“Hani bir vakitler, o kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı da, onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında (onlara) tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfâl 30)
Kulluk yolundan sapanlar, nefsine şeytana teslim olanlar hak yolda sebat edenlere düşman oldukları için hak ile bâtıl arasındaki mücadele hep var olmuştur. Kıyamete kadar da devam edecektir.
Bu ayet-i celile, Kureyşliler’in Mekke’de iken Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme kurdukları tuzakları hatırlatmakta ve O’nu müşriklerin tuzağından kurtarıp gâlip kılan Allah Teâlâ’ya şükretmeye çağırmaktadır.
Asiller meclisinde bir yabancı
İbn İshak rahmetullahi aleyh şöyle anlatır:
“Müslümanlara Medine’ye hicret izni verilince birçok müslüman yeni bir vatan edinecek, Ensar’la birleşip bütünleşecek, sığınacak bir yer bulup genişliğe kavuşacaklardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin de Medine’ye giderek müslümanların başına geçmesi, orada kuvvet kazanarak kendilerine zulmeden Mekkelilere karşı savaşması ihtimali Mekke müşriklerini korkuttu. Bu duruma bir çare bulmak üzere derhal Daru’n-Nedve denilen meclislerinde toplandılar.”
Bu vakayı müfessirler şu şekilde nakletmişlerdir:
Dârü’n-Nedve, esas itibariyle bir asiller meclisidir. Kureyşlilerin ileri gelenlerinin yönetimi ve kabile hayatındaki düzen için karşılıklı görüş alışverişinde bulunması amacı ile Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin dördüncü kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb tarafından 440’lı yıllarda kurulmuştur. Her türlü savaş ve barış kararının alındığı, görüşlerin dinlenip hükümlerin belirlendiği bu meclise kırk yaşını geçmiş kabile reisleri katılabilirdi.
İşte Kureyşliler geleneğe uyarak toplanıp Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin durumu hakkında istişare ettiler. Aralarında Ebu Cehil, Ebu Süfyan bin Hâris, Zem’a b. Esved gibi Kureyş’in önde gelenleri vardı.
Mecliste toplanmış, meseleyi konuşmaya başlayacaklardı ki içeriye eski elbiseler içinde bir ihtiyar girdi. Bu gelen İblis idi. Hiçbir şey söylemeden uygun gördüğü bir yere oturuverdi. Geleni garipseyen ve tanımayan oradakiler;
– İhtiyar, sana ne oldu ki iznimizi almadan yanımıza geldin, dediler. İblis;
– Ben Necid halkından biriyim. Mekke’ye geldim, toplantınızı işittim, katılmak istedim. Siz ne güzel yüzlü, ne hoş kokulu insanlarsınız! Meclisinizde bulunup konuşmalarınızı dinlemek, sizden bir güzellik kapmak isterim. Aranızda bulunmamdan hoşlanmazsanız çıkar giderim. Belki benim de söyleyecek bir iki faydalı sözüm olabilir. Nasihatlerimden mahrum kalmayın, diyerek aralarına girdi. “Zaten ben sizin hemşirenizin oğluyum!” diyerek sözünü bitirdi.
En şeytânî plan
Meclistekiler ihtiyarın zararsız biri olduğu kanaatine varıp kalmasında bir sakınca görmediler ve kendi aralarında istişareye başladılar. Söz başlar başlamaz ihtiyar kılıklı şeytan söze girerek;
– Bu adama dikkat edin! Durumunu iyi düşünün! Yakında güçlenerek sizin işlerinize karışmaya başlar, diyerek kıvılcımı ateşledi. Mecliste bulunanlar;
– İhtiyar doğru söylüyor. Hemen bir karara varıp uygulamaya geçelim, dediler.
Önce Lübeyoğulları’ndan Amr b. Hişam söz alıp şöyle dedi:
– Benim görüşüm, onu bir deveye bindirip beldenizden uzaklaştırmak, Mekke dışına çıkarmaktır. Orada ne yaparsa yapsın, size bir zararı dokunmaz. Artık derdi başkasına kalır.
İhtiyar kılıklı İblis;
– Ne kötü fikir! Olmaz! Siz onun yüzünün güzelliğini, lisanının tatlılığını, söyledikleriyle kalplere nasıl tesir ettiğini görmüyor musunuz? Gider başka kavimleri baştan çıkarır, sonra da onları toplayıp gelir, sizinle harp eder, dedi. Orada bulunanlar;
– İhtiyar doğru söylüyor, başka bir fikir düşünelim, dediler. Ebu’l-Buhturî;
– Eğer bana soracak olursanız, onu yakalayıp bağlayın. Bir odaya hapsedin ve bütün giriş çıkışları kapatın. Sadece küçük bir delik bırakıp ona oradan yiyecek içecek uzatın. Ölünceye kadar böyle devam edin, dedi.
Bu sözleri duyan İblis;
– Ne kötü bir görüş! Eğer siz onu bir evde hapsedecek olursanız mutlaka fikirleri o hapsolduğu yerden arkadaşlarına ulaşır ve kavminden silah çekip üstünüze gelenler olur. Sizinle savaşarak onu kurtarırlar. Hatta ben onun sizi buralardan çıkartmayacağına bile emin değilim, diyerek vesvese ateşini harladı. Nihayet Ebu Cehil;
– Benim bir fikrim var. Size öyle bir teklifte bulunacağım ki, aklınız bunu almakta zorlanacak. Bana göre bu mesele ancak şu şekilde sorunsuz halledilebilir:
Kureyş’in her kabilesinden soylu, güçlü kuvvetli birer delikanlı alırsınız ve ellerine birer keskin kılıç verirsiniz. Hepsi bir anda hücum ederler ve onu öldürürler. Böylelikle kanı bütün kabilelere dağılmış olur. Kabilesi Haşimoğulları bütün Kureyş ile savaş yapamaz ya! Şayet kan parası isterlerse de öderiz.
Ebu Cehil sözlerini bitirince o ihtiyar kılıklı İblis aleyhillâne şöyle dedi:
– Bu yiğidin teklifi doğru. İçinizde en isabetli fikir sahibi budur. Benim aklıma da bundan daha isabetlisi gelmiyor.
Böylece Dâru’n-Nedve’de toplananlar, Ebû Cehil’in teklifinde karar kılıp dağıldılar.
İlâhî haber ve tedbir
Bu toplantıdan sonra Cebrâil aleyhisselam indi. Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme Kureyş’in tuzağını haber verdi. O gece yatağında yatmamasını söyleyip Medine’ye hicret etmesi gerektiğini bildirdi. Düşmanlar hazırlıklarını tamamlamış, Kureyş’ten seçilen delikanlılar Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin evinin etrafını kuşatmıştı. Uygun bir vakitte, hepsi birden saldırıya geçeceklerdi.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem durumu görünce Hz. Ali kerremallahu vecheye kendi yatağında uyumasını emretti ve hırkasını işaret ederek şöyle buyurdu:
“Benim şu hırkama sarılıp yat. Onlar sana istemediğin hiçbir şey yapamayacaklar.” (Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl 2/44)
Evin etrafında pusu kuranlar arasında bulunan Ebû Cehil diğerlerini şöyle kışkırtıyordu:
– Muhammed zannediyor ki onun dediklerine uyarsanız, Arapların ve Acemin kralı olacaksınız! Öldükten sonra da Ürdün bağları gibi güzel cennetlere yerleştirileceksiniz! Oysa eğer siz onun dediklerini yapmazsanız sizi kesecek. Sonra da diriltilip ateşe atılacaksınız.
O sırada Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem evinden çıktı. Eline bir avuç toprak aldı ve şöyle buyurdu:
– Evet bunu ben söyledim. Sen de cehenneme gireceklerden birisin! (Kadı Senâullah, et-Tefsîrü’l-Mazharî, 4/57)
Cenâb-ı Rabbu’l-Âlemîn onların gözünü Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemden çevirdiği için hiçbiri O’nu görmedi. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Yâsin-i Şerif’in başından başlayıp mealen: “Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık. Artık göremezler” (Yâsin 9) ayet-i kerimelerini okuyarak üzerlerine toprak serpmeye başladı. Hepsinin başına toprak serpiştirdikten sonra da Hz. Ebubekir radıyallahu anhunun evine doğru yöneldi.
O sırada onlardan olmayan bir adam gelerek pusudakilere “Niye bekliyorsunuz?” diye sordu. Onlar “Muhammed’i beliyoruz.” deyince adam şunları söyledi:
– Vallahi Muhammed çoktan çıkıp yanınızdan geçip gitti. Geçerken de aranızda kafasına toprak serpmediği kimse bırakmadı!
Oradakiler başlarını yokladıklarında bir miktar toprak buldular, ardından telaşla hemen evin içine baktılar.
– İşte Muhammed devamlı giydiği hırkasına bürünmüş uyuyor, dediler.
Sabaha yakın bir vakitte de hep birlikte içeriye dalarak üzerine atladılar. Fakat Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin yatağında Hz. Ali radıyallahu anhuyu görünce çok sinirlendiler. Sonra da öfkeyle homurdanarak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin izini sürmeye başladılar.
Hz. Hüseyin radıyallahu anhunun oğlu Ali rahmetullahi aleyh, bu hadiseye dair şöyle demiştir:
“Allah rızası için canını ortaya koyanların ilki Hz. Ali radıyallahu anhudur.”
Boşa çıkan planlar
Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem, Hazreti Ebubekir radıyallahu anh ile birlikte yola çıkmışlar, Sevr mağarasına varmışlardı. İz süren müşrikler mağaraya vardıklarında girişteki örümcek ağını görünce içeride kimsenin olamayacağını düşünerek oradan ayrıldılar. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ise tedbir gereği orada üç gün bekledikten sonra Medine-i Münevvere’ye doğru yola koyuldu.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye geldikten sonra girişte mealini verdiğimiz ayet-i kerime nâzil oldu. Burada Allah Teâlâ, düşmanlarının kurduğu tuzağı haber vererek Resûlü’nün canının kurtulması ve Medine’ye hicret nimetini hatırlatmaktadır.
Ayet-i kerimede geçen ‘mekr’ kelimesi, gizlice plan hazırlamak, tuzak kurmak demektir. Nitekim meallerde de “tuzak” şeklinde verilmektedir. Birini öldürmek, zarar vermek veya işini bozmak için gizlice çalışmaktır. Öyle ki, kişi bu tuzağı ancak tuzağa düştüğü zaman anlayabilir.
Ayet-i kerimede bildirildiği üzere Mekke müşrikleri Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme tuzak kurmuşlardı. Onların bu tuzaklarına karşılık Cenâb-ı Hak da tuzak kurdu. Önce onlara başarma ümidi verdi, sonra da tuzaklarını boşa çıkardı. Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin hicretini sağlayıverdi. Sonra yine onları ümitlendirerek Bedir’e kadar getirdi. Müslümanları gözlerine az ve zayıf gösterdi. Onlar da hemen saldırıya geçtiler, fakat büyük hezimet yaşadılar.
İsmail Hakkı Bursevî rahmetullahi aleyh, Ruhu’l-Beyan’da şöyle der:
“Halkın bir hilesi vardır, Hakk’ın da bir hilesi vardır. Halkın hilesi acziyetten gelirken, Hakk’ın hilesi hikmet ve kudretten gelir. Halkın hilesi Hâlık’ın hilesine karşı bâtıldır. Hakk’ın hilesi ise daima haktır.”
‘Tuzak kuranların en hayırlısı’
Allah Teâlâ tuzağa karşı tuzak kurar ve O, tuzak kuranların en hayırlısıdır. O’na karşı hiçbir tuzağın hükmü yoktur; hepsini geçersiz kılıverir. Onun tuzağı ise hayırdan ve hikmetten boş değildir. O ancak hak ve adalet olan belayı indirir.
Tuzak kurmasından dolayı Cenâb-ı Hakk’a “mâkir: Tuzak kuran” denilmez. Ayet-i kerimede geçen “Hayrü’l-mâkirin: Tuzak kuranların en hayırlısı” ifadesi mecâzî anlamdadır. Yani Cenâb-ı Allah’ın hâşâ kullar gibi tuzak kurduğunu değil; kendisine, inananlara veya mazlumlara karşı kurulan tuzağı bozduğunu ya da tuzak kuranları cezalandırdığını ifade eder. Yani Türkçedeki deyimle, tuzak kuranı “kendi kazdığı kuyuya” düşürmesi, tuzağı bozmasıdır. Bu da herkes için hayırdır. Hatta tuzak kuranların kendisi için de... Çünkü böylece hadlerini bilecekler, belki bir kısmı hatasını anlayıp tevbe ederek doğruyu bulacaklardır.
Allah Teâlâ tuzak kuranların en hayırlısıdır. Çünkü O’nun tuzağı kötülük ve zarar vermeyi amaç edinen bir tuzak değildir. Bilinmesi mümkün, önüne geçilebilir, engellenebilir de değildir. Akla hayale gelmez yönlerden çevirir; imandan ve doğruluktan ayrılan, küfür ve hileye sapanların belalarını verir.
Bu hakikat doğrultusunda “Allah’ın tuzağı” ifadesindeki “tuzak”, sözlük anlamındaki olumsuz manasıyla değil, kurulmuş tuzağa bir karşılık olmak üzere ve mahiyeti itibarıyla zıt manada kullanılmıştır.
9. asrın meşhur Arap şairi Ebu’l-Aynâ şöyle anlatır:
Benim zalim hasımlarım vardı. Onları Ahmed b. Davud’a şikayet edip dedim ki: “Birleşerek tek bir el gibi oldular.” O da bana şu ayet-i kerime ile cevap verdi:
– “Allah’ın kudreti onların ellerinin üstündedir.” (Fetih 10)
Ben de şöyle dedim:
– Onlar hilekârlar, tuzak kuruyorlar.
Yine bir ayet-i kerime ile şöyle cevap verdi:
– “Kötü tuzak ancak sahibine dolanır.” (Fâtır 43)
Şikayetimde ısrar ederek şöyle dedim:
– Onlar sayıca da çok.
Buna da şu ayet-i kerime ile karşılık verdi:
– “Nice az topluluk Allah’ın izniyle çok topluluğa gâlip gelmiştir.” (Bakara 249)
Allah Teâlâ bütün hükümlerinde adaletlidir; insanın başına gelen ise kendi eliyle işlemiş olduğu günahlar sebebiyledir. Ebu Cehil, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi öldürmek istemiş ama Allah Teâlâ’nın dilemesiyle Bedir’de kendisi ölmüştür. Böylece şerrini bütün müslümanlardan gidermiştir.
Bir müminin, ahlâkını bu ayet-i celilenin terazisine koyup tartması zorunludur. Eğer ahlâkı Peygamber sallallahu aleyhi veselleme tuzak kuranların ahlâkına benziyorsa akıbetinden korkmalı; O’nun ve yolundan gidenlerin ahlâkına benziyorsa Cenâb-ı Hak’tan sırat-ı müstakim üzere istikrar niyaz etmelidir.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.
Faydalanılan Kaynaklar
(Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; İbn İshâk, es-Sîre; Taberî, Câmiu’l-Beyân; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve; Abdulkerim el- Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Zemahşerî, El-Keşşâf; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Kurtubî, El-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’an; Kadı Beydavi, Envarü’t-Tenzil Ve Esrârü’t-Tevil; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri; Mahmud Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân; Diyanet İslam Ansiklopedisi.)