Aramak

Tencere

Bizleri bir “hüzünlü sonbahar”a daha kavuşturan Rabbimize hamdolsun. Biliyorsunuz şiirlerde, filmlerde, elimizde mendille okuduğumuz romanlarda Eylül, Ekim, Kasım ayları hüzün ayları olarak nam salmışlardır.

Şimdi sizler zannediyorsunuz ki sonbaharın adının hüzünle anılma sebebi ağaçlardan nazlı nazlı süzülen sarı yapraklar. Yahut çayırın çimenin o buruk hardal sarı efekti. Ya da köyün zalim ve zengin ağasının kızına vurulup da fakir olduğu için evlenmelerine izin verilmemiş, bu yüzden köyü terk eden fukara çoban gibi bize veda eden yaz mevsiminin boyun büküp bu ellerden çekip gidişi. Hayır efendim, hiç biri değil! Sonbaharın hüzünlü olmasının tek sebebi vardır. O da yaklaşık on sekiz yıldır kucağında sarıp sarmaladıkları yavrucaklarını şehir dışındaki üniversitelere bırakıp gelen anneler!

Bu annelerin evham ve hüzün yoğunlukları öyle fazladır ki, hani sözleşip hepsi aynı gün üzülecek olsalar, yaydıkları negatif enerjiden dolayı hepimiz o gün sebepsiz yere depresyona girebilirdik. Sanırsınız yavrularını yurda kampüse değil de, karlı bir kış günü cami avlusuna bırakmışlar, öyle bir üzülmek! Ama nasıl üzülmesinler ki? Birçoğu ara sıra kuzenlerle geceleme izinleri haricinde evinden başka yerde uyumamış, bir elmayı bile ısırarak yemelerine izin verilmeden her seferinde teker teker dilimleyip odalarına götürülmüş, kanunen reşit sayıldıkları yaşa gelmelerine rağmen analarının gözünde hep bebek kalmışlardır. Babalar duygularını bizlere göre daha içe dönük yaşadıkları için evlat uğurlama seanslarını nispeten daha az zayiatla, gururla ve soğukkanlılıkla atlatırlar. Ama biz annelerde o sahneler tam bir trajediye dönüşür. Hâl böyle olunca da anneliğin yazılımında zaten mevcut olan evham ve senaryo kâbiliyeti de zirveyi zorlar.

Bavuldaki Tarhana

...

– Bu da tamam... Oğlum, gel otur şu bavulun üzerine de fermuarını kavuşturalım.. Tarhanayı koydum mu ben koliye?

– Anne ne tarhanası? Devlet yurdunda kalacağım biliyosun, yurdun yemekhanesinde yemekleri biz pişirmeyeceğiz yani!

– Olsun yavrucuum, rica edersin ordaki aşçılara, senin için az az pişirirler ara sıra. Götürür odanda yersin sıcak sıcak.

– Olur mu öyle şey hanım? Üç bin kişilik yurtta bizim oğlana özel menü çıkarırlar mı?

– Çıkarıverseler noolur ki? Havalar iyice soğudu, rüzgâr esse grip olur bunlar, içiversinler şifa olur. Ellerine mi yapışır canım, onların çocukları yok mu? Turşu da koyuyorum, unutma sakın, ye onu da her gün. Hiii, abinin oyuncak arabasını unuttum kızım, al da gel odasından, hadi annem...

– Anne oyuncak arabamı niye götürüyorum yaa, rezil mi edeceksin beni arkadaşlarıma?

– Niye rezil olasın yavrum, tövbe de, Rabbim rezil olacak şey vermesin! Çocukluğundan beri saklıyosun onu, götür işte. Oraya alışana kadar kendini odanda hissedersin... ay... yok yok, söz verdim kendime, hiç ağlamayacağım dedim... hıyf... Bak bi daha söylüyorum oğlum, arkadaşlarını iyice tanıyıp samimi olana kadar kimsenin verdiği bi şeyi yiyip içme tamam mı annem?

– Olur mu öyle şey hanım, Onlar aynı odada kalacaklar, yeri gelecek kardeşten yakın olacaklar. Daha gitmeden tedirgin etme çocuğu, bırak kendisi ayarlasın ilişkilerini. Delikanlı adam oldu artık!

– Tabi canım, sana kalsa torun torbaya kadar yaşa geldi zaten! Gamsızsın sen gamsız! Avusturalya’ya gitse aklın kalmaz! Tabi, baba olmak kolay. Sen gel bi de bana sor delikanlı adam mıymış, kırklı bebek miymiş... Bebek kokuyo benim oğlum hâlâ. Ay, yok ağlamayacağım tutacağım kendimi. Hırf... hüyf... Koku demişken, lavanta keseleri nerde unutmayalım onları da.

– Yaa, götürmem ben onları anne yaa! Hepsini tüllü keselere koymuşsun, üstlerine de fiyonk bağlamışsın rengârenk gelin çeyizi gibi. İnsan içine çıkaramam ben onları.

– Aaaa, üstüme iyilik sağlık, tövbe de yavrum! Rabbim insan içine çıkmayacak şey vermesin. Kıyafetlerin mis gibi koksun diye yaptım ben onları. Hem ne o öyle çeyiz meyiz lafları? Bana bak yoksa sen şimdiden evlenme meselesine yol mu yapıyosun? Baştan söyleyim, öyle okul bitti evleneyim annecim falan istemiyorum! İşini gücünü askere gitmeden bana evlenmekten bahsetme sakın! Okulu bitireceksin, askere gideceksin... Sonra... Sonra bizim bulacağımız münasip bir hanım kızımızla evlenip dizimin dibinde oturacaksın. Ay yine geldi bak akıyo bak... Tuttum tuttum ama artık tutamıyorum... Hırf... Çocuklarını birlikte büyüteceğiz, hepsinin mürüvvetini birlikte göreceğiz… hüyyyf… sonra onları da böyle okullara yollayacağız inşallah.. Sonra da onların çocuklarını büyütüp onların da böyle okulları için hep birlikte bavullar…

...

Biliyorum hiç kolay değil. Aynı evin içindeyken bile kaç lokma yediğine baktığınız, gece üstünü açıp açmadığını kontrol ettiğiniz, telefonu çalsa acaba kim aradı diye pusuya yattığınız evladınızı gurbete göndermek elbette çok zor. Ama o zorluklar olmadan da pişmiyor insanoğlu.

İnanın bana geçecek bu günler. Hatta öyle günler gelecek ki, o şimdi yurdun kapısına bırakıp döndüğünüz evladınız aynı yurttan ağlayarak ayrılacak mezun olduğu gün inşallah. Sadece biraz sabır.

Birlikte uyuyacağı, ders notlarını, yemeğini, derdini paylaşacağı arkadaşları da birilerinin yavrusu. Hepsinin ailesi sizin gibi ağlayarak yolcu etti. Hepsi aynı endişelerle hazırladı o bavulları. Siz emanetinizi en emin olana teslim edip tevekkül etmeyi deneyin, eminim kalbiniz ferahlayacaktır.

Rabbim hepimizin yavrularını “iyiler”le karşılaştırsın. Onları da bizleri de neslimizi de iki cihanda sâlihlerden ayırmasın.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy