Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun kaleme aldığı “Hikem-i Atâiyye” adlı kıymetli eser, yazıldığı günden bu yana İslâm beldelerinde öylesine sevilmiş ve kabul görmüştür ki üzerine pek çok şerh yapılmıştır. Bu şerhlerden birini de Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh kaleme almıştır. Tefrika halinde sunmaya başladığımız bu değerli şerhin birinci hikmet üzerine yapılan açıklamalarına kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Hikmet: “Günah ve isyan halinde Hak Tealâ’nın rahmetine olan ümidin azalması, amele güvenmenin alametidir.”
Bu hikmet çerçevesinde akla şöyle bir soru gelebilir:
“Allah Tealâ, asi ve günahkârları azap ve ceza ile uyarıyor. Hal böyleyken ve O’nun rahmetine dair ümidimin eksilmesine sebep olacak günahları işlerken, O’nun affına ve ihsanına dair ümidim nasıl eksilmesin? Hem Allah Tealâ da rahmetine nâil olmak için, “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara (müttakilere), zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.” (A‘râf 156) buyurarak iman ve takvayı ön şart olarak sunmaktadır.”
Buna şu şekilde cevap verebiliriz: “Kendisinden, Allah Tealâ’nın af ve keremine dair ümidini muhafaza etmesi istenen asi ve günahkâr kulun bu ümidinin karşılık bulması, ancak tevbe kapısından girmesiyle mümkündür.”
Sapkınlıkları ve günahları hususunda gönlü müsterih halde günahta ısrar eden bir günahkârın, Hak Tealâ’nın rahmet kapısını af ve mağfiretini umarak niyaz ile çalması makul müdür? Elbette hayır! Açıktır ki, meseleye Cenab-ı Hakk’a kulluk cihetinden değil de sadece ahlâk ve insanî hassasiyetler cephesinden yaklaşsak dahi, günahkâr bir kimseden Allah Tealâ’nın af ve mağfiretine dair ümidinin yeşerdiği ölçüde, iyiden iyiye pişmanlık hissedip tevbeye yönelmesi, meşgul olduğu günahları terk hususundaki kararlılığını artırması beklenir.
Bu kimse tevbe ettiği zaman onun tevbesi sâdık tevbedir ve Allah’ın affına dair ümidinin artması icap eder. Yine Kur’an-ı Kerim okuyup şu ayet-i kerime ve benzerleri doğrultusunda da hareket etmelidir: “Onlar, kullarının tevbesini kabul edenin ve sadakaları alanın Allah olduğunu; tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın da Allah olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe 104)
Benzer şekilde tevbe eden kimsenin şu hadis-i kudsîyi de dikkate alması gerekir:
“Bir kul günah işledi ve ‘Ya Rabbi, günahımı bağışla!’ dedi. Allah Tebâreke ve Tealâ da ‘Kulum bir günah işledi ama ardından günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunun farkına vardı’ buyurdu. Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, günahımı bağışla!’ dedi. Allah Tebâreke ve Tealâ da ‘Kulum bir günah işledi ama ardından günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunun farkına vardı’ buyurdu. Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim, beni bağışla!’ dedi. Allah Tealâ da ‘Kulum bir günah işledi ama ardından günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunun farkına vardı. Ey kulum, ne yaptıysan ben seni affettim’ buyurdu.” (Müslim, Tevbe, 5)
Buradan anlaşıldı ki günahkâr kimsenin tevbe etmesi lazımdır. Bu tevbe, onun nefsinde Hakk’ın rahmetine dair yeşeren ümidin beslenip büyümesi için bir vesiledir. Günahlara devam hususunda kararlılık gösteren ve tevbeyi asla hatırına getirmeyen kimse hakkında ise Allah Tealâ’nın affına dair bir ümidin de hatıra gelmesi mümkün değildir.
Amellere güvenmeden
Şimdiye kadar bahsettiklerimizden ve izahlarımızdan da anlaşıldı ki İbn Atâullah kuddise sırruhûnun hikmetinin tam zıddı olan fikir, amele itimada dair delillerin sonuncusudur. Yani bir kimsenin Allah Tealâ’nın fazlına ve mükafatına dair ümidi, sâlih amelini artırdığından artıyorsa bu, o kimsenin Cenab-ı Hakk’ın af ve mağfiretine değil de sâlih ameline güvendiğinin delilidir.
Recânın (ümidin) artması ile sâlih amelin artması arasındaki ilişkinin tehlikesi, şöylece gün yüzüne çıkmaktadır: Bir insan düşünün ki gitgide sâlih ameli, taat ve ibadeti artarken, aynı ölçüde Allah Tealâ’nın cennet vaadine ve alacağı mükafata dair itimadı da artıyor. Çünkü onun kendince ibadet ve mükâfat arasında kurduğu ilişkinin tabii neticesi, onu böyle düşünmeye sevk ediyor. Bu kimse belirli bir aşama kaydettiğini ve geldiği noktada da mutlak surette cennet ehlinden olduğuna, Allah Tealâ’nın vaadettiği nimetlere erişip kendisine ikram edilen kullar arasına girdiğine inanır. Öyle ya, amel ile mükafat arasında kurduğu ilişki bunu gerektirmektedir. Sâlih amelleriyle, kendince zirve olarak gördüğü noktaya eriştiğinde, bütün amellerinin beğenilip kabul olduğunu ve hayatının taat ve ibadet ile baştan başa donandığını, neticesinde de muhakkak cennet ehlinden olduğuna inanması icap eder. Bu ise Allah Tealâ’nın adına konuşma, O’nun adına hüküm vermektir. Oysa Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem ümmetini böyle bir tavırdan şiddetle sakındırmaktadır.
Bu tehlikeli sulardan uzaklaşmanın yegâne yolu Allah Tealâ’nın kulları üzerindeki haklarının taat ve ibadet ile ödenemeyeceğini ve bu hakların bâkî kalacağını bilmekten geçer. Allah Azze ve Celle’nin kulları üzerindeki hakları ibadet ile ödenebilseydi, buna en layık kimseler nebi ve rasuller olurdu. Ne var ki onlardan hiçbiri, Cenab-ı Hakk’ın lütfuna dair ümitlerini taat ve ibadetlerine bağlamış değildi; aksine hepsi Allah Tealâ’nın af ve mağfiretini gözlemekteydi. Nitekim “Halîlü’r-Rahmân: Allah’ın dostu” olan İbrahim aleyhisselam Yüce Mevlâ’nın sâlih kulları mertebesine çıkamadığını düşünerek onların arasında girebilmek muradıyla şöyle niyaz etti: “Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni sâlih kimseler arasına kat.” (Şuarâ 83) O, ayrıca Allah Tealâ’nın af ve mağfiretini de şu cümlelerle gözlüyordu: “Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana babamı ve inananları bağışla.” (İbrâhim 41)
Yine Yusuf aleyhisselam sâlihlerin derecesine nail olmaya kendisini layık görmedi de hakikatte onlardan olmadığını düşünerek, kendisini onların arasına katmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz etti. Şu ayet-i kerimede kendisinden haber verilen o değil mi: “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler topluluğuna dahil et.” (Yûsuf 101)
Şu hadis-i şerif de herkesin malumudur: Rasulullah aleyhissalâtu vesselam;
– Sizi cennete sokacak şey, asla ameliniz değildir, buyurdu. Ashab;
– Seni de mi ey Allah’ın Rasulü, diye sorunca;
– Evet, beni de. Ancak Rabbim beni rahmetiyle kuşatırsa (o vakit cennete girerim), buyurdu. (Müslim, Sıfatü’l-Kıyâme, 20)
Şu halde her kim sâlih amel işlemeye muvaffak olursa, bu Allah Azze ve Celle’ye kul olması sebebiyle Allah Tealâ’nın dünyada ona bolca ihsan ettiği sayısız ve çeşitli nimetler hasebiyle üzerine düşen borcun ancak küçük bir kısmına karşılık gelir.
İnsan, işlemeye muvaffak kılındığı sâlih amellere rağmen Cenab-ı Hakk’ın onun üzerindeki rubûbiyet hakkı ile kendisine dünyada ihsan olunan nimetlerin hakları gibi ağır sorumluluklar yüklenmiştir. Hal böyleyken kul hangi delille ve hangi yüzle bütün bu amellerine mukabil Allah Tealâ’nın ona ebedî cenneti ikram etmesini isteyebilir? Henüz hakkını ödemediği dünyevî nimetlere ek olarak, Allah Tealâ’nın Kur’an’ı Kerim’de vasfettiği ve kendilerinden bahsettiği uhrevî nimetleri nasıl olur da istemeye cüret eder?
Sözün özü; insan, marifetullaha erişip sahibinin Yüce Mevlâ ve kendisinin de ancak O’nun kölesi olduğunu idrak ettikten sonra, Allah Tealâ kendisini mükafatlandırsa da mükafatlandırmasa da kul olması hasebiyle O’na kulluğunu devam ettirmekle mesuldür. Sonra Cenab-ı Hakk’ın fazlından, kerem ve ihsanından olduğunu bilerek O’ndan cennetini istemeli, O’nun azabından ve cehennem ateşinden yine O’na sığınmalıdır. İşte bu, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin dualarındaki niyazıdır.
Kulluk şuuru
Şayet birimiz sadece cennetine nâil olmak için Allah Tealâ’ya kulluğa niyet etse ve sonra da bu ibadetleriyle bahse konu mükafatı elde edemeyeceğinin farkına varsa, ibadetlerden yüz çevirir ve şer’î hükümlere karşı kayıtsız davranmaya başlar, onları yok sayar. Neticede böyle bir kimse Cenab-ı Hakk’ın mizanında kâfir olarak yazılır. Çünkü o, bu tavrıyla Allah Tealâ’nın kulu değil, adeta girmek için kendisine yol aradığı cennetin kulu olduğunu ilan etmektedir.
Bir dem duralım da tevhid şuurunun kendisinde zirveleştiği mümtaz şahsiyetlerinden Râbiatü’l-Adeviyye kuddise sırruhâ hazretlerinin Rabbi’ne şu münacaatını hatırlayalım:
“Allahım! İbadet ettiğim vakit cennetinin arzusuyla ve cehenneminin korkusuyla ibadet ediyor değilim. Biliyorum ki sen kendisine kulluk edilmeye layık Rabbimsin ve bu sebeple sana ibadetle emrolundum.”
Meselelerin özünü kavramaktan uzak zâhir ehlinden kimileri, Râbiatü’l-Adeviyye’nin bu cümlelerinden, onun “Allah’ın sâlih kullarına vaad ettiği cennete tenezzül etmediği” gibi bir düşünce çıkarma gafletine düştü, düşüyor. Bu sebeple de kınayarak ve aleyhinde envai çeşit söz söyleyerek ona dil uzatıyorlar. Halbuki onların yapageldikleri, düşünmeksizin konuşmaktan ve zalimce hüküm vermekten başka bir şey değil. Zira Râbiatü’l-Adeviyye, Allah Tealâ’dan hem cenneti istiyor hem de cehennem ateşinden O’na sığınıyordu. Onun maruz kalacağını düşündüğü akıbetin korkusu ile Cenab-ı Hakk’a yalvar yakar nice niyazı vardır. Yine nice yakarışı vardır ki, Yüce Mevlâ’nın ahiretteki ikramlarının ve cemâlullahı temaşa cennetinin hasretiyle yanıp tutuşur. Ne var ki o bu ikramları ibadetlerinin karşılığı olarak, namazlarının ve haclarının bedeli olarak istemez; Allah Tealâ “Ganî” ve “Kerîm”, kendisi de O’nun cömertliğine muhtaç bir fakir olduğu için ister. Râbiatü’l-Adeviyye’ kuddise sırruhânın taat ve ibadetlerine gelince, bunlar onun için Allah Tealâ’ya yaklaşma vesilesidir. Zira Cenab-ı Hak onun Rabbi, kendisi de O’nun kölesidir. O, Allah Tealâ’ya kul olması hasebiyle borçludur ve bu sebeple ubudiyyeti (kulluğu), onu Yüce Mevlâ’ya ibadete ve rubûbiyyetinin hakimiyeti ve kudreti karşısında boyun eğmeye sevk eder. Onun taati sadece ama sadece kendisi kul ve O da Rabbi olduğu içindir. Rabbi ister ona cennet nimetleri ile ikram etsin, ister onu elîm bir azaba mahkûm eylesin, bunların hiçbiri onun Allah Tealâ’ya olan bağlılığını sarsmaz. O, daima Cenab-ı Hakk’ın mülkündeyken ve bu şuuru muhafaza ediyorken nasıl sarssın ki?
Râbiatü’l-Adeviyye kuddise sırruhânın Allah Tealâ ile ünsiyeti ve münasebeti işte böyleydi. Bu yaklaşıma dair müslümanlardan, “Bu yol yanlış, bu tavır hatalı!” diyebilen birisi varsa, baştan beri zikrettiğimiz bakış açısı onu böyle düşünmeye sevkediyor diyebiliriz. Zira bu düşünce sahibi adeta şöyle demektedir: “Allahım! İbadete layık yegâne ilah olduğun için değil, cennetine girme hırsım sebebiyle sana kulluk ediyorum.” Fâsık da olsa, Allah Tealâ’ya iman ettiğini söyleyen bir kimsenin Yüce Mevlâ’ya böyle edepsizce hitap etmesi mümkün müdür? Asla!
Boyumuzu aşan kusurlarımıza ve bizimle Râbiatü’l-Adeviyye gibi sâlihlerin mertebesi arasındaki uçuruma rağmen, ilahımız, yaratıcımız olan Allah Tealâ’ya, Râbiatü’l-Adeviyye’nin niyazındaki mantıkla niyaz etmekten başka çaremiz de yok. Şöyle dua edelim:
“Allahım! Sen bizim Rabbimizsin ve biz de senin kullarınız. Sana, sadece bizim Rabbimiz olduğun ve biz de senin kulcağızların olduğumuz için ibadet ediyor, emirlerini gücümüz nispetinde yerine getirmeye çalışıyoruz. Biliyoruz ki, senin yolunda ne kadar istikamet üzere olursak olalım, hal ve tavırlarımızdaki kusur ve noksanlardan tamamen kurtulabilecek değiliz. Bu, senin emrine karşı büyüklenmemiz sebebiyle değil, senin bizi ilahî kudretin karşısında zayıf kılman sebebiyledir. Hata, isyan ve günahın her türü ile nasuh tevbelerimizin bunları telafi edeceğini ümit ederek, üstü başı lime lime olmuş fakirler gibi sadece sana muhtaçlığımızla, aciz kulluğumuzla şu dünya hayatından ahirette huzuruna geleceğiz. Şayet, ‘Sizi içerisinde yaşattığım dünyadan bana neyle geldiniz?’ diye sual edersen, her birimiz şu cevabı vereceğiz: ‘Rahmetini umarak geldim, keremini umarak geldim, sadece kulluğumla fakir olarak geldim. Senin huzuruna sermayem olan kulluğumla geldim. Fakat bu kulluğumun cennetine girmeyi temin edeceği ve ihsanlarına nâil kılacağı gibi bir iddiada bulunmaya asla cüret edemem. Zira bunları ancak senin fazlından ve kereminden bilirim, kulluk hususunda bütün gayretimi sarf etmem sebebiyle övünüp böbürlenemem.’”
İşte bu, tevhidin özüdür. Her mümin, bu hususta aklen yakîne eriştikten sonra bahse konu şuur halini gönlünde hâkim kılmakla mesuldür. İbn Atâullah kuddise sırruhûnun, “Günah ve isyan halinde Hak Tealâ’nın rahmetine olan ümidin azalması, amele güvenmenin alametidir” hikmetiyle muradı da işte bu hakikattir.