleri dünya ve nefsleri olmuş. Kıbleleri karışmış, hayırlı bir hedefleri ve yönleri yok. Rablerinden bîhaberler. Zâhirleri süslü, içleri harap. Yüzleri gülüyor, özleri kan ağlıyor. Kahkahaları içlerindeki mutluluğun değil, Allah’tan mahrumiyete feryadın ifadesi. Zoraki mutlu olmaya çalışıyorlar. Fakat hallerinin farkında değiller. Onları böyle görünce, ‘Vay benim müslüman kardeşlerime, vay kendilerine İslambol’u ve İslâm’ı miras bırakan ecdadın garip kalmış torunlarına!’ dedim ve çok ağladım. Kendimin ve onların affı için, ıslahı için Mevlâ’ya yalvardım. Sonra kalkıp eve geldim. Hâlâ içim yanıyor. Çaresiz kaldım, onlara bir fayda veremedim, buna üzülüyorum.”

Bu anlatılanlar, Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemden miras kalan rahmet ahlâkıdır. İnsanın hakikatini ve yaratılış vazifesini tanıyanların ve onları Allah için sevenlerin bitmeyen derdidir. İrfanın gereğidir. Gerçek müslümanların hassasiyetidir.

Herkes derdi kadar değerlidir. Bütün derdi kendisi ve midesi olanlar, eti kemiği ve midesindekiler kadar kıymetlidir. Müslümanlar bütün insanlığın hayrı için ortaya çıkarılmış bir ümmettir; onun için kâmil müslümanların derdi bütün insanlardır.

İnsan ruhu, kalbi ve kalıbıyla insandır. Her birinin ışığı, süsü, sefası, gıdası, temizliği ve hakkı vardır. Dinimiz bize hepsinin hakkını hasıl vereceğimizi öğretmiştir.

Ey anne babalar! Baştan sona rahmet olan dinimize uyup kendimizin ve yavrularımızın haklarını verelim ki kendimizi ve onları ateşten korumuş olalım. Hepimiz su gibi ilâhi sevgiye de muhtacız. Hepimize elbise gibi edep de gerekli.

Gökten indirdiği su ile dışımızı, İslâm nuruyla içimizi temizleyen Yüce Allah’a sonsuz hamd olsun.

Gök Kapıları Nasıl Açılır?

Hz. Ömer radıyallahu anh halife iken yanına bir grup insan geldi. Kendisine kuraklık ve kıtlıktan şikayet ettiler; “ekinlerimiz ve hayvanlarımız telef oldu, sıkıntıya düştük” deyip yağmur için dua etmesini istediler.

Hz. Ömer radıyallahu anh olur deyip halkı mescitte topladı. Minbere çıktı, ellerini açtı ve “Allahım bize rahmet et” diyerek hiç durmadan istiğfar etmeye başladı.

Yağmur için dua isteyenler hayret ettiler. Halife yağmur istemiyor, sadece istiğfarla meşgul oluyordu. Durumu sordular, Hz. Ömer radıyallahu anh onlara şu mealdeki ayet-i kerimeleri okudu:

“Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size güzel rızıklar sunan bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nuh 10-12)

Sonra şöyle dedi:

– Ben üzerinize göğün kapılarını açacak ve size yağmur yağdıracak asıl işi yapıyorum! (Beğavî, Tefsir, 4/398; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, 8/233)

Gökte her mümin için iki kapı vardır. Biri rızık kapısı, diğeri de rahmet kapısıdır. Günahlar rahmeti engeller, manevi rızıkları keser. Bu durumda kula gereken tevbedir. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurur ki:

“Kim sürekli istiğfar ederek Yüce Allah’tan affını isterse, Allah onun için bütün sıkıntılarından bir kurtuluş kapısı açar, her zorluktan bir çıkış yolu yaratır ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.” (Ebu Davud, Salât 362, Vitr 26; İbn Mâce, Deavât 57; Hakim, Müstedrek, 4/262; Beyhakî, Şuâbü’l-Îman, nr. 645)

İşte her türlü sıkıntıdan kurtuluş yolu!

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy