- Allah Tealâ’yı güzelce bilmek,
- O’na güzelce kulluk yapmak,
- O’nun emrine (takdir ettiklerine) güzelce sabretmektir.’’
Girişteki hadis-i şerifi sahabe-i kiramdan Ebu Said el-Hudrî r.a. rivayet etmiştir. Tirmizî, Nevâdiru’l-Usul, 2/395; Ebu Naîm, Hilyetü’l-Evliya, 1/21'de kayıtlıdır. Özet bir hayat rehberi niteliğindeki bu hadis-i şerifi İmam Kelâbâzî rh.a. Bahrü’l-Fevâid adlı eserinde detaylı bir şekilde açıklar. Aklî ve naklî deliller göstererek tek tek bu üç unsuru tahlil eder.(Kelâbâzî, Bahrü’l-Fevâid, s.896) Hadis-i şerifte zikredilen bu üç hususu, konu bütünlüğüne riayet ederek üç ayrı yazıda sunmaya gayret edeceğiz inşallah.
Marifet, ibadet, sabır
Hadis-i şerifte Rasulullah s.a.v. Efendimiz, aklın tam olması için gereken üç özelliğe işaret ediyor: Marifet, ibadet ve sabır... Bunların her birisinin güzelce (hüsn halinde) olması da aklın kemâline işarettir ki, aynı zamanda kişinin kemalâtını yani erdemini ve olgunluğunu gösterir. Çünkü iman, ibadet ve ahlâk; bu üç alan birbiriyle doğrudan bağlantılıdır ve insan hayatını bütün yönleriyle kapsar. Dolayısıyla onlardaki güzellik kemalâtın alametidir.
Akıl, Allah Tealâ’nın insana bahşettiği en büyük nimettir, basiret nurudur. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan en önemli özelliktir. Âlimler aklı Hakk'a ve hakikate götüren ilk elçi, ilk rehber olarak tanımlar. Onunla insan hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırır ve davranışlarına yön verir.
Sözlükte "bağlamak" anlamına gelen akıl, bu açıdan bakıldığında insanın davranışlarını, inançtan başlamak üzere ibadet ve ahlâka kadar bütünüyle etkiler ve yönlendirir. Yönlendirmeler doğru ve faydalı ise akıl işlevini yapıyor, sorumluluğunu yerine getiriyor demektir. Aksi halde ya yoktur veya fonksiyonunu yitirmiş, âtıl demektir.
Akıl, insan gelişimine paralel olarak sürekli gelişir ve büluğa erdiğinde sorumluluğu başlar. Akıl bilgi ile beslenir; görerek, işiterek, duyarak, tecrübe ederek kendini besler ve geliştirir. Ancak, kemâle ermesi için doğru kaynaklardan beslenmesi gerekir.
Akıllı kim?
Akıllı olmanın ölçüsü nedir? Bilgi, varlıklı olmak, makam, itibar ölçü kabul edilebilir mi? Bu soru, Efendimiz s.a.v.’e de sorulmuştur: Saîd b. Müseyyeb r.a., şöyle rivayet eder:
"Hz. Ömer, Ebu Hüreyre ve Übey b. Ka’b r.anhum. birlikte Hz. Peygamber s.a.v.’in huzuruna girdiler ve şöyle sordular:
– İnsanların en bilgilisi kimdir?
Hz. Peygamber s.a.v.:
– Akıllı olandır, buyurdular.
– İnsanların en âbidi (ibadete düşkün olanı) kimdir?
– Akıllı olandır.
– İnsanların en faziletlisi kimdir?
– Akıllı olandır.
Allah Rasulü s.a.v.'in bu cevapları üzerine onlar:
– Ya Rasulallah! Akıllı kimse, insanlar arasında itibar sahibi, saygı gösterilen, sözü dinlenen ve konumu büyük olan kimse değil midir, diye akıllı hakkındaki genel kanaati söylediklerinde Hz. Peygamber s.a.v.:
– Bu saydıklarınızın hepsi dünya hayatının metâıdır (geçimliğidir), buyurdu ve şu ayet-i celileyi okudu: "Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbinin katında ahiret ise, O’na karşı gelmekten sakınanlarındır.’’ (Zuhruf 35)
Sonra şunları ekledi: "Gerçek akıllı, müttaki kimsedir. Dünyada hiç itibar görmemiş, kovulmuş yahut horlanmış olsa bile..."
Bir başka münasebetle de şöyle buyurdular: "Akıllı, nefsini bilen ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak ise nefsinin isteklerine uyduğu halde Allah'tan uman kimsedir." (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/24; Hâkim, el-Müstedrek, 1/57)
İnsanı insan yapan, hayatına anlam katan, davranışlarına değer kazandıran ve ilâhî emirler karşısında yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan aklıdır. Din, akıl sahiplerine gönderilmiştir. Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu gibi:
"Kişinin dini, aklı ölçüsündedir. Aklı olmayanın dini de yoktur." (Beyhakî, Sünen, Şuabu’l-Îman, 4/1684)
"Kişinin şerefi dinidir, mürüvveti (adamlığı, olgunluğu) ise aklıdır." (İbn Hibban, Sahih, 2/232; Beyhakî, Sünen, 7/136; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 5/70)
İnsan aklı sayesinde kulluk bilincine, ahlâkî erdeme kavuşur. Hakka ve hakikate ulaştığı ölçüde de aklı gelişme kaydetmiş demektir. O halde aklın kemâle ermesi demek, doğru ve faydalı bilginin davranışlara yansıması, ahlâka dönüşmesi demektir.
Birinci aşama: Allah Tealâ’yı güzelce tanımak
Girişte zikredilen hadis-i şerifte Allah Rasulü s.a.v. aklın tamlığını üç hususa bağlamıştı. Birincisi olan ve "Allah Tealâ’yı güzelce bilmek" şeklinde dilimize çevirdiğimiz "hüsn-i marifet" diğer aşamaların temelidir. Hüsn-ü marifet, kısaca Allah Tealâ’yı tanımak, tevhid inancıyla O’na bağlanmaktır.
Yani Allah Tealâ’nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde tek, yegâne ilah olduğunu, benzeri ve ortağı olmadığını bilmek ve bu şekilde O’na iman etmektir. Bu tevhiddir; zıddı ise inkâr veya şirktir.
Allah Tealâ'yı tanımak anlamında kullanılan "marifetullah" kavramı ise , tasavvufta "yakîn" ve "ihsan" kavramları ile ilişkilendirilir. Kavramdaki "marifet"e akıl ve bilgi ile değil, Allah Tealâ’nın kuluna ihsanı, isim ve sıfatlarının tecellisi ile ulaşılır.
İmam Kelâbâzî rh.a. Allah Tealâ’yı hakkıyla tanımanın, birbiriyle ilişkili üç boyutundan bahseder. Bunlar sırasıyla şöyledir:
Birincisi, Allah Tealâ’nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir, yegâne ve benzersiz olduğuna inanmak; Zât-ı İlahî’yi her türlü teşbihten (mahlûkata benzemekten) tenzih edip, sıfatlarını ta’til (tecrit veya iptal etmekten) ve tevhide uymayan anlayıştan kaçınmaktır. Hak Tealâ Kur’an-ı Kerim’de: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir ve görendir." (Şûra 11) beyanı ile zatını herhengi bir şeye benzemekten yani teşbihten tenzih etmiş ve "işiten ve gören" sıfatlarını da zatına ispat etmiştir.
İkincisi, Cenab-ı Hakk’ın lütfunu bilip, ihsan ve nimetlerinin farkına varmaktır. O’nun ihsanı en başta insanı bozuk dinlere ve anlayışlara uyup sapmaktan, nefsin ve bedenin tuzaklarından korumakla gerçekleşir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de bunu şöyle açıklar:
"Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiç kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir. (Nûr 21)
Allah Tealâ’nın nimetlerinin en önemlisi hidayettir. Hidayet sayesinde kişi iman eder ve gönlü ferahlar. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de: "Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı?" (Zümer 22), "Bilin ki, içinizde Allah'ın Peygamberi bulunmaktadır. Eğer O birçok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma düşerdiniz. Ama Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârcılığı, yoldan çıkmayı ve başkaldırmayı size iğrenç göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir.’’ (Hucurât 7, 8)
Aklın yanlışa düşmemesi ve çelişkilerden kurtulması için peygamberler ve onlarla birlikte kitapların gönderilmesi de büyük bir nimettir. Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de buyurur ki:
"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberi'ne, Peygamberi'ne indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab'a inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüş olur." (Nisa 136)
"De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünyalık olarak) topladıklarından daha hayırlıdır." (Yunus 58)
Übey b. Ka’b r.a.’ın rivayetine göre Allah Rasulü s.a.v., bu ayeti okudu ve onda geçen Allah’ın lütuf ve rahmetini, Kur’an-ı Kerim ve İslâm olarak açıkladı. Diğer bir tefsire göre lütuf İslâm, rahmet ise müslümanlara vaadedilen nimetlerdir.
Allah Tealâ’nın dünya hayatı için insana bahşettiği nimetler ise sayılamayacak kadar çoktur. Kur’an-ı Kerim'de buyurulur ki:
"Allah sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi." (Nahl 78)
"Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?’’ (Lokman 20)
İnsana bahşedilen nimetlerin çokluğu, genel ve toplayıcı bir ifade ile şöyle beyan buyurulur:
"Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz." (İbrahim 34)
Üçüncüsü, Allah Tealâ’nın emir ve yasakları ile hüküm ve kazası karşısında kulun tutumu ile bu tutumun Cenabı Hakk’ın katında değerinin ne olduğunun farkına varmaktır.
Bilinmelidir ki dinî emirler tıpkı bedenin ihtiyacı olan gıdalar gibi önemlidir. Gıda ile beslenen beden çocukluktan itibaren nasıl gelişme gösteriyorsa, dinî vecibelerin yerine getirilmesi de dindarlığın tam, imanının sağlam olmasına vesiledir. Gıda almadan bedenin sağlıklı bir şekilde ayakta durması düşünülemediği gibi, ilahî emirlere uyulmadığı, farzların ihmal edilip, yasakların ihlal edildiği yerde imanın sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi de zorlaşır.
Konuyla ilgili şu ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri hatırlamakta yarar var. Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar." (Ankebût 45)
"Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz." (Mâide 6)
"Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş, arındırmış olursun." (Tevbe 103)
Hz. Peygamber s.a.v. de şöyle buyurur:
"Namaz, her takva sahibinin kurbanıdır (Allah Tealâ'ya yakınlık vesilesidir)." (Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 3/194)
"Oruç, (günah ve isyana karşı) kalkandır." (Buharî, Libas, 5/2215)
"Sadaka, Rabbü’l-Âlemin’in gazabını söndürür." (Hakim, Müstedrek, 3/657; Beyhakî, Sünen, 3/245)
Takva ehli, şirkten ve isyandan uzak oldukları için namazları onları kurban gibi Allah Tealâ’ya yakınlaştırır. Oruç da sahibini dünyada günah işlemekten, insanlara karşı mahcup veya muhtaç olmaktan korur.
Bütün bunlardan sonra akıl sahiplerine sormak lazım: Hangi dinde bedenleri bu şekilde besleyen, ruhları şenlendiren ibadetler var? Ve hangi din insanı bedenin ve nefsin esaretinden böyle kurtarıyor?
Yasaklar ölümcül zehir gibi
Bilinmelidir ki Allah Tealâ'nın yasakları ölümcül zehir gibidir. Kullanılması halinde insanın dininin yıkılmasına ve kalbinin lekelenip kararmasına ve katılaşmasına sebep olur.
Allah Tealâ, Peygamberi s.a.v.'e hitaben insanlığa şu uyarıyı yapar:
"(Rasulüm!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur: Eğer Allah'a ortak koşarsan işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!" (Zümer 65)
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide 90, 91)
Ebu Hüreyre r.a.’dan gelen bir rivayette Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurmuştur: "Üç şey insanı helâke sürükler: Önü alınamayan cimrilik, boyun eğilen hevâ ve hevesler, kendini beğenmişlik...’’ (Beyhakî, Sünen, Şuabü’l-Îman, 1/471; Taberânî, el-Evsat, 5/328)
Vâsile b. Esgâ r.a., şu hadis-i şerifi rivayet eder: "Yalan yere edilen 'yemîn-i gamûs' kişiyi (veya diyarı) yokluğa sürükler." (Beyhakî, Sünen, Şuabü’l-Îman, 10/35; Taberânî, el-Evsat, 2/19)
Yemîn-i gamûs, dünyalık bir çıkar için yalan yere edilen yemindir. Bir kimsenin bilerek, olmamış bir şey için oldu veya olmuş bir şey için olmadı diye yemin etmesidir ki, büyük günahlardandır. Allah Tealâ’dan af dilemek ve aldatılan kişiden de helallik almak gerekir.
Enes b. Malik r.a.’ın rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz s.a.v., cennetten mahrum olacak üç kimseden bahseder ve şöyle buyurur: "İçki müptelası, ebeveynine asi olan ve yaptığı iyiliği minnet eden (başa kakan) kimse cennete giremez." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/238; Taberânî, el-Evsat, 7/232)
Huzeyfe b. Yemân r.a.’ın rivayetinde ise Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz şöyle buyurmuşlar: "Allah Tealâ, kıyamet günü üç kimseden razı olmaz: İçkiye müptela olup ölen kimse, yakın akrabasıyla bağlarını kesmiş bir halde ölen kimse, başkasının yerini gasp etmişken ölen kimse." (Kelâbâzî, Bahrü’l-Fevâid, s. 900)
İşte dinî yasakların ihlal edilmesinin insana verdiği zararlar! Bunların tehlikesi aslında zehirle mukayese bile edilemez. Dinin yasakları elbette bu misal olarak verilenlerden ibaret değildir. Fakat konunun anlaşıldığı ümidiyle bu kadarının yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Hükümler ilaç gibi
Hatırlanması gereken bir başka husus da, dinî hükümlerin hayatî derecedeki önemidir. Bilindiği üzere dinî hükümler iki gruptur. Farz, vacip, sünnet gibi her müslümanın yapmakla mükellef olduğu hükümlere "cârî hükümler" denilir.
Çocukluktan çıkar çıkmaz muhatap olduğumuz bu hükümler çoğunlukla nefse zor gelir. Çaba ve sebat gerektirir. Fakat bu hükümler insan bedeninden zararlı maddeleri, mikropları atmak için alınan ilaçlar gibidir. Acı ve zahmetli olsa da bedeni kurtarmak için alınması gerekir.
İkinci grup hükümler, şer'î usulde kadı ve mahkemelerin kişinin lehine veya aleyhine verdiği "kazâî hükümler"dir. Aleyhte verilen kararlar kişinin hoşuna gitmese de, hataların silinmesine ve günahların kefaretine vesiledir. Aksi halde dünyada yargılanmadan ahirete intikal eden hak ihlalleri sahibini o gün zor durumda bırakır, cehennem azabı ile karşılaşmasına sebep olur.
Konuyla ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder." (Şûra 30)
"...Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara 216)
Enes b. Mâlik r.a.’dan gelen bir rivayette Hz. Peygamber s.a.v. buyurdu ki: "Sıtmalı geçen bir gece, bir senelik günaha kefarettir." (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/440)
"Allah Tealâ, bir mümin kulunu bedeninde bir sıkıntıyla düşürdüğünde meleğe şöyle buyurur: 'Bunu kulun yaptığı sâlih amellere yaz.' Eğer şifa verir de iyileşirse onu günahlarında arındırır ve temizler, ruhunu kabzeder de ölürse onu bağışlar ve merhamet eder." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/238; Ebu Ya’la, Müsned, 7/232; Beyhakî, Sünen, Şuabü’l-Îman, 7/184)
Sa’d b. Ebî Vakkas r.a.’ın rivayetinde, Hz. Peygamber s.a.v.’e kimlerin daha çok sıkıntıya maruz kaldığı sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "(Sıkıntılara en çok maruz kalanlar) peygamberlerdir. Sonra onlara benzeyenler, sonra onlara benzeyenler... Herkes dinine bağlılığına göre sıkıntıya maruz kalır. Dini bütün ve sağlam ise başına gelecek sıkıntı da o kadar çetin olur. Dine bağlılığı hafif ve meşrebi yumuşak ise hafif sıkıntılara düşürülür. Bu durum, yeryüzünde kaldığı süre içinde hiç günahı kalmayıncaya kadar böyle sürer gider." (Tirmizî, Sahih 4/601; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/172)
Bunların hepsi Cenab-ı Allah’ın lütfu ve keremidir. Mümin kullarına merhamet etmesi, gözetip kollamasıdır. Hangi ilaç yahut reçete isyan ve günahların insana ve topluma verdiği zarar ve acıları böyle giderir, tedavi eder?
Özetle insan, akıl nimeti sayesinde mahlûkatın en şereflisi sayılmıştır. Akıllı insanın öncelikle riayet etmesi gereken haklar vardır. Bu hakların başında Allah Tealâ’yı güzelce bilmek ve iman etmek gelir. Buna "ulûhiyet hakkı" denir ki, Allah Tealâ’ya eşi ve benzeri olmayan bir ilah olarak iman etmek, zatını ve sıfatlarını her türlü benzerlikten ve eksiklikten tenzih etmektir.
Aklın kemalâtına doğru gidilen merhalelerin ilki ve temeli olan bu adım sahibine hayatı kolaylaştıracak, onu sürekli zorlayan var oluş bulmacasından kurtaracaktır. Bu, Cenab-ı Hakk’ın seçkin kullarına nasip ettiği hidayet nimetidir. Bu nimetin muhafaza edilmesi ve sürdürülmesi için besin ve ilaç mesabesinde olan ilahî emir ve yasaklara riayet edilmesi gerekir.
Hangi akıl sahibini, kendisini yoktan var edeni bilmek istemez? Hangi akıl, boş şeylere teslim olur da kendisini yetiştirip geliştirene nankörlük eder? Bunlar ancak hasta veya noksan aklın yapacağı şeylerdir.
Atâullah el-İskenderî rh.a.’in şu meşhur sözü ile bağlayalım: "Ya Rabbi! Seni kaybeden neyi bulmuş, seni bulansa neyi kaybetmiştir? Senden başkasıyla hoşnut olan aldanmış, sana nankörlük yapan hüsrana düşmüştür."