Aramak

Tavan Arası

İnsan Halleri

Rahmânî Koku

İsmini pek duymadığımız Hikmet Birand isimli bir biyolog var. 1904 yılında Karaman’da doğmuş. İlk eğitimini Osmanlı zamanında aldıktan sonra, Cumhuriyet devrinde Almanya’ya biyoloji eğitimi almak için gitmiş. Çocukluk yıllarındaki tabiat aşkı eğitimiyle iyice pekişmiş. Yıllar içinde Türkiye’nin önemli biyologlarından olmuş. Ancak ondan bahsetmemizi sağlayan özelliği başka: Tabiat ve tefekkür...

Hikmet Birand tabiatla, ağaçlarla, çiçeklerle konuşarak yaptığı gezileri dergi ve gazetelerde yazmış. Yıllar içinde bu yazılar ilgi görünce bir araya getirmiş. “Anadolu Manzaraları” ve “Ardıç Ağacı ile Sohbetler” adlı iki benzersiz eser ortaya çıkmış. Hem tabiatını tanıtıp sevdiren hem tefekkür ettiren, Türkçe zevki ile dokunmuş yazıları bir araya getirmiş bu kitaplar. 1972 yılında vefat eden merhumun Ankara’da o yıllarda hiç ev olmayan Keçiören sırtlarında gezerken tutulduğu bir yağmuru anlatışını beraber okuyalım:

“Keçiören bağlarından uçan kağıt parçalarından, az sonra yamacın eteğinden yuvarlanan kuru otlardan fırtınanın yaklaştığını anlıyordum. Tereddüt içinde idim. Hem buradan ayrılmamak, olanı biteni buradan görmek hem de ıslanmadan çabucak yol üstündeki boş bağ evini tutmak istiyordum. Çok geçmedi, fırtına tepeye de ulaştı. Geçen yıldan kalan kuru çakır dikenlerini koparıyor, kâh yuvarlıyor, kâh zıplatıyor, kâh uçuruyor, yamaçtaki çıplak yerlerin ince sağ toprağını çılgınca savuruyor, yamacı insafsızca kısırlaştırıyordu. Keçiören’e doğru uçmak isteyen bir saksağan bile bir türlü ilerleyemiyor, sanki vurulmuş gibi kanatlarını zorla çırpabiliyordu. Çaresiz yolunu değiştirdi, kendini rüzgâra kaptırmıştı.

Artık duramazdım. Zaten bir şey göremezdim. Her yer kararmış, gök kara bir şemsiye olmuştu. İkide bir çakan ve her yeri aydınlatan şimşekler sanki bu koca şemsiyeyi çatır çatır yırtıyorlardı. Hızlı adımlarla keseden inmeye başladım. Geçerken baktım ki küçük çimenlikteki şenlikten de eser kalmamış. Çiçekler de böcekler de yaklaşan afeti sezmişler. Böcekler kaçmışlar, kim bilir hangi kovuğa sığınmışlar. Çiçekler hep kapanmışlar, demin parlak ak ışıkta, açık yeşil görünen çimenler de koyu, donuk bir renk almışlar.

Yamacın eteğine varırken iri, kocaman bir damla alnımı ıslattı. Aman bu ne hoştu, bu büyük sancılarla inleyen göğün doğurduğu ilk rahmet damlası idi. Fakat daha sancısı geçmemiş, ağrıları dinmemişti. Sağa sola, çok yakınlara ateş, korku saçan şimşeklerden sonra işitilen korkunç gürlemeler durmadan artıyor, nur topu damlalar sıklaşıyordu. Ben de onlara adım uyduruyor, adeta koşuyordum. Boş bağ evine yaklaşırken damlalar uzamaya,, ip sicim olmaya başladılar. Toprak ıslanıyor, ıslandıkça kararıyor ve havaya güzel bir koku yayılıyordu. Oh! Bu ne hoş, ne Rahmânî koku idi! Bu cennet kokusu, toprak kokusu idi!” (Hikmet Birand, Anadolu Manzaraları, MEB Yay., İstanbul, 1966, s. 14-15)

Lügatçe

Ayın Kelimesi: Şöhret

Arapça “şehr” kökünden türemiş birçok kelimeyi dilimizde kullanıyoruz. Mesela şehr, şöhret, meşhur gibi. Tanınmak ve bilinmek manasına gelen bu kelimenin dilimizdeki kullanımları ve anlam farklarını da hatırlayalım.

  • Şehr: Otuz günlük zaman dilimi, ay: Şehr-i Gufran, Şehr-i Ramazan gibi. (Dilimizde yerleşim yeri manasındaki şehir kelimesi Farsçadan dilimize geçmiştir. Eski dönemde şehir dendiği gibi, şâr olarak da kullanılmıştır.)
  • Şehîr: Ün kazanmış, namlı, meşhur.
  • Şöhret: 1. Her yerde herkesçe tanınma, meşhurluk, ün, san, nam. 2. Tanınmış, meşhur kimse. 3. Bir kimsenin herkesçe bilinen, onunla meşhur olduğu adı veya lakabı.
  • İştihâr: Meşhur olma, ünü yayılma, nam kazanma, şöhret, nam.
  • Meşher: Sergi, teşhir yeri.
  • Meşhur: 1. Herkesçe bilinen, adı sanı her tarafa yayılmış, ünlü, şöhretli. 2. Ünlü, şöhretli kimse veya şey.
  • Meşhûrât: Herkes tarafından bilinen, doğru olduğu kabul edilen şeyler, kazıyeler.
  • Meşâhir: Sergiler, teşhir yerleri, meşherler.

Bir Söz

“Sıla-yı rahmi kesenden rahmet de kesilir. Onunla oturup kalkan bile bundan etkilenir. Derhal tevbe etmeli ve akrabasını ziyaret etmelidir.”

Ebü’l-Leys Semerkandî kuddise sırruh

Bir Beyit Bir İzah

“Geçmedin tûl-i emelden erdi ömrün âhire / Şîşe-i âmâlini taşa çalıp kırar ölüm.”

Kuddûsî hazretlerine ait bu beyitte, dünyanın fani olduğu ve arzularının da bizimle fenâ bulup gideceği anlatılıyor. Dünya hırsı ve sevgisi insanoğlunun dünyada en çok aldandığı şeydir. Dünya, süsüyle gönlü çeler, insanoğlu ahirete dair işleri erteleyip ona dair arzuları biriktirir. Dünya hayatı sayılı günden ibaret olmasına rağmen, arzular uzun zamana yayılmıştır. İşte buna “tûl-i emel” derler. Bu hal ahlâkı zemîmeden, yani kötü ahlâktandır. Onun karşısındaki ahlâk-ı hamîde olarak zikr-i mevt vardır. Yani ölümü hatırlamak... Çünkü hadis-i şerifte buyrulduğu üzere, ölüm hazları yok eden bir uyarıcıdır. Kuddûsî hazretleri de, insanoğlunun dünya emellerini, beklentilerini bir cam şişeye benzetiyor. Buna da “emeller şişesi” diyor. Bize de “Yaşlandın ama hâlâ yarına dair hayaller, emeller peşindesin. Oysa ölüm gelip, o emellerini biriktirdiğin şişeyi taşa çalıp tuz buz edecek.” diyor. Yani ölümlü olduğunu hatırla, ebediyete çalış, dünyevî arzuları kalpten çıkar diyerek nasihat ediyor.

Bir Tavsiye

Mübarek üç aylara eriştik elhamdülillah. Şimdi bereketlenme vaktidir. Salgın tedbirleri sebebiyle kandilleri camilerimizde idrak ve ihya edemiyoruz. Ancak bu da ele geçmiş bir fırsattır. Miraç ve Berat kandillerini evimizde ibadet ve şükürle idrak edelim. Hatta elinden gelen evde Mevlid de okuyabilir. Evde kandili bir manevi ziyafete dönüştürmek için ince buluşlara başvurabilir, evin en küçük neferine bile yaşatabiliriz.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy