Aramak

Üstünlük ve İtibar Düşkünlüğü

Başkalarından yukarıda, daha itibarlı, sözü dinlenen biri olma isteği insanın tabiatında var. Ve fakat bu isteğin, kötülüğü emreden nefsin diğer özellikleri gibi terbiye edilmesi gerektiği de dinde sabit. Pek çok ayet-i kerime, hadis-i şerif ve âlimlerimiz bu hususta müminleri ısrarla uyarıyor. Diğer taraftan bugünün dünyasında üstünlük ve itibar bir hedef olarak gösteriliyor. Hâkim kültür, toplum, eğitim sistemi, sanal iletişim ağları makam ve itibarı “başarı”nın ta kendisi olarak görüyor. Meselenin özünü, sınırlarını, tuzaklarını İmam Gazalî rahmetullahi aleyhin Kimyâ-yı Saâdet’inden uyarlayarak sunuyoruz.

Zenginlik mala mülke sahip olmak, ona dilediğince hükmetmektir. Gösteriş yapmanın ve makam sahibi olmanın anlamı da insanların kalplerine hükmetmektir. Yani onları yönlendirmek, emri altına almak, kalplerine tesir etmektir. Kalp bir kimsenin emrinde olunca, beden ve sahip olunan mal mülk de ona uyar.

Kalp iyice inanmadıkça bir kimseye teslim olmaz. Teslim olunan kişi; azameti, kemâli, ilim, ibadet, güzel ahlâk, kuvvet ya da insanların büyük bildiği bir şey sebebi ile başkasının kalbinde yer edinir. Kişi buna inanınca, kalbi böyle bir kimsenin emrine girer ve isteyerek ona itaat eder. Onu dil ile över durur, bedeniyle hizmetinde bulunur. Bir kölenin efendisinin yönlendirmesinde ve emrinde olması gibi onun emrine girer, malını ona feda eder. Hatta kölenin emir altına girmesi zorla olurken, bunlarınki kendi istek ve iradeleriyle gerçekleşir.

Zenginlik ve itibar: Benzerlikler, farklılıklar

Kısaca, mal sahibi olmanın anlamı mala ve mülke mâlik olmaktır. İtibar sahibi olmanın manası ise insanların kalbine sahip olmaktır. İtibar, üç sebepten dolayı insanların gözünde maldan önemlidir:

  • Malın mülkün sevilmesi, bütün ihtiyaçların onunla elde edilmesindendir. Makam da böyledir. Hatta makam elde edilince servet kazanmak da kolay olur. Fakat cimri bir kimse mal ile makam elde edeyim derse, bu oldukça zordur.
  • Malın bir sebeple yok olması veya çalınması, bitme korkusu vardır. İnsanların nazarında makam ve itibar sahibi olmada ise bunlar yoktur.
  • Mal, ticaret ya da çiftçilik, sanayi gibi bir üretim yapmadan çoğalmaz. Makam ise insanların kalbine sirayet eder, zahmetsiz artar. Çünkü kalbi sana bağlanan kimse dünyayı gezip seni över. Başkaları onu dinleyince seni görmeden, seninle görüşmeden kalpleri sana bağlanır. Makam sahibi kimse ne kadar çok meşhur olursa, itibarı da o denli artar ve kendisine tâbi olanlar da o ölçüde çoğalır. O halde makam mevki ve malın talep edilmesi, ihtiyaçların görülmesine vesile oldukları içindir.

Üstünlük isteğinin iyisi kötüsü

Diğer taraftan, insanın yaratılışında hiçbir zaman gidemeyeceği yerlerde dahi isminin, öneminin anlatılması, bilinmesi isteği vardır. Bunun gibi bütün dünyaya sahip olmayı da ister. Her ne kadar o yerlere gitmesi imkânsız da olsa, ömrü boyunca buna ihtiyacı olmayacağını da bilse, bütün dünyanın kendisinin malı olmasını arzular.

Eğer bir kimse, “Üstünlük ve insanları yönlendirme gücünü istemek insanın tabiatıdır. Bu yönlendirme gücü (yani bir anlamda rubûbiyet) ise ilim ve kudretten başka bir şeyle olmaz. İlim öğrenmek bir üstünlüktür ve makbul görülmüştür. Şu halde makam ve mal istemek de makbul olur. Çünkü bu da kudreti talep etmektir. Kudret ise üstünlüktür ve ilim gibi Allah Tealâ’nın sıfatlarındandır. Kul ne kadar kâmil olursa, o kadar Allah Tealâ’ya yakın olur” derse, cevabında şunu söyleriz:

İlim ve kudretin ikisi de kemâldir ve rubûbiyet sıfatlarındandır. Fakat insana ilim tahsil etme ruhsatı verilmişken sırf gücün peşine düşme ruhsatı verilmemiştir. İlim, hakiki manada elde edilmesi mümkün olan bir üstünlüktür; insan için kalıcı olabilir. Fakat gerçek ve mutlak güce erişmek mümkün olmadığı halde insan güçlü olduğunu zanneder. Güç kişide kalıcı olmaz. Mala ve insanlara bağlı olduğu için ya bir sebeple daha dünyada iken ya da mutlaka ölümle son bulur. Ölümle biten şeyler ise devam eden sâlih işlerden olmaz ve buna kavuşmak için vakit harcamak cahillik olur.

İlimden maksat değişen ve fânî olan şeylerle ilgili ilim değildir. Maksat, ezelî ve devam eden sâlih amellerden olan ilimdir. Bu ilim ezelî ve ebedî olan Cenab-ı Hak’tandır; O’nda ise değişiklik olmaz. Öyleyse kişi ezelî olanları ne kadar iyi bilirse Allah Tealâ’ya o kadar yakın olur. O halde insan için ilmin hakikati vardır, gücün ise yoktur.

Fakat gücün bir türü vardır ki, o ebedî faydalar arasındadır. Bu, nefsin isteklerinin bağından kurtulup özgür olma gücüdür. Çünkü isteklerinin kölesi olan her insan başkasına muhtaçtır. Bu da noksanlıktır. O halde ihtiyaçlardan kurtulmak ve nefsin isteklerine hâkim olmak bir kemâl ve üstünlüktür. Bu kemâl Allah Tealâ’nın ve meleklerin sıfatlarına yakındır. Kişi bu yüzden değişmekten, bozulmaktan ve muhtaç olmaktan uzak olur. İnsan değişme ve muhtaçlıktan ne denli uzak olursa, o kadar meleklere benzer.

Demek ki tamlık, hakikatte ilim ve irfanla, sonra da hürriyet ve nefsin isteklerinden kurtulmakla oluyor. Bununla beraber mal ve makam bir üstünlük gibi görünür, fakat değildirler. Çünkü ölümden sonra devam etmezler.

Kısaca, insanlar tam olmayı yani kemâli istemeyebilir, hatta belki de bununla emrolunmuşlardır. Fakat gerçek tamlığı isteme hususunda cahildirler. Hepsi de sahte kemâle sırtlarını dayamışlardır; bu da büyük bir ziyandır.

Yetecek kadar makam

Makam, mal mülk gibidir. Nasıl ki bunlar tamamen kötü değildir; yeterli miktarda olduğu takdirde ahiret azığı oluyor; fazla olduğunda ise kalbi meşgul ederek ahiret yolunu kesiyorsa, makam da böyledir. Makam da yetecek miktarda olursa zararlı değil, belki faydalı hale gelir. Çünkü insana gerektiğinde yardım edecek yoldaş, zalimlerin şerrine karşı destek olacak bir kapı gereklidir. O halde insanın bunların yanında itibarlı olması gerekir ki kalp huzuru temin edilsin. Bu maksadı elde edecek kadar itibar istemek doğrudur.

Nitekim Hz. Yusuf aleyhisselam şöyle demiştir: “Yusuf dedi ki: Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yûsuf 55)

Bu şuna benzer: Üstadın kalbinde talebesinin kıymeti olmaz ise onun durumuna göre ders anlatmaz; talebenin kalbinde de üstadının kıymeti olmazsa ondan ders öğrenmez. O halde yetecek ölçüde itibar, yetecek kadar mal gibi mübahtır.

Makam ve itibar dört yolla talep edilebilir ki bunların ikisi haram, ikisi ise mübahtır.

Haram olan yollardan biri, itibara layık olduğunu göstermek için ibadeti açık etmektir ki bu riyadır. İbadet sadece Cenab-ı Hak için yapılır; makam, itibar elde etmek için yapılırsa haramdır.

Diğeri ise kişinin olduğu gibi görünmeyip, kendisinde bulunmayan meziyetleri var gibi göstermesidir. Mesela birilerinin yalan yere, “Ben seyyidim, soyum filan yerden geliyor ya da şu şu işleri iyi bilirim!” demesi gibi... Bu, hile ile kazanç elde etmek gibidir.

Mübah olan iki yola gelince: Bunlardan biri, hile ve iki yüzlülüğe başvurmadan itibar talebinde bulunmaktır. Diğeri de kişinin itibar sahibi olmak için günahını gizlemesidir. Çünkü aksi takdirde din ya da dünya büyüğünün katında rütbe ve itibar sahibi olamayacaktır. Buna ruhsat vardır. Fakat kişinin bunları gizlemesi, kendisini âbid ve zâhid olarak tanıtmak için olmamalıdır.

Makam sevgisinin ilacı

Makam sevgisi kalbi etkisi altına alınca hastalık haline gelir ve tedavi edilmesi gerekir. Çünkü bu sevgi mal mülk sevgisi gibi sahibini ikiyüzlülüğe, riyakârlığa, yalana, hileye, düşmanlığa, hasede, bencilliğe ve günaha götürür. Hatta servet sevgisinden de fena hale düşürür. Çünkü makam ve itibar isteği insanda daha baskındır.

Bir kimse mal ile makam ve itibarı dinî hayatının selametine yetecek kadar elde ederse ve bunda taşkınlık yapmazsa, hasta değildir. Çünkü hakikatte mal ve makamı değil, dinî bakımdan rahatlığı sevmiş olur.

Fakat makam ve itibarı insanların daima kendisini dinlemeleri, ona uymaları, inanmaları, her durumda kendisinden bahsetmeleri için isteyen kişi, bu hastalığını tedavisi için belli manevi ilaçları kullanmalıdır. Böyle birinin bu hallerden kurtulmak için tedavi görmesi farzdır. Bu ilaçlar da bilgi ve belli uygulamalardır.

Bilgi ilacı: Bu, makam ve itibar sahibi olmanın kişinin dünyasına ve dinine zararlarını düşünmekle olur. Dünyadaki zararı, kişinin daima itibar ve prestij için insanlara uymaya ve kalplerini kazanmaya çabalayıp, sıkıntı ve eziyet içinde kalmasıdır. Böyle birisi beklediği itibarı elde edemeyince küçük düşer. Elde ederse de fazlasını ister, haset eder. Böylece sıkıntıya, rekabete ve düşmanlığa düçar olur, düşmanlarının niyetlerini bozmaya uğraşır. Onların hile ve düşmanlıklarından kurtulamaz. Bu rekabette yenilirse zillete düşer; galip gelirse de devamlı olmaz.

Çünkü insanlar üzerinde etki, onların gönlünü almaya, gözüne girmeye bağlıdır. İnsanların gönlü ise çabuk değişir ve deniz dalgası gibi kabarıp söner. Kalplerine gelen kötü bir düşünce ile değişiverir. Hele bağlı bulunduğu otorite tarafından azledilme ihtimali bulunanlar her an risk altındadır. Çünkü üst makamın aklına düşen bir gerekçe ile görevden alınıverir, itibarı da söner gider

O halde makam ve itibar sevgisi dünyada da ahirette de insana sıkıntı verir. Bunun peşine düşenler ise dar görüşlü olanlardır. Basireti yüksek kimse, yeryüzü doğudan batıya kadar kendisine verilse, rahatlık ve huzur içinde olsa, hatta bütün insanlar önünde eğilse, yine de bunlar için sevinmemesi gerektiğini bilir. Çünkü kısa bir zaman sonra ne kendisi kalacaktır ne de önünde eğilenler... Bir gün, artık isimleri unutulmuş o eski hükümdarlar gibi olacak.

Bunlara aldanan biri, şu birkaç günlük padişahlık için ebedî sultanlığı kaybetmiş olur. Çünkü kalbini makama bağlayanın kalbinden Allah Tealâ’nın sevgisi gider. Ahiret âlemi yolcusunun kalbinde O’nun sevgisinden başka bir şey hâkim olursa azabı uzun sürer. İşte ilim ilacı bunları bilmek ve üzerinde tefekkür etmektir.

Uygulama ilacı: Bu ilaç iki türlüdür:

  • Makam sahibi kimse eğer meşhur ise tanındığı o ortamdan uzaklaşmalıdır. Bu kendisi için en iyisidir. Makamı gerçekten terk etmenin alameti, insanlar kendisi için kötü konuştuklarında kalbinde bir sıkıntı duymamasıdır. Ona bir kusur isnat ettiklerinde, baştanbaşa yalan bile olsa, bunu düzeltmek için çabalar ve insanların nazarında kendisini aklamaya çalışırsa bu, makam sevgisinin hâlâ kalbinde kaldığını gösterir.
  • Melâmet yolunu tutup, kendisini insanların gözünden düşürecek işler yapmaktır. Bu gözden düşürme haram işler yapmak anlamında değildir. Nitekim bazı ahmak kimseler, her türlü fesadı çıkarıp kendilerine melâmî diyorlar.

Sultanlardan biri, zâhidlerden birini ziyarete niyet etti. Zâhid sultanın yaklaştığını öğrenince, yiyecek sebze istedi. İştahla ve büyük lokmalarla yemeye başladı. Sultan onu bu halde görünce geri döndü. Bunu gören zâhid, “Seni benden uzaklaştıran Allah’a hamd olsun!” dedi.

Sâlihlerden biri zâhid olarak tanındı. İnsanlar kendisine yönelmeye başladı. Bunun üzerine o kişi bir hamama girip başkasının elbisesini giydi ve hamamdan çıkıp yolda durdu. Onu tanıdılar, başkasının elbisesini çaldığını düşünüp üzerindeki elbiseyi aldılar ve “Bu bir zâhid değil yankesiciymiş!” diyerek onu terk ettiler.

İşte makam ve itibar isteğini kırmanın ilacı budur.

Hadis-i Şeriflerde Üstünlük ve İtibar Arayışı

Pek çok insan makam, gösteriş, iyi isim elde etme ve övülme isteği ile helâk olmuştur. Bunları elde etmek uğruna iki yüzlülüğe, düşmanca rekabete ve daha pek çok günaha düşmüşlerdir. Kişide nefsin istekleri baskın hale gelince dindarlığın yolu kesilir. Kalp de münafıklık ve hıyanetle ahlâklanır.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Suyun yeşilliği büyüttüğü gibi, mal ve mevki sevgisi de kalpte nifakı büyütür.” (bk. Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 10/20)

“Bir koyun sürüsüne saldıran iki yırtıcı kurdun verdiği zarar, üstünlük ve mal sevgisinin müslüman bir adamın dindarlığına verdiği zarardan daha fazla değildir.” (Tirmizî, Zühd, 43)

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, Hz. Ali radıyallahu anha buyurdu ki: “İnsanların helâki ancak nefsin isteklerine tâbi olma ve övgüyü sevme sebebiyledir.” (bk. Bezzâr, el-Müsned, nr. 80; Taberânî)

Bu yıkımdan kurtulabilen kimse, insanlar arasında tanınma ve prestij edinme peşine düşmeyen ve bilinmeme haline kanaat edendir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. (En güzel) akıbet takva sahiplerinindir.” (Kasas 83).

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz cennet ehli, (maddi imkânsızlıktan ve çokça ibadetle meşguliyetten) saçı başı karışık, toz toprak içinde, eski elbiseye bürünmüş, kendisine kıymet verilmeyen her (sâlih) kimsedir. Onlar idarecilerin yanına girmek için izin isteseler izin verilmez. Evlenmek için kadınlara tâlip olsalar, kendileriyle nikâh kıyılmaz. Bir şey söyleseler sözlerine kulak verilmez. İhtiyaçları sinelerinde çalkanıp durur (ihtiyacını giderip rahatlayamaz). Ama böyle birinin nuru kıyamet günü insanlara dağıtılacak olsa hepsine yeter.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 10486)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki: “İki parça eski elbiseye bürünmüş, kendisine kıymet verilmeyen nice kimseler var ki, bir işin olması için Allah adına yemin etse, Allah onu doğru çıkarır. Allah kendisine dünyadan hiç bir şey vermediği halde eğer o, ‘Allahım, senden cenneti istiyorum’ dese, ona cenneti verir.” (Bezzâr, el-Müsned, nr. 2035)

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem diğer bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden öyle kimse vardır ki, sizden birine gelip çok ya da az bir para istese ona vermezsiniz. Halbuki Allah’tan cenneti istese, Allah ona verir. Ama dünyayı istese vermez. Ona dünyayı vermemesinin sebebi, Allah katında dünyanın değersiz olmasıdır. Eski elbiseye bürünmüş, kendisine kıymet verilmeyen nice kimseler var ki eğer o, (bir işin olması için) Allah’ın adıyla yemin etse, Allah onu yemininde yalancı çıkarmaz (ona büyük değer verir.)” (İbn Ebü’d-Dünyâ, et-Tevâzu‘ ve’l-Humûl, nr. 6)

Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer radıyallahu anh mescide girdi. Baktı ki Muaz b. Cebel radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin kabri yanında ağlıyor. Ona, “Niye ağlıyorsun?” diye sordu. Muaz radıyallahu anh şöyle dedi:

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu işittim: “Riyanın azı da şirktir! Şüphesiz Allah, hali insanlara gizli kalan müttakî kimseleri sever. Onlar öyle kimselerdir ki yokluklarında aranmazlar, bir ortamda bulunduklarında tanınmazlar. Onların kalpleri hidayet lambalarıdır. Onlar her karanlık şeyden (bu nur sayesinde) kurtulurlar.” (İbn Mâce, Fiten, 16 (nr. 3989)

Büyükler Ne Diyor?

İbrahim b. Edhem rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“İnsanlar arasında tanınmak, şöhret olmak isteyen kimse Allah’a karşı dürüst değildir.”

Süleym b. Hanzala rahmetullahi aleyh demiştir ki:
Übey b. Ka’b radıyallahu anhın arkasında yürüyorduk. Hz. Ömer radıyallahu anh, onu böyle arkasında insanlar yürüyor halde görünce, elindeki kamçıyı kaldırdı. Übey radıyallahu anh,
– Ey müminlerin emîri, ne yaptığına bak! dedi. Hz. Ömer radıyallahu anh da;
– Bu hal, tâbi olanlar için bir düşüklük, peşinden gidilen için de bir imtihandır, dedi.

Eyyüb es-Sehtiyânî rahmetullahi aleyh bir sefere çıktı.
Kendisini uğurlamak için pek çok insan peşinden geldi. Bunu gören Sehtiyânî, “Eğer kalben bundan hoşlanmadığımı Allah Tealâ’nın bildiğini bilmesem, O’nun gazabından korkardım” dedi.

Eyyüb es-Sehtiyânî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Vallahi, Allah’a sâdık bir kulu, ancak yerinin (ve halinin) bilinmemesi memnun eder.”

Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Arkasından insanların geldiğini gören ahmağın kalbi yerinde durmaz.” Yani kibirlenmekten kendini alamaz.

Bişr-i Hâfi rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Tanınmayı seven kimi biliyorsam, muhakkak onun dindarlığı gitti ve rezil oldu.”

Süfyân-ı Sevrî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Önceki sâlihler iki şöhret sebebini de kötü görüyorlardı: Biri yeni ve güzel elbise, diğeri de eski elbise giyinmek... Çünkü gözler ikisine de dikkat kesilir.”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy