Aramak

TEVHİD VE MEDENİYET

Tevhid ve medeniyet arasındaki bağ iki asır evvelinden zayıflamaya başladı. Son asırda ise tamamen koptu. Osmanlı “medeniyet” dediği Batı’yı yüceltti. Kendisindeki her kavramın, değerin, güzelliğin Batı medeniyetinde tam karşılığı olduğu zannına kapıldı. Asıl yıkım da bu şekilde oldu.

Hâlbuki gösterişli Batı medeniyeti o sıralarda dünyayı kanla, sömürüyle, kölecilikle yutmaktaydı. Sırada Osmanlı vardı. Osmanlı’da Batı medeniyetine romantik hislerle bakanlar maalesef bu gerçeği göremediler. Batılı kavramları “terakkî, hürriyet, şûra, ilim” diye güzellediler, sonunda Batı ’nın en büyük kurbanı oldular. Bu yıkımla beraber sistemli bir kendini red ve inkâr başladı.

Cumhuriyet döneminde “tevhid” yani kulluk belirleyici kavram olmaktan çıktı. Yapılan onca baskı ve zulüm sadece kulluk bilinciyle oluşmuş kadim şehirleri, medeniyet eserlerini yerle bir etmedi. Aynı zamanda insanların kendilerini ifade ettikleri kavramları da mahvetti.

Muhafazakâr yanılgı

Bu yıkım karşısında muhafazakârlar özür dileyen bir edayla “aslında İslâm da terakkîyi, ilmi, düşünceyi teşvik eder” cinsinden söylemlere yapıştılar. Muhafazakârlık, kulluk ve tevhidden ziyade bu anlayışı meşrulaştırdı. O yüzden muhafazakârlık, özellikle 1950’den sonra açılan alanda ecdadı ölçüsüz övmeye, her şeyini Batı’ya yaslanarak, onu ölçü alarak savunmaya başladı.

Bunun sonucunda “dindar görünümlü” muhafazakârlar ortaya çıktı. Bunlar da Osmanlı’dan ve medeniyetten bahsediyorlardı ama o medeniyetin esası olan tevhidi pek bahis konusu yapmıyorlardı.

Müslümanların bilime katkısı, estetik zevkleri, adalet ve hukuk anlayışı üzerine binlerce kitap ve makale yazıldı. Ama bunların çok azında medeniyetimizin temelinin tevhid olduğu vurgulandı. Bir kısmı “müslüman olan zaten böyle yapar” diyerek kanıksadığı için böyle yaptı. Bir kısmı ise Osmanlı’nın güzel ve doğru yaptıklarının neden öyle olduğu pek kafa yormadı. O yüzden camileri, sebilleri, çeşmeleri, hat sanatını anlatırken de aynen bir Batılı gibi anlattılar. İçinde iman, tevhid, kulluk geçmiyordu.

Bu eserleri yapanların, kullananların, onların da parçası oldukları büyük bütünlüğün, yani İslâm ve Osmanlı medeniyetinin kökü olan kulluğu önemsemiyorlardı. Bunlar kendi şahsî hayatlarında namaz kılan, oruç tutan kişiler olsa bile okumalarında, düşünmelerinde, kavramlarında ve yazmalarında tevhidi göremiyordunuz.

Ülkemizdeki muhafazakârlığın önemli bir dayanağı Cumhuriyet’in toptan Batıcılığına kafa ve kalp olarak bağı olan, ama tevhid medeniyetini bir “nostalji” olarak anmaktan geri duramayan birkaç isimdi. Yahya Kemal ve Ahmed Hamdi Tanpınar bunun örneğidir. Bunlara edebiyat, tasavvuf ve tarih alanında Fuat Köprülü ve Abdülbâki Gölpınarlı gibilerini eklemek gerekir.

Bunlar ve benzerleri dinden, imandan, kulluktan bahsederler ama ne düşüncelerinde ne yorumlarında ne sanatlarında ne de kişisel hayatlarında tevhidin kokusu yoktur. Dayanakları çoğunlukla Fransız ve Alman yazarları, şairleri ve filozoflarıdır. Bir Batılı Osmanlı’da iyi ve güzel şeyler olduğunu söyledi diye Osmanlı’ya itibar gösterirler. Cumhuriyet ideolojisine “Niye öldürdün?” diye sormazlar, “Öldü ama bari hatırasını yaşatalım” derler. “Medeniyet eserlerimiz iman, tevhid, kulluk eserleridir” demezler. Tıpkı bir Oryantalist gibi onlara kabuk olarak bakarlar. Sanat eserlerinde ve tasavvuftaki “tevhid” özünü görmezden gelip Batılı kafaya uygun yorumları onaylarlar. Osmanlı terekesi olan ve düzen için “zülf-i yâre değmeyen” eserler ve kavramlar ile uğraşırlar. Batılı bakış ve teorileri alır, Yunus Emre’ye, Mevlâna’ya bu gözlükle bakarlar.

Bütün bu isimler için medeniyetimiz en fazla “hoş bir hatıra, hoş bir sadâ” olarak geçmişte kalmıştır. O günler gelip geçmiştir. Şimdi Batı vardır. Değerli, güzel ve doğru olan odur. Ona bakmak gerekir.

Madalyonun diğer yüzü

Bunun zıddı olan bir hareket 1960’lardan sonra meydana çıktı. Genel olarak “İslâmcılık” diyebileceğimiz bu akım ise, geçmişi toptan öven muhafazakârlığın aksine geçmişi tümden yeriyordu. İslâm onlara göre hiç doğru anlaşılmamış, hiç doğru yaşanmamıştı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem devrinden günümüze kadar gelen İslâm aklını, kalbini ve zevkini güç odaklı olmakla, yozlaşmakla, çarpıtmakla suçluyorlardı. “Atalar dini” diyerek bu dinî sürekliliğe savaş açmışlardı. Bu kafa karışıklığı içinde Osmanlı’ya da aynen Kemalistler veya Batılılar gibi büyük bir karanlık devir olarak bakıyorlardı.

Onlara göre tevhid önemliydi. Bu kavramı sık kullanıyorlardı. Ama tevhid onlara göre olumsuzlamadan ibaretti. Yani “lâ” deyip duruyorlardı da “illâ” demiyorlardı. Bugüne dek tevhid ehli Allah Tealâ’nın hükümlerine uygun, doğru düzgün bir iş yapmamıştı sanki. O yüzden tevhidin olumlu işler ve eserler ortaya koyabileceğine dair sadece hayalleri vardı. Geçmişte böyle bir şey hiç olmamıştı. Mezhepler, imamlar, ulemâ, tarikatlar, devletler hep bozuktu, yozdu, yanlıştı.

Peki, onlara göre çare neydi? Çare, geçmişi toptan silip yeni bir sayfa açmaktı. Bu görüşlerin çoğu Batılı fikirlerden devşirilmiş görüşlerdi. O yüzden bu harekette tutarlılık olmadığı gibi gerçekçilik de yoktu. Nitekim son asırda bu görüşün ne kadar çürük olduğu siyasette olsun, ticarette olsun ortaya çıktı.

Sloganlarla medeniyet inşa edilemez. Bunu muhafazakâr medeniyetçilerde olduğu kadar kendilerine İslâmcı diyenlerde de gördük. Muhafazakârlar “medeniyet” dediler, “tevhid” demediler; İslâmcılar da “tevhid” dediler, “medeniyet” demediler. Bu dengesizlikten bir denge ortaya elbette çıkamazdı. Çünkü kendisine ve geçmişine bakışta dengesi olmayanın düşüncesinde, işinde ve zevkinde dengesi olamaz. Medeniyet inşası ve ihyasından bahsedenlerin bu dengeyi yaşıyor olmaları gerekir. Yaşamayan yaşatamaz.

İçi boş söylemler

Son zamanlarda “medeniyet” kavramını kullananların sayısı arttı. Caddelere, işyerlerine hatta camilere bile “medeniyet” adı konuluyor. Yani burada da işin ayarı kaçtı. Medeniyet giderek içi boş bir söz haline geldi, yani klişe oldu. Şimdi insanların medeniyete hizmet etmesi isteniyor. Medeniyet dindarlığın hatta dinin eşanlamlısı gibi kullanılıyor. Meselâ “çevreye saygı medeniyetimizin bir gereğidir” deniliyor. Oysa hepimizin bildiği gibi bu dinimizin bir gereğidir.

Batıcılar medeniyeti dinin karşısına koymuşlardı. Şimdi muhafazakârlar dinin yerine koyuyor. Oysa medeniyet kutsal bir kavram değil, kullanışlı bir kavram. Çok büyük insan topluluklarının büyük zaman ve mekân boyutlarında paylaştıkları hayat tarzına verilen bir isim. Batı’da türetilen “civilisation” kavramına, Mustafa Reşid Paşa’nın bulduğu bir karşılık. Ama bizde medeniyet önce Osmanlı’da Batı’nın yüceltilmesinde, Cumhuriyet döneminde ise kutsallaştırılmasında baş rol verilen bir kelime haline geldi. Muhafazakârlar da şu dönemde aynı yolda devam ediyor.

Halbuki mümin için medeniyet bir araçtır, bir amaç değil. Esas olan şey Allah Tealâ’ya kulluktur. Medeniyet diye kulların düşüncesinden, gayretinden, işinden ortaya çıkan güzellikler, doğruluklar ve iyiliklerin bütününe denir. Bizim medeniyetimizin farkı “tevhid”dir. Camiden çeşmeye, cumbalı evden kuş saraylarına kadar medeniyet eserlerimizde tevhidin yansıdığını bilmek başka, geçmişte olan ve bize kalan her şeyin hayırlı ve faziletli olduğunu söylemek başkadır.

Tevhid hikmeti doğurur ve hikmete yaslanır. Hikmet ise her yerde, her şeyde, her andadır. O halde sadece kendi medeniyetimizde değil, her zaman ve her yerde tevhidi görmeye gözümüzü, gönlümüzü ve aklımızı alıştırmalıyız. Hikmet bakışına kavuşursak sadece bizdeki değil herkesteki, sadece kendi ülkemizdeki değil her yerdeki, sadece bizim geçmişimizdeki değil dünya tarihindeki iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı, güzel ve çirkini ayırdetmeye başlarız. Seçtiklerimizi kulluk mayasıyla yoğurarak yeni, özel ve özgün bir medeniyet kurabiliriz.

Kısacası; ancak kulluk ile, kulluğu esas alan bir hayat tarzı ile insanlığın özlediği yeni bir insanî medeniyet doğabilir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy