Edward Said, meşhur kitabı Oryantalizm’de şarkiyatçılığı “Batı dünyasının, Doğu üzerinde otorite kurması ve Doğu’yu yeniden yapılandırması” olarak açıklar. Yazıldığı dönemde büyük yankı uyandıran bu kitap, bugün için halen alanındaki en önemli eserlerden biri olarak kabul edilir. Said’in oryantalizm tarifine göre Batılı yazarlar Doğu’yu genel olarak “egzotik” ve “olumsuz” algılarlar. Eserlerini kaleme alırken bu bakış açısı bariz bir şekilde görülür.
Geçen sayıda bahsettiğimiz Lady Montagü’nün Türk Mektupları belli noktalarda insaf ölçülerine riayet ediyor olsa da oryantalist bakışa bu eserde de rastlarız. Doğu yine olumsuz ve egzotik olarak tarif edilir. Osmanlı hakkında bir başka eser olan Lady Craven’in “1786’da Türkiye” isimli eseri ise oryantalist bakışın süzme bir numunesi olarak hayli önemlidir. Lady Craven, Kırım-İstanbul hattında yaptığı geziler esnasında kaleme aldığı mektuplarında Osmanlı’yı öyle anlatır ki okunduğunda ciddi manada hayret uyandırır.
Craven’in mektuplarında; Türk tarihi, kültürü, gelenek ve görenekleri hakkında olumsuz ve ön yargılı ifadelerin bulunması çok şaşırtıcı değildir aslında. Seyahat ettiği toprakların tarihini bilmeyen, orada yaşayan insanların konuştuğu dile vâkıf olmayan birisi olarak Lady Craven, klasik İngiliz kibriyle mektuplar kaleme almıştır.
Peki, yabancı seyyahların Batılı ön yargılarla kaleme aldıkları metinler belli bir öneme sahip midir? Yoksa kendi tarihimize, kültür ve medeniyetimize toz kondurmama refleksiyle biz mi meseleyi çok abartıyoruz?
Metinle zihin kurma
Peşinen belirtelim, yabancıların bize dair yazdıkları, birkaç seyyahın kendi gözlem ve düşünceleri diyerek geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. Yazılanların yazara dair bilgiler veren otobiyografik tarafı, kültürler arası mukayese imkânı, bir dönemin “öteki”ne bakış açısı gibi yönlerinden bahsetmiyoruz. Bu metinler ya doğrudan okuyucunun zihnini yönlendirme maksadıyla yazılmış, bu niyetle yazılmadıysa da bu neticeyi vermiştir. Başta Edward Said’e bu yüzden atıfta bulunduk.
Edebiyatla haşır neşir olanlar bilirler; Batı dünyasında hatırat, roman, şiir, tiyatro gibi eserlerde gidilen, görülen yerler hakkında çoğu zaman hayal ürünü tasvirlerin bolca bulunması, buna mukabil gözlem ve tecrübeye dayalı bilgilerin daha az olması, gerçeğin daha kolay eğilip bükülmesine imkan verir.
Lady Craven gibi seyyahların yazıları da bir kısım gözlem ve tecrübeler üzerinden okuyucunun söz konusu ülke, mekân ve toplum hakkındaki düşüncelerini ya değiştiriyor ya da yeniden kurguluyor. Böylece işin hakikati yazarın çizdiği hayalî tablonun altında kaybolup gidiyor. İşte edebiyatın gücü!
Meselenin siyasî/ideolojik tarafını baştaki oryantalizm tarifi üzerinden hatırlarsak, Batı dünyası, Doğu üzerinde otorite kurmak ve Doğu’yu yeniden yapılandırmak çabasındadır. Bunu yaparken elbette hem kendi insanını bu yönde eğitmek hem de “öteki” olarak tanımladığı Doğu’yu onun zihninde yeniden şekillendirmek isteyecektir. Geçen yüzyılın önemli teorisyenlerinden olan Michel Foucoult, “Bilginin Arkeolojisi” ve “Hapishanenin Doğuşu” isimli eserlerinde bilginin yeniden düzenlenmesini aslında güç ve hâkimiyetin yeni şekillerde ortaya çıkması olarak yorumlar. Seyyahların eserleri bu bakış açısına göre okuduğumuzda görüyoruz ki Batı, bu tarz yazarlar üzerinden emperyalizm projesine dönüşecek olan sömürgeci bir dilin temellerini atmıştır.
Batılı yazarların seyahat metinleri kesinlikle tarafsız değildir. Tarafsızlık bir yana, büyük çoğunluğunda insaf ölçüleri bile yoktur. Yani kasıtlıdır. Bu yazarlar, kendi kültürlerinden ve anlayışlarından asla taviz vermeden gidip gördükleri yerler hakkında konuşurlar. Hayalî kurgulara başvurmaktan, gerçeği tersyüz etmekten de çekinmezler.
Craven’in “1786’da Türkiye”si
Lady Elizabeth Craven, Kırım üzerinden geldiği Osmanlı beldelerinde uzun bir seyahat yapar. 1786 yılına denk gelen bu seyahatte bazı dostlarına mektuplar yazarak bilgiler verir. Tamamı altmış sekiz adet olan bu mektuplar daha sonra bir araya getirilerek “Kırım’dan Konstantinopolis’e Bir Yolculuk” adıyla yayımlanır. “1786’da Türkiye” ismiyle tercüme edilip ülkemizde de basılan bu kitap, İngiliz yazarların ve seyyahların Osmanlı’ya bakışını görmek açısından dikkat çekicidir.
Lady Craven, gittiği yerlerde misafirperverlikle karşılandığından olacak, mektuplarında Türklerin çok âlicenap ve gayet zengin olduğunu yazar. Birkaç mektubunda hamamlardan bahsederken kadınların vaktinin büyük çoğunluğunu buralarda geçirdiğini söyler. Ona göre bu şaşırtıcı bir durumdur. Muhtemelen kendisinin suyla, temizlikle pek arası yoktur. Çünkü bu kadar sık yıkanmanın cilde zarar verdiğini ve Türk kadınlarının olduğundan daha yaşlı göründüklerini iddia eder.
Her hususta kötülemenin ve hakaretin, yazılanların inandırıcılığına gölge düşüreceği endişesinden olsa gerek, Craven Türklerin kadınlara karşı tavırlarından oldukça etkilenmiş görünür. 50’nci mektubunda Türk erkeklerinin kadınlara karşı tavrının örnek alınması gerektiğini anlatır. Kadınların ne kadar hür ve emin bulunduklarını söyler ve şunları yazar: “Bir adamın başı vuruluyor, bütün evrakı, eşyası müsadere ediliyor. Fakat karısı rencide edilmiyor, kadının mücevherlerine el sürülmüyor. Bir saka, bir hamal karısının bile mücevherleri vardır.”
Yine aynı mektubu okumaya devam ettiğimizde Craven’in tavrı bir anda değişir ve Türklerin gelenekleri ve fikirleri arasında çok fazla basitlik ve saçmalık olduğunu söyler.
Bir örnek olması açısından Craven’in kahve konusunda yazdıklarına bakılabilir. Craven, 59’uncu mektubunda bir dostuna kahveden bahsederken “Sizi temin ederim ki Türkler tarafından hazırlanan kahve, içebileceğinin en iğrencidir. Sulu ve çamurumsudur, şekersiz içerler.” der.
25 Nisan 1786 tarihli bir başka mektupta Osmanlı devlet yöneticilerinden şöyle bahseder: “Osmanlı vükelâsına gelince, hep cahil adamlar. Veziriazam, vaktiyle şimdiki Kaptanpaşa olan Hasan Bey’in kayıkçısı imiş. Hasan’ın kendisi de vaktiyle Cezayir’de bir köle imiş. Entrika burada insanı her mevkie ulaştırıyor. Versailles’de (Fransız kraliyet sarayında) bile bu kadarı yoktur.”
Yazarımız Osmanlı otoritesini yer yer takdir eder, çoğunlukla da hakaretamiz ifadelerle aşağılar. Osmanlı’nın büyük gücünü ve prestijini gözden düşürmek için insanların “boş ve aylak” olduğundan bahseder.
11 Mayıs 1786 tarihli mektubunda dönemin padişahını anlatırken kullandığı ifadeler de hayli ilginçtir. Dönemin padişahı olan I. Abdülhamid hakkında, “Fevkalade korkak, mütereddit ve cahil... Nâzırlarının en küçük entrikalarını hükümsüz bırakmadan aciz bir adam... Kaptan Paşa’ya körü körüne itimat etmiş. Çok cesur olan bu adam, Sultan’ın âdeta şahsî muhafızı gibi.” der.
Kaynak mı yönlendirme mi?
Craven, mektuplarında her fırsatta Türkleri tembel ve cahil bulduğunu dile getirir. Ayrıca “salak”, “beceriksiz” gibi hakaretlerde bulunmayı da ihmal etmez. 25 Nisan 1786 tarihli mektupta Osmanlı’nın cahil olmasından dolayı Avrupa’yı şanslı gördüğünü söyler. Osmanlı insanını daima sedir üzerinde oturup kahve ve tütün tüketen kişiler olarak resmeder. Şöyle der: “Belki de, Türklerin aylak ve cahil olmaları sebebiyle Avrupa şanslıdır. Devasa gücü olan bu imparatorluk çalışkan ve istekli olan insanlarla dolu olabilirdi, böylece de dünyanın gözdesi olabilirdi.”
25 Nisan 1786’da yazdığı mektuptaki en göze batan satır hiç kuşkusuz Osmanlı çocuklarını “...sessiz, sakin ve salak” olarak tarif ettiği kısımdır. Bu satırlardan sonra da bir kanaatini daha muhatabına yazar: “Bu milletin işleri nasıl yürür, hiç düşünemiyorum. Çünkü Osmanlı Divanı genellikle cahil, çıkarcı kişilerden oluşur.”
Craven bazı mektuplarında Türklerin beğendiği özelliklerinden bahsetmeyi de ihmal etmez. Mesela 20 Nisan 1786 tarihli mektubunda “Türkler ağaçlara o kadar çok hürmet ederler ki bir yerde bir ev inşa etmek isteseler ve orada bir ağaç olsa, sırf ağaca kıymamak için evlerini bile değiştirirler. Ne yapar ne eder ağaçlara dokunmazlar.” der.
Bunun yanında, 7 Mayıs 1786 tarihli mektubunda, Osmanlı insanının sokak hayvanlarını serbest bırakmış olmasına ise hayret eder. Ancak buradaki hayret bir beğeni değildir. Çünkü ona göre bu hayırseverlik olarak yapılan, fakat aslında hiç de öyle olmayan bir davranıştır. Bu nedenle de kızgınlığını belirtir. Ancak Lady Craven dışındaki birçok seyyahın, Osmanlı’da köpeklere sabırla muamele edildiğini, başıboş hayvanlara sığınak sağlandığını ve her gün yiyecek verildiğini yazdığını da hatırlatalım.
Lady Craven’in değindiği bir başka önemli nokta Türkler ve din konusudur. Osmanlı’nın dinine ve Peygamberi’ne bağlılığını bir çeşit işkenceye benzetir.
Sonuç olarak, bir kısım okuyucu tarafından Osmanlı toplumunu ve kültürünü öğrenmek için önemli kaynak sayılan yabancı seyyahların kitapları ve mektupları son derece yanıltıcı metinlerdir. Lady Craven de dahil, bu seyyahlar Osmanlı’ya gelirken belli önyargılar ve niyetlerle gelmişti. Yani yanlarında sadece valizlerini değil, kibir ve niyetlerini de getirmişti.
Diğer taraftan seyahat için bulunduğu ülkenin dinini, dilini, tarihini, kültürünü bilmeyen, bilme gereği de duymayan Batılı seyyahların Osmanlı’ya dair yazdıkları, başka herhangi bir ülke hakkındaki yazdıklarıyla mukayese edilmemelidir. Tekrar E. Said’e dönersek; bir oryantalist için niyet de hedef te bellidir: Otorite kurmak ve yeniden yapılandırmak...