Aramak

TELEFONDAKİ HOCA

Kurban Etini Nasıl Yemeli?

31 Temmuz 2020 günü yani kurban bayramının ilk gününe denk gelen Cuma akşamında köyümüzün en tanınmış hocasına telefonla ulaşıp, bayramını tebrik etmek istediğimizde aramızda şöyle bir muhavere oldu:

– Alo!

– Alo!

– Sesiniz biraz derinden geliyor, yoksa sizi uykudan mı uyandırdım hocam!

– Öyle oldu, biraz geçmişim, buyur!

– Estağfirullah! Iyd-ı şerifiniz mübârek ola! Hayırlar fetholup şerler defola, diyecektim hocam. Hepsi bu.

– Âmin, âmin!

– Sağlığınız sıhhatiniz nasıl? İnşallah âfiyettesinizdir?

– Elhamdülillah, iyidir. Sen nasılsın? sağlığın yerinde mi? Çoluk çocuk nasıllar?

– Elhamdülillah, sağlığımız yerinde. Çok şükür onlar da iyi sayılır. Kurbanımızı da kestik, hatta şu anda kavurmasını da yedik, oh! Çok şükür, daha ne olsun.

– Üçte biri fakir fukaranın hakkıdır, diğer üçte birini eşin dostunla yiyebilirsin, kalan üçte birini de göbeğinizi kaşıya kaşıya kendiniz yiyebilirsiniz.

Sözün burasında zihnim “göbeğini kaşıya kaşıya” tabirine kaydığından biraz duraksadım. Aslında da pek hoş bir manzara hayal ettirmeyen bu deyime, üstelik son zamanlarda daha da nâhoş bir şöhret kazandırıldığını hatırlayarak ister istemez gülümsedim. Ama hocamız bunu hem “tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla” hem de göğsünü gere gere “gönül rahatlığıyla” anlamında kullanıyordu. Ve ekliyordu: “Böylelikle hem herkesin hakkını vermiş olursun hem de seni cimrilikle suçlamak için hazır bekleyenlerin hevesini kursağında bırakmış, şahsiyetini ezdirmemiş olursun.”

Konuşmamız bu yönde gelişirken ben aslında başka bir şey soracaktım.

– Bizim köyde “Allah için kurban, küp için kıyma” diye bir söz duyuyordum. Bilmem siz de duydunuz mu? Ben şahsen aklıma yatıramadım, o nedir? Dinin hükümlerine zarar vermeden bu söz nasıl açıklanabilir, diyecektim.

– Evet! Böyle bir söz var, dedi; ama o söz ruhsattır, takva değildir. Açıkçası mutmainne derecesine varmamış olan nefsin aşağıya doğru çekmesidir. Zaten mutmainne derecesine varmış olan nefs kendi iddialarını terk eder. Allah Tealâ’nın dediğine yani dinin dediğine karşı itirazları bırakıp, O’nun yanında olur. Burada sesini gittikçe yükselterek birkaç kere “Anladın mı?” diye sordu.

– Anladım, dedim. Daha doğrusu inşallah doğru anlamışımdır.

– Aferin, dedi. Akıl da insana bunun için verilmiştir zaten. Yani dinin emirlerini doğru anlamak için. Âlimler fetvalarında insanların maslahatını gözettiklerinden “müftâbih kavil” diyerek ruhsatları öne çıkarmışlardır. Şeriatın hakkını vererek hakikatın keyfini yaşamışlar; kendileri ise azîmetle amel etmişlerdir.

Sözünün tam da burasında aklım telefondan adeta koparak Niyazi-i Mısrî hazretlerinin; “Şeriatın sözleri hakikatsız bilinmez Hakîkatın sırları tarikatsız bulunmaz.” diye başlayan şiirine gitti. Bu beytin epeyce bir arkası var amma bir türlü gelmiyor. Neyse...

Tamam! İyi de, Niyazi-i Mısrî hazretlerinin bir beytini tam da yerinde hatırladım diye şimdi ben de onun bildiklerini bilmiş mi oluyorum? Ne münasebet!

Yaptığım zihnî bir taklitten ibarettir. Bundan öte bir şey olduğunu sanmam düpedüz bir ucubdur. Hatta bunun ucub olup olmadığına tereddüt etmek dahi öyledir!

Söz ipliğinin ucunu kaçırmayalım. Biraz önce geçen “göbeğini kaşıya kaşıya” ifadesi, aslında da pek şık durmuyor ise de bu durum, kurbanının ancak üçte birini yiyen, kalan üçte ikisini fakirlere verip eşe dosta ikram eden kurban sahibinin bu fiilî kahramanlığını da gözden kaçırmamıza sebep olmamalı.

Ben bir yandan bunları düşünürken, cümle aralarında kendisini tasdik yollu söze karışmalarımda kendiliğinden bir yavaşlama ve seyrekleşme olduğunu hisseden muhatabım, telefonun ta öbür ucundan reflekslerimdeki bu gevşemeyi anında fark edip “tamam mı”larını, “anladın mı”larını hem sıklaştırıyor hem de şiddetlendiriyordu. O kaçın kurrasıdır! Dinlemeyle işitme arasındaki mesafeyi elbette biliyordu.

Her ne kadar gerektiğinde ipekler kadar yumuşak olup gönüller almasını, gönüller onarmasını, hatta gönüller okşamasını bilse de suyu, meşrebi biraz serttir. Yani celâllidir. Hepimiz onun sözü dolandırmadan söylediğini, kendi deyişiyle “Elenkilit’den kaya yuvarlar gibi” konuştuğunu bildiğimiz için pek şaşırmazdık. O da anlaşılan; “Budur benim cihanda en beğendiğim meslek Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” diyen şairin mizacındaydı.

Nitekim hem sözlü beyanlarında hem de yayınlanmış kitaplarında Musa aleyhisselâm meşrebinin zor olduğuna, “bir yanağına vururlarsa öbür yanağını çevir” diyen İsa aleyhisselâm meşrebine benzemediğine, Hz. Ömer radıyallahu anhın da Musa aleyhisselâm meşrebinde olduğuna dair uzun açıklamalarına, pek hoşuna gitmese de zorlansa da kendisinin de bu meşrepte bulunduğunu -hadi beyan eden demeyeyim- işaret eden, ima eden birçok ifadelere rastlamak mümkündür.

Bu arada aklıma Ceyhan’ın Gümürdili köyünden Celil amcanın bir sözü geldi. Yaşıyorsa kulakları çınlasın, dünyasını değiştirdiyse Allah rahmet eylesin. Bunu 1973’ten önce Kadirli’de duymuştu: Bir zamanlar o köyde arka arkaya birkaç kişi vefat etmiş. Köyün gençleri, mukallit biri olduğu anlaşılan Celil amcanın karşıdan gelmekte olduğunu görünce ona takılmak istemişler:

– Celil amca, demişler. Biliyorsun köyümüzde falan vardı, geçenlerde rahmetli oldu. Filan vardı, o da hemen onun arkasından vefat etti. Gene biliyorsan fişman vardı; o da onları takip ederek sizlere ömür... Şimdi sen bütün bu olup bitenlere ne diyorsun, diye köyün ölenlerini bir bir sayınca O da ağzındaki baklayı çıkarıvermiş:

– Yahu çocuklar, demiş; bakıyorum da hep iyiler ölüyor, ben de kendimden korkuyorum.

Ben de öyle mi desem, bilmem...

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy