Haset, suizan ve eşyaya uğursuzluk atfetmek insanoğlunun bir türlü kurtulamadığı, huzuru kaçıran ve günaha sürükleyen üç kötü huydur. İnsanın tabiatında var olan ve onunla birlikte yaşayan bu huylar kin, nefret, hırs, kibir, öfke ve düşmanlık gibi birçok afetin de başlangıcı veya sebebi sayılır. Abdullah b. Abbas radıyallahu anhumâdanrivayet edildiği üzere Hz. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuşlar - dır: “Her müminin –kalbinde- suizan, haset ve uğursuz sayma illeti vardır. Hasetten kurtuluşu, kardeşi için sıkıntı verecek bir şeyi istememe - sine; suizandan kurtuluşu, onun aleyhinde bir söz söylememesine; uğursuz sayma illetinden kurtuluşu ise o şeye itibar etmeyip ihtiyacı neyse işini sürdürmesine bağlıdır.” [Bahrü’l-Fevâid, (34), 1/133; el-Ezdî, el-Cami’, (19504) 10/403; el-Beyhakî, Sünen, Şuabu’l-İman, (1173), 2/63; el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 6/4999] Haset, suizan ve eşyaya uğursuzluk atfetmek insanoğlunun bir türlü kurtulamadığı, huzuru ve günaha sürükleyen üç kötü huydur. İnsanın tabiatında var olan ve onunla birlikte yaşayan bu huylar kin, nefret, hırs, kibir, öfke ve düşmanlık gibi birçok afetin de başlangıcı veya sebebi sayılır. Önce kişinin kendisine, sonra çevreye zarar verir. Hadis-i şerif bu yakıcı huyları iyice tutuşup felakete dönüşmeden söndürmenin ya da kontrol altına almanın gerekliliğinden bahset - tir. Herkesin derecesine göre İmam Kelâbâzî rahmetullahi aleyh, hadis-i şerifi diğer rivayetleriyle birlikte değerlendirir ve şu açıklamayı yapar: “Müminler dinî hassasiyetleri bakımından birbirinden farklı; takva, teslimiyet ve Allah Tealâ’ya yakınlık hususunda seviyeleri, hal ve makamları değişiktir. Kiminin teslimiyeti tam, kiminin orta, kiminin zayıf, kiminin ise çok düşüktür. Teslimiyet derecesine göre hayatın anlamı, bakış açısı değişmekte, takva seviye - leri farklılaşmaktadır. İman ve onun bir neticesi olan teslimiyet yahut takva hangi seviyede olursa olsun hadis-i şerifin beyanına göre her mümin tabiatı gereği bu huylara maruz ve sürekli bunlarla imtihan halindedir. Ancak imtihanın şiddeti, süresi ve neticesi, teslimiyette olduğu gibi müminin hal ve konumuna göre değişir; farklı anlam ve seviyelerle ifade edilir ve değerlendirilir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin hadis-i şerifte işaret ettiği, sakınılmasını ve te- davi edilmesini emrettiği hastalıklar genellikle avamın, orta halli müminlerin müptela olduğu hastalıklardır. Din kardeşine haset etmek, hakkında suizan beslemek, herhangi bir işi, eşyayı yahut zamanı uğursuz saymak sırakaçıran dan insanların düştüğü hastalıklardır. Bunlar kalpleri bozar ve amelleri ifsat eder. Efendimiz sallalahu aleyhi vesellem bu hastalıklara işaret etmiş ve çarelerini de ayrıca göstermiştir. Diğer taraftan nefsleri tezkiye olmuş, hal ve makamları yüksek hakikat erleri için bu özellikler farklı şekilde işler. Onlar için her üç özellik birer haslete dönüşür; fazilet, takva ve hayır işlerde yapılanla yetinmeyip daha fazmektedir. lasını istemek anlamına gelir. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğu gibi: “İki kişiye haset edilebilir: Biri, Allah Tealâ’nın kendisine verdiği malı sürekli infak eden kimse, diğeri de Allah'ın kendisine nasip ettiği Kur’an ilmi ile gece gündüz amel eden kimsedir.” [Buhârî, Tevhid, (7091); Müslim, Salâtü’l-Müsafir, (815)] Şu halde havas ehlinin hasedi iyilik, hayır ve ulvî değerlere gıpta etmek, kıskanmak anla- mındadır. Suizanları, daima nefsini kusurlu, yapılan amelleri eksik görüp kabul edilmedi endişesiyle hareket etmektir. Uğursuz saymadüşükleri ise –aşağıda değinileceği üzere- dünya nimetleri ve onlara yaklaşımla ilişkilidir ki, Cenâb-ı Allah’ı anmaktan alıkoyan her şey onların nazarında uğursuz ve sakıncalı sayıl- mıştır.” (Kelâbâzî, Bahrü'l-Fevâid, 1/133-134) Manen seçkin kişilerin tavrı ideal ve örnek alınması gereken bir hal olmakla birlikte hadis-i şerifin ilk anlamı hayatın gerçeklerine daha yakındır. Buradaki tavsiyelerin uygu- lanmasıyla sıradan müslümanların kişisel ve sosyal ilişkilerinde birçok yanlışın düzeleceği açıktır. Nitekim hadis-i şerifin işaret ettiği husus- lardan biri de insanın tabiatında var olan bu huyların kontrol edilebilir, yönetilebilir olduğu- dur. Bunu gerçekleştirmenin en sağlıklı yolu sünnet-i seniyyeye uygun yaşamak ve yaşa- yanlarla beraber olmaktır. Bu aynı zamanda ilim ve onunla amel demektir. Çünkü nefsin arızaları, manevi kalp hastalıkları ancak bu şekilde bilinir ve tedavi edilir. Haset nedir? Haset, başkasının elindeki nimetin gitmesini, onun sıkıntıya düşmesini istemektir. Hâsid (hasetçi)kimse başkalarının sevinmesini iste- mez, onların sevincine üzülür, sıkıntıya düşme- lerine ise sevinir. Başkalarından kasıt yabancı yahut uzaktakiler değil, yakında olan insanlardır. Din kardeşi, komşusu yahut akrabalar... Maalesef insan genellikle gözü önünde olan, gündelik hayatında görüp konuştuğu, iletişim kurduğu kimselere karşı hassastır ve zararı önce onlara dokunur. Haset ve suizandan, kusur görmekten bir türlü kendini alıkoyamaz. Bu, dinimizin emrettiği kardeşlik, sıla-i rahim ve adalet ilkelerine aykırı; ilişkileri bozan, dinen sakıncalı ve günaha sebebiyet veren kötü bir huydur. Hâsid kimse kime ve niçin haset ettiğini bilir. İmam Kelâbâzî rahmetullahi aleyh bu hali kalbin zayıflığına, kaza ve kaderin inceliğini bilmemeye, Allah Tealâ’nın kullarına takdir buyurduğu nimetin hikmetine vâkıf olamamaalınmaya bağlar. Haset eden kişi gerçekten Allah Tealâ’nın takdirine ve inayetine teslimiyet gösdaha termiş olsa bu yanlışa düşmez, aksine kendi nefsinden ziyade kardeşinin iyiliğini düşünür, sevincine ortak olur, nimetin devamını dilerdi. (Bahrü’l-Fevâid, 1/163) Cenâb-ı Allah mealen şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini araların- da biz paylaştırdık. Bir kısmı bir kısmını hizmet- kâr edinsin (yanında çalıştırsın) diye kimilerini kimilerinin üstünde derecelerle yükselttik. Rabbinin rahmeti ise biriktirmekte oldukları şeylerden hayırlıdır.” (Zuhruf 32) Haset, sağlıklı düşünmeye ve doğru karar vermeye engeldir. Kötü bir huy olarak başka kimseye değil, sadece sahibine zarar verir. An- cak gerçek şu ki bu hastalık sadece sahibine yaşattığı rahatsızlıkla kalmaz, günaha ve çirkin işlere sürükler. İşte İblis, Âdem aleyhisselâma hasedi yüzünden ilâhî buyruğa karşı gelmiş ve dergâh-ı ilâhîden kovulmuştur. (Bkz. Bakara 34) Hasedin ilacı, önce hastalığın fark edilmesi ve tehlikelerinden sakınılmasıdır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ifadesiyle kişinin haset ettiği kimsenin kendi din kardeşi olduğu bilincine varması ve onu incitecek en ufak bir kötülüğü dahi istememesidir. Kötü zan ve uğursuzluk Suizan, başkası hakkında kötü düşünmek, sebepsiz yere kalben yargılamaktır. İrfan ehli zâtlar suizannı "kalbin gıybeti" olarak tanımlar. (Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, 2/371). Bunun alttaki sebebi haset, kibir ve cehalettir. Kişi sevmedi- ği, haset ettiği kimsenin iyiliklerini dahi kusur olarak görür. İmam Şâfiî rahmetullahi aleyh der ki: “Rıza gözü ayıplara kördür. Kem göz ise kusurdan gayrı bir şey görmez.” (el-Mâverdî, Edebü’d-Dünya ve’d-Din, s.10) Üzerine vazife olmadığı halde başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak hasta ruhlu kimsele- özelliğidir. Suizan sadece zan olarak kalsa dahi dinen yasaklanmıştır. Çünkü hasette olduğu gibi bir süre sonra sahibini dedikodu, gıybet , tecessüs, insanların özelini araştırmak gibi fenalıklara sürükler ki her birinin günahı ilkinden daha vahimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak mealen şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, zannın çoğundan sakının! Şüphesiz ki zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Bir kısmınız diğer bir kısmınızın gıybetini yapmasın. Sizden bir kimse ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah'tan sakı- nın! Şüphe yok ki Allah tevbeleri kabul eden ve çok merhamet edendir.” (Hucurât 12) Suizannın ilacı, hadis-i şerifte buyurulduğu gibi müslümanın kardeşine karşı beslediği kötü düşünceleri kalbinden çıkarması, bu düşüncelerin peşine düşmemesidir. Bunun yerine kendi kusur ve ayıplarını araştırıp onlar- la mücadele etmesidir. Bir şeylere uğursuzluk atfetmek dinen yanlış, inanç ve teslimiyete aykırıdır. Yaratılmış bir şeyi hakir görmek veya ona tabiatüstü özellik yüklemek anlamına gelir ki ikisi de dinen sa- kıncalıdır. Çünkü bir şeyi uğurlu ya da uğursuz saymak, bir anlamda o husustaki tesiri o şeye bağlamaktır. Halbuki inancımızda her şeyin tek yaratıcısı ve tasarruf sahibi Allah Tealâ’dır. O’nun irade ve takdirinin dışında canlı veya cansız hiçbir şey ne fayda ne de zarar verir. Cahiliye döneminde uğur ve uğursuzluk inancı ve fal hayli yaygındı. İnsanlar bazı varlıklara, zamanlara ve mekânlara uğur ve uğursuzluk atfediyor, günlük tutum ve davranışlarını ona göre düzenliyordu. İslâm'la birlikte bu bâtıl inanç, tutum ve davranışlar terkedilmiştir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem her mürin nasebette insanları bu tür düşünce ve davradanışlardan uzaklaştırmaya çalışmış, nesnelerde uğursuzluğun olmadığını, uğursuzluğa inanmanın şirk olduğunu ifade etmişlerdir. [Bkz. Ebu Davud, et-Tıb, (3910)] Bir şeyleri uğursuz saymak tevekkül ve tevessül ilkelerine de aykırıdır. İnsanı karamsar- lığa, atalete sürükler. Sebeplere sarılmasına, sorumluluklarını yerine getirmesine engeldir. Ayrıca neyin iyi neyin kötü, neyin uğurlu ya da uğursuz olduğu akıl, sezgi yahut adetlere göre değil şer’i şerife göre belirlenir. Dolayısıyla yaratılmış bir şeye "kendiliğinden tesir edici" anlamında uğur veya uğursuzluk yüklemek yanlıştır. Dünya ve içindekiler birer imtihan vesilesidir. Doğru ve faydalı işlerde kullanılıyorsa hayırlı ve uğurlu, yanlış ve zararlı işe vesile oluyorsa şerli ve uğursuzdur. Yukarıda ifade edildiği üzere asıl belirleyici olan insanın tutumu ve yaklaşımıdır. Kulu Rabbi'ne yaklaştıran her şey hayırdır ve uğurludur. O’nu anmaktan uzaklaştıran, güna- ha sevk eden her şey de hayırsız ve uğuryüklemek suzdur. Çünkü kulun dünya ve ukba saadeti Cenâb-ı Allah’ın inayetiyle kendi yaklaşımına bağlıdır. Ebu Süleyman ed-Dârânî rahmetulla- hi aleyh bu hususu şöyle ifade etmiştir: "Seni Allah Tealâ'dan alıkoyan her şey uğursuzluk- tur." (Serrâc, el-Luma, 71)