Geçen ayki yazımızda Osmanlı Devleti’nin yıkılıp yıkılmadığını sormuş ve bu sorunun cevabını aramıştık. Aslında sorunun cevabı bariz şekilde ortadaydı. Türkiye’nin bilim hayatı üzerinde etkili odaklar tarafından, cevabı belli nedenlerle Osmanlı’nın yıkıldığı ve sıfırdan yeni bir devletin kurulduğu düşüncesi zihinlere kazınmak isteniyor. Meseleyi ilmî olarak ele almanın zorluğunun yanında, tartışmaya neden olan konuya doğru bir açıdan yaklaşmak da başlı başına bir problem. Çünkü Türkiye’deki tarih yazıcılığı ya ideoloji hastalığına ya belge fetişizmine ya da romantik/ hayalî tarih yazıcılığına kurban ediliyor.
Oysa muazzam bir kültürel havza oluşturmuş, tarihin en uzun yaşayan imparatorluklarından birini kurmuş ve mirasını devretmiş bir devletin iddia edildiği gibi adeta buharlaşması, yıkılıp gitmesi söz konusu olamaz.
Osmanlı’dan modern cumhuriyete geçiş aşamasında karşılaştığımız şey, aslında bir yıkılma değil, var olan devletin mirasını kendisinden sonraya bırakması ve rejimin değişmesiydi.
Yeni bir tarih tezi
Modern cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte yüzünü Batı’ya dönen kurucu kadro, geçmişe dair her şeyden rahatsızlık duymaya başlamıştı. Osmanlı, “hedef tahtasına konulan geçmiş” hususunda ilk sıradaydı. Cumhuriyetin kurucu kadrosu tarih anlayışını Osmanlı’dan daha gerilere çekerek, onu yok sayarak on bin yıllık bir tarih tezi ortaya koyuyordu.
Bu tarih tezi içinde en çok tenkit edilen husus, hiç şüphesiz en geriye atıfta bulunulduğu halde Osmanlı tarihi üzerinde yeterince durulmamasıydı. Resmî ideolojiye göre Türkler on bin yıllık geçmişin derinliklerinden çıkıp gelmişler ve geleceğe doğru akmaya devam ediyordu. Bu akış içinde Osmanlı sönük bir mum alevi gibi kalmıştı. Bunun da ötesinde karanlık, derhal kurtulunması gereken bir devirdi. İlmî eserlerden lise müfredatına giren kitaplara kadar hemen her alanda Osmanlı’nın büyük başarıları Türk’ün zekâsına ve kabiliyetine hasrediliyor, devletin gerileme ve çöküş dönemi sebepleri ise yönetici sınıfın basiretsizliği ve köhnemiş değerler sistemi ile açıklanıyordu.
Hâkim güç tarafından propaganda edilen bu yeni tarih anlayışının Osmanlı’ya olumsuz tavır almasının ana nedeni, Osmanlı’nın yerini alan genç Cumhuriyetin çok farklı siyasî, sosyal ve kültürel yapıda olmasıydı. Cumhuriyetin kurucu kadroları, son iki asırda yaşanan bütün olumsuzlukların ana kaynağı olarak Osmanlı’nın inanç ve değer sistemi ile bundan kaynaklanan kültürünü; iktisat, siyaset ve topyekûn medeniyeti görüyordu. Dolayısıyla kendilerine büyük bir mirasın vârisi olarak değil, büyük bir iflasın enkazını tasfiye eden kahramanlar olarak bakıyorlardı. Haliyle de kendilerinden önceki dönemin sahiplendiği, temsil ettiği ve savunduğu her idealin aleyhinde idiler.
Bu yaklaşım elbette Batı’ya yüzünü dönen bu kadroların, oradan alıp devşirdikleri her fikrin, kabule şayan her değerin Osmanlı’da olmadığı inancından geliyordu. Böyle bir iddianın bir başka getirisi ise, Batı karşısında alınan mağlubiyetlerin faturasını, kendilerinden önceye yani Osmanlı’ya kesme imkânı vermesiydi.
Bu yaklaşıma meşruiyet kazandırmak, zihinleri bu teze göre inşa etmek için yeni bir tarih anlayışına ihtiyaç vardı. Fakat tabii akışı bu kadar zorlayınca ortaya tarihten çok bir mitoloji çıkmış oldu. Bütün kavimlerin Türklerden, bütün dillerin Türkçeden çıktığı iddiası bu mitolojinin karikatür örnekleridir. Osmanlı’nın yıkıldığı tezinden hareket edenler, sadece tarihin büyük ve önemli bir kısmını reddetmiş olmadılar, Osmanlı üzerinden bin yıllık kimliği de reddederek yani bir kimlik inşasına teşebbüs ettiler.
Osmanlı’dan modern cumhuriyete geçiş aşamasında karşılaştığımız şey, aslında bir yıkılma değil, var olan devletin mirasını kendisinden sonraya bırakması ve rejimin değişmesiydi.
Yeniden yazmak için
Osmanlı Devleti’nin yapısına baktığımız zaman, hukukun ve topyekûn sosyal düzenin temelinde İslâm Hukuku’nu görürüz. Etnik kimlik yerine ümmet anlayışı vardır. Buna karşılık laikliği esas alan Cumhuriyet ideolojisi, kanun tercümeleri ile Roma hukukuna dayalı Batılı hukuk sistemini benimsedi. Kendi tarif ettikleri bir Türk milliyetçiliği inşa edilmeye çalışıldı.
Diğer taraftan bir toplumun bin yıllık kimliğinin, değer sisteminin, beğendiği müzikten yemek yeme biçimine kadar topyekûn kültürünün değiştirilmesi kanun zoruyla bir günde olamayacak kadar uzun ve derin süreçler gerektirir. Dolayısıyla sadece idarî değişikliğe, sosyal ve kültürel mühendislik çabalarına bakarak koca bir imparatorluğun yıkılıp gittiği, tarihin hafızasına hapsolduğu sonucunu çıkarmak sakil bir kolaycılık olur. Bunun yerine “Tarihin bir kısmını reddedip yerine yenisini yazanlar neden tarihi unutturmaya çalışıyorlar?” sorusu, cevabını aramaya devam eder.
Tarih ve kimlik irtibatı
Tarih, ideolojik bakış açısıyla yeniden yazılan, yeniden yorumlanan bir alana dönüştürüldüğünde, gerçekliğine bakılmaksızın yeni iddialar ortaya atmak, bu iddiaları destekleyen söylemler bulmak elbette daha kolay olur. Ama böyle bir yaklaşıma taraftar bulmak için zihinlere hükmetmeniz gerekir. İnsanların tarihle olan irtibatı yani hafızası ne kadar sağlam olursa, kimliğini şekillendiren değerleri geleceğe taşımaları o kadar kolay olur. Yeni bir tarih yazmak istiyorsanız, eğitim müfredatınızın eskinin mutlak olarak kötülenmesi, redd-i miras ve bu reddi haklı kılan söylemlere göre oluşturulması da gerekir. Cumhuriyet dönemimizde yapılan tam da budur.
Dolayısıyla yukarıda sorduğumuz “tarihi neden unutturmaya çalışıyorlar” sorusunun cevabını bu tarih-kimlik irtibatında aramak lazım. Unutturulmaya çalışılıyor, çünkü var olanı yıkmadıkça yerine yeni bir kimlik inşa edemezsiniz.
Osmanlı’yı tarihimizin “karanlık çağı” olarak gören zihniyet, kendilerinin kurduklarına inandıkları yeni dönemi “aydınlık çağ” olarak gösteriyordu. Böylece “yeni ve temiz” bir hafıza üzerinden yeni bir kimlik kazanılmış oluyordu. Bu sebeple “köhne” Osmanlı’nın yıkıldığı ve yeni bir devletin ufukta yeni bir güneş gibi doğduğu tezi Cumhuriyetin ilk yıllarında şiddetle savunulmuş, bürokrasiden yeni nesil öğretmenlere, roman yazanlardan gazetecilere kadar bütün kadrolar tarafından ısrarla ve türlü bağlamlar kullanılarak işlenmiştir.
Muhtemelen, günümüzde reklamcıların kullandığı bir ilkenin iş göreceği hesaplanmıştı: “Bir şeyi yeteri kadar tekrarlarsan kabul ettirsin.”
Elhak, 1923’ten bugüne söylenen “Osmanlı yıkıldı Cumhuriyet sıfırdan doğdu” iddiasının ortalama Türk insanı tarafından bir hakikat olarak kabul görmesi, bu stratejinin doğruluğunu teyit eder. Fakat gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi bir karakteri olduğu da söylenir. Bugün çeşitli TV dizileri, kitaplar, popüler anlatımlar üzerinde de olsa Osmanlı dönemine güçlü bir ilginin uyanması boşuna değil.
Değil; çünkü nüfusun hatırı sayılır bir kesiminin daha dedesi Osmanlı. Yerel mutfak, dipdiri ayakta duran mimarî örnekler, bunaltıcı modern yaşama karşı alternatif gösterilen mahalle dokusu; hepsi Osmanlı. Dünya bir taraftan küreselleşirken, bir taraftan da yerel ve otantik olanın önemi anlaşılıyor. Yerellik ise üç beş nesilde değil, tarihin içinde kıvam buluyor. Dolayısıyla bizim yerelimiz kaçınılmaz şekilde Osmanlı oluyor. Üstelik, yeni kuşakların geçmişle irtibatını sağlayan eğitimden alfabe ve dile kadar yapılan hızlı ve sert devrimlere rağmen... Şu halde “eskiyi bertaraf etme” düşüncesi belki bir süre iş görebilir ama uzun vadede sosyal ve kültürel gerçeklerin duvarında tuz buz oluyor.
Türk tarihi kesintisiz ve süreklidir. Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu devletleri iktidardaki hanedanın değişmesiyle yerini Osmanlı Hanedanı’na bırakmış, kültür ve medeniyeti aynen devam etmiştir. 1923’te de Osmanlı Hanedanı’nın idaresi sona ermiş, Cumhurî idare kurulmuştur. Yönetimlerin değişmesi sosyal, kültürel ve siyasî anlamda yıkılma değil, idarî değişiklikten ibarettir. Yabancı devletler bizimle yaptıkları antlaşmaları 17. asırda da “Türkiye ile filan memleket arasında” diye kayıt altına alıyorlardı, bugün de öyle.
Şu halde biz hem Cumhuriyetiz hem Osmanlı. Modern dönemin nesilleriyiz ama kimliğimiz öyle birkaç on yıllık değil. Biz köklü, gövdeli, dallı meyveli bir ulu ağacız. Üstelik nice asırlar, kıtalar gölgemizde hayat ve huzur bulmuş. Kafamızdaki çarpık kalıpları yıkarsak, tarihe dair dayatılan yanlışlar da tez zamanda yıkılır inşallah.