Aramak

Taş Atana Dua Edebilmek

Günümüzde İslâm’a ve müslümanlara yönelik canımızı sıkan saldırı, hakaret ve iftiralar herkesin kolayca at oynatabildiği kontrolsüz bir alan olduğu için daha ziyade sosyal medya üzerinden yapılıyor. Hamiyyet-i diniyye saikiyle aynı mecradan bunlara tepki gösteriyor, mukabelede bulunuyoruz. Fakat malasef bunu yaparken günaha değil de günahkâra karşı hasmane bir tutum sergiliyoruz genellikle.

Virüs salgını sebebiyle hüzünlü bir Ramazan ayı, hüzünlü bir bayram geçirdik bu sene. Cumalarda cem olamamanın; camiden, cemaatten, dost meclislerinden ayrı düşmenin hüznünü yaşadık. Kâbe-i Muazzama’yı, Mescid-i Nebevî’yi ilk kez bu kadar mahzun gördük. Bütün bunlar yetmezmiş gibi değerlerimize yönelik saldırılar üzerine can sıkıcı tartışmalara şahit olduk. Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hutbesi etrafında koparılan fırtına, dinin hükümlerine suç duyurusunda bulunan barolar, hayâsızlığın bir hak olarak pervasızca talep edilmesi, okunan ezan ve salâtu selâmlara yönelik hadsiz söylemler... Tüm bunlar, “Biz nerede yaşıyoruz, nasıl bu hale geldik?” sorusunu sordurdu çoğumuza.

Tahkir ve tahrik edici seviyesiz bir üslupla İslâm’ı ve müslümanları hedef alan cahil cüretkârlığına, karantina günlerinde daha yoğun kullanıldığı için olmalı, sosyal medya denen nevzuhur mecrada daha sık rastladık. Belli çevreler rutin işlerinin askıya alınmasıyla doğan boş vakti, epeydir eteklerinde biriktirdikleri taşları siyasî mülahazalarla da olsa müslümanlara atmak için fırsat bildi adeta. İnşallah sonu hayır olur diyelim ama 2020 bu yönüyle de bizim için yeni bir “hüzün senesi” gibi başladı.

“Hüzün Senesi”nde olanlar

İslâm tarihinde “Hüzün Senesi” denince Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin risaletinin onuncu senesi kastedilir. Zira Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, dünya hayatındaki en sıkıntılı, en zor günlerini bu sene içerisinde yaşamıştır. Önce kendisini himaye eden Haşimoğulları’nın reisi olan amcası Ebu Tâlib’in vefatı ile müşriklerin açık hedefi haline gelir. Birkaç gün sonra da seyyidetü’n-nisa Hz. Hatice radıyallahu anhâ validemiz vefat eder. Efendimiz, hane-i saadetlerinde de yalnız kalmıştır.

Rasul-i Kibriya sallallahu aleyhi vesellemin hüzün senesindeki hüznü daha ziyade bu iki vefata bağlansa da bunlardan ibaret değildir. Tâif’te mübarek ayaklarından kan sızıncaya kadar taşlanması da bu seneye tesadüf eder.

Bi’setin onuncu senesine rağmen müslümanlar Mekke’de hâlâ çok küçük ve zayıf bir azınlık halindedir. Mekkeli müşriklerin inadını kırmak da zulmünü durdurmak da mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem davetini Mekke dışındaki beldelerde sürdürmeye karar verir. Azatlı kölesi ve evlatlığı Zeyd b. Hârise radıyallahu anh ile birlikte ilk olarak Sakif kabilesinin yurdu Tâif’e yönelir.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra vardıkları Tâif’te on gün boyunca Sakif kabilesinin liderleriyle görüşür, onları İslâm’a girmeye, müslümanlara yardım etmeye çağırır. Sahip oldukları zenginlik ve refahla mağrur Tâifliler, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın davetini alaya alıp küstahça reddederler. Bununla da yetinmeyip Tâif’ten ayrılmak üzere yola koyulan Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem ile yanındaki evlatlığını, kabilenin çocuklarından ve ayak takımından oluşan bir güruh eliyle şehir çıkışında hakaretlerle taş yağmuruna tutarlar. Öyle ki Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, sonraki yılların birinde, Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemizin, “Ey Allah’ın Rasulü! Acaba senin başına Uhud gününden daha şiddetlisi geldi mi?” suali üzerine, Tâif’te yaşadığı eziyet, sıkıntı ve üzüntünün, Uhud günlerinde yaşadıklarından daha şiddetli olduğunu söyleyecektir.

Hatırlanacağı gibi Uhud Harbi’nde müşrikler galip gelmiş, içlerinde Hz. Hamza radıyallahu anhın da bulunduğu yetmiş seçkin sahabi şehit düşmüş, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam yaralanmış, müslümanlar kısa süreli de olsa bir ümitsizliğe kapılmışlardı. Rahmet Peygamberi, kendisine bütün bunlardan daha ağır gelen bir muameleyi reva gören Tâif halkına yine de acıyacak, bu yüzden onların gazaba uğramasına razı olmayacaktı.

O’nun örnek tavrı

Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Tâif çıkışındaki nefret sağanağından kurtulup yoldaşıyla Mekke’ye dönerken yaşadıkları bir hadiseyi, yine Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemize şöyle anlatır:

“Dönüş yolundaki Karnü’s-Seâlib’de dinlenip biraz kendime geldiğimde beni gölgeleyen bir bulut içinde, yanındaki başka bir melekle Cebrail’i gördüm. Bana;

– Allah Tealâ sana bu eziyeti yapanlar için nasıl bir ceza istediğini söylemen için benimle birlikte dağlar meleğini gönderdi, dedi.

Cebrail’in sözlerinden sonra dağlar meleği bana selam verdi, çevredeki Ebu Kubeys ve el-Ahmer dağlarını işaret ederek;

– Ey Muhammed! Dilersen şu iki dağı birbirine çarpıp arasındaki Tâiflileri helâk edeyim, dedi.

Ben de, ‘Hayır, ben bunu istemiyorum. Rabbimden, onların sulbünden yalnız kendisine kulluk eden, O’na ortak koşmayan nesiller çıkarmasını istiyorum.’ dedim.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk 7)

Efendimiz aleyhissalâtu vesselam bu öfkeden uzak, bağışlayıcı tavrını hicretin sekizinci senesinde sonuçsuz kalan Tâif kuşatması sırasında da gösterir. Halbuki hakarete uğrayıp taşlandığı olayın üzerinden geçen on yıl içerisinde de Sakif kabilesi, İslâm düşmanlığını artırarak sürdürmüştü. Her defasında Mekkeli müşriklerin safında yer almışlar, fethedilen beldelerden kaçan azılı kâfirlere, Hz. Peygamber sallalahu aleyhi vesellemi ve müslümanları hicveden şairlere sığınak olmuşlardı. Artık bu küfür yuvasını dağıtmak gerekiyordu.

Rasullah sallallahu aleyhi vesellem ordusuyla şehri kuşatıp Tâiflilere teslim çağrısında bulundu. Fakat onlar buna yanaşmadılar. Şehir, aşılması zor müstahkem surlarla çevriliydi. Böyle bir kuşatma için uzun süre yetecek erzak depolamışlardı. Müslümanlar bir aya yakın uğraşmış, surları aşamamışlardı. Haram ayların da yaklaşmasıyla kuşatma kaldırıldı. İslâm mücahitleri dönüş esnasında, çekilen sıkıntıların, verilen şehitlerin acısıyla Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemden Tâiflilere beddua etmesini istediler. Fakat O, ellerini açarak şöyle buyurdu:

“Allahım! Sakîfoğulları’na hidayet nasip eyle! Onları (müslümanlar olarak) bize gönder!” (Tirmizî, Menâkıb, 73)

Öfkeye yenik düşünce

Bu anlattıklarımız elbette Hüzün Senesi’ni bugünle kıyaslamak için değil. Bizim bu sene başından itibaren yaşadıklarımız, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin ve ashab-ı kiram radıyallahu anhümün o sene yaşadıklarıyla kıyaslanamaz. Muradımız, inançsız yahut cahil çevrelerin taşlarına maruz kaldığımızda, nasıl davranacağımızı belirlerken, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu husustaki örnekliğini hatırlatmak. O’nun taş atana adeta gül sunan tavrı yalnızca Tâiflilere mahsus da değil üstelik. Buna benzer başka pek çok örnek var. Uhud’da canına kast ederek kendisine hunharca saldıran, mübarek yüzünü yaralayan, dişini kıran Kureyş müşriklerine, “Allahım, kavmimi bağışla! Onlar bilmiyorlar.” (Müslim, Cihâd 104) diye dua eden de O.

Başta belirttiğimiz gibi günümüzde İslâm’a ve müslümanlara yönelik canımızı sıkan saldırı, hakaret ve iftiralar herkesin kolayca at oynatabildiği kontrolsüz bir alan olduğu için daha ziyade sosyal medya üzerinden yapılıyor. Hamiyyet-i diniyye sâikiyle aynı mecradan bunlara tepki gösteriyor, mukabelede bulunuyoruz. Fakat maalasef bunu yaparken günaha değil de günahkâra karşı hasmane bir tutum sergiliyoruz genellikle.

Çoğu zaman üslubumuza sinen bariz bir öfke, ifade ettiğimiz hakikati perdeleyebiliyor. Cevap yetiştireceğiz, yanlışını anlatacağız diye belki çirkin bir ithamın, bir iftiranın, bir fitnenin daha da yayılmasına âlet oluyoruz. İçimizden de edepsizce hakaretlere yine edep dışı tavırlarla karşılık verenler çıkabiliyor. Cehaleti aşikâr olanlarla, dinimizin aksi yöndeki emir ve tavsiyelerine rağmen faydasız tartışmalara giriyoruz. Bu tartışmalarda haklı çıkmak, karşı tarafı alt etmek adına muhatabın her söz veya davranışını, bazen başka türlü de anlamak mümkünken, zorlama bir gayretle onun küfrüne yahut İslâm düşmanlığına yormayı tercih ediyoruz. Üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmeyi ya da kaş yapma bahanesiyle göz çıkarmayı daha çok seviyoruz sanki.

Daha güzel olanı

Oysa bu meselede de temel ölçülerimizi korumaktan öte bazı incelikleri özellikle gözetmemiz gerekiyor. Bugün bizi ve değerlerimizi taşlayanların büyük kısmı müşrik değil mesela. İtikatlarındaki arızalara, amellerindeki eksikliklere rağmen kendilerini müslüman olarak tanımlıyorlar. Böylelerinin İslâm ahkâmına aykırı düşünce, tutum ve davranışlarını, cehaleti perçinleyen bir eğitim sisteminin, milleti aslî hüviyetinin hilafına dönüştürme uygulamalarının bünyelerde açtığı birer yara gibi görmek lazım. Aslına bakarsanız o yaralardan az veya çok hepimizde var. Yaralarımızı birbirimizi ötekileştirmeye bahane yapmak, daha da azdırmak yerine önce kendi nefsimizden başlayarak sağaltmanın çaresini aramalıyız bu yüzden. Yahut başkalarını gerçekten düzeltmek istiyorsak, bunun sanal ortamlarda değil de gerçek mecralarda, sözle değil hâl ile İslâm’ı yaşayarak olabileceğini kabullenmeliyiz artık.

Elbette şahit olduğumuz her yanlışı, her kötülüğü engellemekle de mükellefiz. Fakat bu mükellefiyetin İslâmî ölçüler çerçevesinde uygun dille bir düzeltme tarzında ifa edilmesi gerekiyor. Böyle olması gerekiyor, zira maksat toplumu korumak kadar o yanlış yahut kötülükleri yapanları da bunlardan arındırmaktır.

Yine de saldırılara misliyle mukabelede bulunmak, hadsizlik yapanlara ölçüler dairesinde haddini bildirmek bir haktır. Fakat bu hakkı kullanmaktan daha güzel olanı, canımız ne kadar çok yanarsa yansın Rasul-i Zîşan aleyhissalâtu vesselamın örnekliğini sürdürmektir. Çünkü O, her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim için “usve-i hasene”dir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy