Cenab-ı Mevlâ, müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin müminlere karşı şefkat ve merhametini şöyle anlatmaktadır:
“Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe 128)
Âlemlere rahmet olarak gönderilen (Enbiya 107) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir hayat boyu ümmetinin ıstırabını çekmiş, her daim “Ümmetim, ümmetim!” demiştir. Yarın mahşer günü peygamberler dâhil, herkesin kendi derdine düşüp “Nefsî, nefsî!” dediği anda O yine “Ümmetî, ümmetî!” diye inleyecektir.(Buhârî, Tevhîd 36). Sâdât-ı Kiram hazretleri (kaddesallahu sırrahum) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:
“Bir evlat ateşe atıldığında babası nasıl üzülürse, ümmetinden bir kişi dahi ateşe atılsa Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem o babadan daha çok üzülür. Çünkü O ümmetine çok düşkündür. İşte bu yüzden biz de Hz. Rasulullah’ın ıstırabını dindirmek ve manen sevindirmek için O’nun ümmetine hizmet etmeliyiz.
Bu zamanda en büyük amel insanları Allah Tealâ’nın gazabından korumaktır. Bir insan yanınızda ateşe doğru gidiyorsa ona yardım etmek, ateşten uzaklaştırmak lazım. Çünkü görmüyor, bilmiyor... Ateşte yanan birini gördüğünüzde buna vicdanınız dayanır mı? Elbette ki dayanmaz. O halde en yakınımızdan başlayarak hem kendimizi hem de başkalarını ateşten korumak için gayret etmeliyiz.”
Şimdi Rahmet Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in insanları ateşten kurtarmak için nelere katlandığına bir bakalım ve irşad hizmetinde O’na ne kadar benziyoruz karar verelim.
Bir gün Müminlerin Annesi Hz. Aişe radıyallahu anhâ, Allah Rasulü sallallahu aleyhi veselleme sordu:
– Ya Rasulallah, Uhud’dan daha çetin bir gün gördünüz mü?
Efendimiz;
– Kavmimden çok çektim ey Aişe, diye söze başladı, sonra Taif’te yaşadığı o dehşet günlerini anlattı.
O’na kol kanat geren amcası Ebu Tâlip vefat ettikten sonra Fahr-ı Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, ashabıyla birlikte dayanılmaz işkence ve hakaretlere maruz kalmıştı. Bu hayattaki en vefalı yol arkadaşı, yâr ve yardımcısı Haticetü’l-Kübra radıyallahu anhâ da vefat etmiş, Allah Rasulü’nün kalbinde derin bir hüzün bırakıp gitmişti. Artık sinesine yaslanacak, sıkıntılarını paylaşacak bir dert ortağı da yoktu. Bütün hüzünler art arda gelmiş, o yıl “Hüzün Yılı” olmuştu.
Belki bir destek bulurum ümidiyle kalktı, Taif’e gitti. Buranın yabancısı değildi. Anne tarafından uzaktan akrabaları vardı. Çocukluk yılları Taif yakınlarında Hz. Halime’nin yurdunda geçmiş, bir kere de dedesiyle birlikte bu şehirdeki meşhur bir tabibe muayene olmaya gelmişti. Fakat bu seferki ziyaretin maksadı başkaydı; Taif’e kâinat çapında büyük bir davayla geliyordu.
Yanına genç, fedakâr sahabi ve azatlı kölesi Zeyd b. Hârise radıyallahu anhı almış, yüz kilometrelik çölü o sıcakta yaya olarak kat etmişti. On gün boyunca akrabalarını tek tek dolaşarak onları cehennem ateşinden kurtuluşa, ebedi saadete davet etmişti. Allah Tealâ’nın dinini yaymak için kendisini ve müslümanları himaye etmelerini istiyordu. Fakat ne yazık ki müşrikler o Rahmet Peygamberi’nin davetine icabet etmek yerine ağır hakaret ve çirkin iftiralarda bulundular. -Hâşâ- “Allah senden başka gönderecek peygamber bulamadı mı?” dediler.
Kâinatın varlık sebebi dışarı çıktığında karşısında elleri sopalı, gözleri kanlı bir güruh buldu. Bu bedbahtlar Allah Tealâ’nın Habibi’ni linç etmek için bekleşiyorlardı. Bir müddet onlara hüzünle baktı, sonra bağrışmalar, iğrenç hakaretler arasında ilerlemeye başladı. O esnada müşrikler yolun iki tarafına dizilmiş etekleri taşla dolu serseri çocuklara yerleri ve gökleri titreten şu meşum sözü söylediler: “Taşlayın mecnunu!”
Yağmur gibi taş yağıyor belki de her bir taş kanla birlikte yere düşüyordu. Şehrin çıkışına kadar taşladılar. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek ayakları kan revan içinde kalmıştı. Vücudunu siper ederek O’nu korumaya çalışan yol arkadaşı, Kur’an-ı Kerim’de adı zikredilen sahabesi Zeyd b. Hârise radıyallahu anhın da başı yarılmış, her tarafı kan içinde kalmıştı.
Nihayet şehrin üç mil ötesinde bir bağa sığındılar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir ağacın gölgesinde biraz dinlendikten sonra kalktı, iki rekât namaz kıldı ve ellerini dergâh-ı izzete açıp içli niyazlarla şöyle yalvardı: “Ya Rabbi eğer sen bana dargın değilsen çektiğim eziyetlerin bir kıymeti yok, hepsine katlanırım. Ancak senin himayen gibisi de yoktur. Sana sığınır, senin rızanı dilerim. Senden başka kuvvet ve kudret yoktur…”
Bu yakarışlar insanları Hakk’a davet etmek için hayatı pahasına gayret eden ve bu uğurda zulme uğrayan, Allah Tealâ’nın en sevgili kulunun yakarışlarıydı. Cenab-ı Rabbi’l-Âlemin dualarına icabet etti. Bahçede çalışan ve Habib-i Ekrem’e üzüm ikram eden hıristiyan bir köle hemen oracıkta imanla şereflendi.
Az sonra Cebrail Aleyhisselâm yanında dağların meleği ile huzur-ı saadete geldi ve Allah Tealâ’nın selâmını Rasulü’ne tebliğ eyledi. Melek, bu azgın kavmin başına dağları yıkıp yerin dibine geçirmek için müsaade istiyordu. Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilen Şefkat Peygamberi sallallahu aleyhi vesellem bunu kabul etmedi. O ümidini hiç yitirmemişti. Kendisine işkence eden bu zalim kavmin soyundan alnı secdeli, imanlı bir nesil gelecek ve “Rabbim Allah” diyecekti.
Bu hadiseden ibret alınacak çok şey var ama en önemlileri şunlar olsa gerek:
- Allah Tealâ’nın rızası için hizmet eden kişiler ölüm dâhil her türlü sıkıntıyı göze almalı, sevdiği zâtın hatırı için bunlara katlanmalıdır.
- Başı daraldığında namaz ve zikirle Rabbi’ne iltica etmelidir.
- Allah Tealâ razı olduktan sonra bütün kâinat düşman olsa bir kıymeti olmayacağının şuurunda olmalıdır.
- Bir kişinin imanına vesile olmayı, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha güzel bulmalıdır.
- Başta en yakınları olmak üzere insanlara sert davranmaktan, beddua etmekten, lânet okumaktan şiddetle kaçınmalıdır.
Tevfik ve inayet Allah Tealâ’dandır.