Aramak

Tavan Arası

İnsan Halleri

Fransız Seyyahın Gözünden Ecdadımız

Ahmet Hamdi Tanpınar, bir sohbet sırasında Yahya Kemal’e, “Viyana kapılarına nasıl dayandık?” diye sorar. “Pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak...” cevabını verir büyük şair.

Bu cevap, ecdadımızın bir ahlâk ve kanaat toplumu olduğunun veciz bir ifadesidir. Bazen çok derin bir hakikat işte böyle basit bir ifade yahut örnekle anlatılıverir. Akılda kalır, asla unutulmaz.

Yahya Kemal’in ne demek istediğini 17. yüzyılda Osmanlı topraklarına gelmiş Fransız seyyah Joseph Pitton de Tournefort’un seyahatnamesinden de anlamak mümkündür. Şöyle yazmış:

“Türkler (Müslüman Osmanlı demek istiyor) kalp temizliğini ve iyi niyeti meslek haline getirmişlerdir. Buna karşılık Rumların imanı uzun süredir kuşkuludur. Onların tarihçilerini okumak yeterli.

Türklerin bütün işlerine sadelik egemendir. Yaşama biçimlerini asla değiştirmezler. Evlerinde büyük şölenler vermelerini beklemeyin, az şeyle memnun olurlar. Mesela bir Türk’ün mutfak masraflarından iflas ettiğini duyamazsınız. Mutfaklarının temeli pirince dayanır. Pirinci üç farklı biçimde pişirirler. Pilav adını verdikleri, kuru ağızda eriyecek kadar yumuşak pirinçtir ve birlikte pişirildiği tavuklardan ve koyun kuyruklarından daha güzeldir. Pilav haşlama suyuyla birlikte kısık ateşte, karıştırmadan tencerenin kapağı kapalı olarak pişirilir. Zira karıştırır ve hava almasına neden olursanız lapalaşır. İkinci yemek lapadır. Bizde olduğu gibi pişirilir, içine haşlama suyu katılır. Bizde lapa kaşıkla yenir, Türklerse pilavı başparmaklarıyla ağızlarına küçük lokmalar halinde sokarlar ve avuçlarının içi tabak görevi yapar. Üçüncüsü çorbadır. Bu, bir çeşit pirinç ezmesidir.”

(Tournefort Seyahatnamesi, Joseph Pitton de Tournefort, Kitapyayınevi, İstanbul, 2013, s.77)

Gül Alır Gül Satarlar

“Gül alırlar gül satarlar, gülden terazi tutarlar / Gülü gül ile tartarlar, çarşı pazarı güldür.”

Ümmî Sinan Halvetî hazretlerine ait bu beyit, müslümanların birbirleri ile irtibatlarını çok yönlü dile getiren bir şaheserdir. Öncelikle “gül” ile başlayalım. Gül, geleneğimizde Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin remizlerinden biridir. Yani edebiyatımızda gül denildiğinde genellikle O kastedilir. Nitekim gülün diğer çiçekler içinde yeri ayrıdır.

Gülün edebiyatımızda remzettiklerinden biri de mürşid-i kâmillerdir. Şemseddin Sivasî hazretleri, tasavvufun âdâp ve erkânı meyanında yazdığı “Gülşenâbâd” adlı güzel mesnevisinde, gülistanın bütün çiçekleri yani müridler gülün güzel kokusuyla mesttir; ondan beslenirler. Şeyh Sadî Şirazî hazretlerinin bir beytinde “bir müddet gülün civarında kaldım, kokum bundan güzel” demesi de aynı inceliğin başka bir güzel ifadesidir.

Yukarıdaki beyitte bir İslâm şehri yahut çarşısı tasvir edilir. Gül alıp gül satılması insanlar arasında Sünnet-i Seniyye üzere bir irtibat, münasebet ve muhabbet bulunduğunu anlatır. Dolayısıyla alışveriş de bu esas üzeredir. Netice olarak da çarşı pazar bir gül bahçesidir.

Bir diğer mana da, Osmanlı toplumunda herkesin bir tekke terbiyesinden geçmiş, mürşid nazarı ile yetişmiş olmasına işarettir. Eskilerin tanıştığı birisine “Hangi bağın gülüsün?” diye sormaları bundandır. “Hangi mürşid-i kâmilin yanında, terbiyesinde yani gülistanında feyz aldın, yetiştin?” diye gayet zârifâne sorulmaktadır. Mürşid-i kâmilin gülistanındaki güzel koku “bû-yı Muhammedî”dir. Çünkü tasavvuf erbabı nisbetini tarikat silsilesi üzerinden Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemden alır. İşte şiirde öz olarak dile gelen hakikat de budur.

Bir Söz

“Tüm bu gayretler ve nefsin zorlanması ahlâkın güzelleştirilmesi içindir. Buna ‘tezhîb-i ahlâk makamı’ denir. Bundan maksat, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” hadis-i şerifinin sırrına ermek içindir.”

Mirza Mazhar Cân-ı Cânân kuddise sırruh

Ayın Kelimesi: Cihad

Dilimizde “cihad, mücahede, mücahid” gibi çokça kullandığımız kelimeler Arapça “cehd” kökünden gelir. Cehd gayret etmek demektir. Cihad ise, İslâm nizâmını yeryüzünde hâkim kılma ve bu nizâmı savunma maksadıyla Hak yolunda verilen her türden mücadelenin adıdır.

Sohbet ve vaazlarda duyduğumuz, kitaplarda okuduğumuz “cihâd-ı asgar” yani “küçük cihad”, kendi nefsiyle savaşmaya nispetle daha kolay sayılan din uğrunda yapılan savaştır. “Cihâd-ı ekber” ise insanın kendi nefsiyle verdiği mücadeledir.

  • Cehd: Çalışıp çabalama, büyük gayret sarfetme, uğraşma.
  • Cehdetmek: Çalışıp çabalamak, uğraşmak.
  • Câhid: Cehdeden, elinden geldiği kadar gayret gösteren, çalışan.
  • Câhide: Câhid kelimesinin kadın ismi olarak kullanılan ve aynı manaya gelen dişil hali.
  • Mücahede: 1. Uğraşma, didinme, mücadele etme. 2. Allah ve din, vatan, millet uğruna savaşma, cihad. 3. Tasavvufta, benlik ve bencillikten kurtulmak, nefsi yenmek için çalışma, uğraşma, mücadele etme.
  • Mücahid: Çalışıp didinen, uğraşan, mücadele ve mücahede eden kimse. 2. Allah yolunda, din, vatan, millet uğruna savaşan, cihad eden kimse. 3. Tasavvufta, nefsiyle mücadele eden, benlik ve bencilliğinden kurtulmaya çalışan kimse.

Bir Tavsiye

Elhamdülillah, Ayasofya-i Kebîr Camii, 86 yıllık fetretten sonra aslına rücû etti. Tarihî bir ana şahitlik ettik. Öyleyse bu tarihî anı çok yönlü bir okuma ile beslemek gerekiyor. Öncelikle İstanbul’un fethine, Fatih Sultan Mehmed Han’a, fetihteki tesiri ile Akşemseddin hazretlerine dair yazı ve kitapları okuyabilir, bu konudaki videoları izleyebilir, nihayet Ayasofya’ya dair yazılara ve yapımlara yönelebiliriz. Bu zaman ve zemin odaklı okuma son derece faydalı bir okuma yöntemidir. Yeni okumalara da kapı aralar. Eğer imkânımız varsa Ayasofya’da bir Cuma yahut vakit namazına çocuklarımızla iştirak edebilirsek, gayretimiz ibadet ve temaşa ile taçlanmış demektir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy