İbn-i Haldun merhumun o bilindik sözü ile başlayalım: “Coğrafya kaderdir.” Bu tespit sanki asırlar öncesinden bugün görülerek ortaya konulmuş gibi duruyor. Türkiye, iki kıta arasında köprü olmanın, dünyanın en stratejik şehri İstanbul’u bünyesinde bulunduruyor olmanın bedelini ödüyor. Etrafımız ateş çemberi ile örüldü. Yüz yıl kadar önce aynı çatı altında birlikte yaşadığımız insanlar, ayrılışın yaşandığı günden bu yana zulme maruz kaldılar. Yetmedi, diktatörlerin baskıcı rejimleri altında “sistem” potasında eritildiler. Son yıllarda ise milyonlarca insan iç savaş nedeniyle hayatını kaybetti, milyonlarcası da mülteci durumuna düştü. Irak, Tunus, Yemen, Mısır, Cezayir ve Suriye’de istikrar kavramı, tekrar indirilmemek üzere rafa kaldırıldı. Türkiye’nin, bütün bu yaşananlara bigâne kalması elbette mümkün değil. Nitekim Irak ve Suriye ile ilgili dinî, tarihî ve kültürel sorumluluğunu yerine getirmeye devam ediyor. Sorumluluğun bedeli Bu fedakârlığın elbette bir karşılığı var. Tarihin kendisine yüklediği vazifeyi temsil etme kararlılığı Türkiye’nin düşmanlarını her zamankinden çok rahatsız ediyor. Kırk yıldan bu yana mücadele ettiğimiz terör, farklı yöntemlerle Türkiye’ye bedel ödetmeye devam ediyor. Son zamanlarda özellikle turizm bölgelerinde birbiri ardına meydana gelen yangınları da bu çerçevenin dışında değerlendirmek hayli zor. “Peki neden böyle?” sorusu cevabı başka bir yazıda verilmek üzere burada dursun. Devlet, her ne kadar eksiklikleri de olsa, çıkan yangınları iklim şartlarına rağmen olabilecek en kısa sürede kontrol altına almayı başardı. Siyaset ve bürokrasinin önemli isimleri, bizzat sürece dahil olarak afetle mücadelede vatandaşlara devletin elini uzattılar. Normali de budur. Halkının sıkıntısını göğüslemeyen, zor gününde yanında olmayan yöneticilerin başarılı olma ihtimali yok. Yakın geçmişimizde yaşananlar, bu gerçeği destekleyen veriler olarak kayıtlarda duruyor. Daha eski dönemlerde yaşanıp hafızalardan asla silinmeyen örnekler de var. Tarih, halkına kol kanat geren, dertleriyle hemhal olan yöneticilerin hikâyeleriyle dolu. Bunlardan bir örneği aktaralım. Alevler arasında bir sultan Bağdat Fatihi Sultan Dördüncü Murad, sert mizacıyla tanınsa da, Büyük İstanbul Yangını’nda canı pahasına alevlerin içerisine dalarak o sert mizacın altında nasıl bir merhamet olduğunu, milletinin yanında nasıl durduğunu göstermişti. Dördüncü Murad küçük yaşta tahta geçmiş, ağabeyi Genç Osman’ın dramatik bir şekilde şehit edilmesinin travmasını uzun süre atlatamamıştı. Kolay değildi, daha küçük yaştayken gözlerinin önünde canı kadar sevdiği ağabeyi akla ziyan zulümlere maruz kalarak öldürülmüştü. Yıllarca annesinin kontrolündeki tahtta, sultanlığın gereklerini yerine getirememiş, bunun ıztırabını yıllarca taşımıştı. Biraz da bu yüzden, devlet nizamını tesis edebilmek, asi yeniçerileri kontrol altına alabilmek için sert ve katı bir karaktere bürünmüştü. Vezirlere, yöneticilere ve komutanlara karşı hayli şedidken, halkı söz konusu olduğunda halim selim bir adama dönüşüyordu. Elbette kanuna nizama aykırı davrananlar hariç. İşte böyle bir padişahın idaresinde 2 Eylül 1633’te İstanbul’da çıkan Cibali yangını, hızla büyüyerek ahşap evlerden oluşan şehri adeta küle çevirdi. Bir dükkânda başlayan yangın üç gün sürdü ve şehrin o zamana göre önemli bir bölümü tarumar oldu. Kâtip Çelebi, İstanbul’un beşte birinin yok olduğunu söyler. Ayakapısı’na kadar olan sahil boyu, Küçük Mustafa Paşa Çarşısı, Unkapanı, Zeyrek Yokuşu, Fatih Camii çevresi, Atpazarı ve Saraçhane semtleri tanınmaz hale gelmişti. Sert poyraz alevleri her yere savuruyor, ahali canını kurtarmak için evlerini terk ediyordu. Dördüncü Murad devletin bütün imkânlarını seferber etmiş, yangını söndürmek için bütün gücüyle gayret ediyordu. Kendisi de alevlerin arasına girerek hayatını tehlikeye atmış, onlarca kişinin canını kurtarmıştı. Bu yangın kontrol altına alındığında beş binden fazla ev kül olmuştu. Bu arada özellikle âlimlerin evlerinde bulunan nice yazma eser de yok oldu. Devlet, yanan evlerin yeniden inşası, zarar gören halkın kayıplarının tazmini için seferber oldu. İstanbul yeni baştan inşa edildi. Dördüncü Murad, zaman içerisinde biriken bazı toplumsal sorunları biraz da yangını bahane ederek çözmeye çalıştı. Tütünü ve kahve içmeyi yasaklayarak türlü mefsedetin ve devlete muhalefetin merkezleri haline dönüşen kıraathaneleri kapattı. Kanunlara uymayanları da en ağır şekilde, zaman zaman da kendi eliyle cezalandırdı. Bu husustaki sertliği eleştirilse de milleti için yaptığı âlicenaplık, başta hizmet ettiklerinin gönlü olmak üzere ismini tarihe altın harflerle yazdırdı. Ya devlet ya perişanlık İçerisinde bulunduğumuz coğrafyada son on yıldaki gelişmeler bize devletin, sağlam bir nizamın ne kadar gerekli ve önemli olduğunu ispat ediyor. Devlet nizamından yoksun kitleler evini ocağını kaybediyor, huzur ve sükûnete muhtaç bir şekilde başlarına ne geleceğini bilmeden hayata tutunmaya çalışıyor. “En kötü istikrar istikrarsızlıktan iyidir” düsturunca bağımsız bir devletin çatısı altında, kimsenin yardımını beklemeden yaşamanın kıymeti, olan bitenlere bakıldığında daha net anlaşılıyor. Devlet hata yapabilir. Onu yönetenler yanlışa da düşebilir. Ancak, hiçbir zaman bunları eleştirmek, devletin mevcudiyetine zarar verecek düzeyde olmamalı. Farabî’nin şu sözü yolumuza ışık tutmalı: “Devlet, en üstün hayır, en üstün kemâl ve en yüksek saadete kendisi ile ulaşılan bir birliktir.” Bütün bu hayrı, kemâli ve saadeti elde edebilmek için o birliğe sahip çıkmak durumundayız.