Aramak

Yeni Komşunun Kedileri

Sonbahar taşrada burukluğun ve sessizliğin mevsimidir. Öyle ya tatil bitmiş, öğrenciler okula, çalışanlar işine dönmeye başlamıştır. Memlekette kalanlar gelecek yıla kadar evlatlarının, sevdiklerinin hasretini çekecekler. Yazlıklar ise yine sahiplerinin vefasızlığını içlerine sindirmeye çalışacak, her şey yalanmış der gibi.

Büyük şehirlerde ise taşranın zıddına, hareket ve telaş başlamıştır. İşyerleri, okullar, kafeler restoranlar derken yeniden kalabalıklaşmanın, koşuşturmanın dayanılmaz cazibesi ya da geçim gailesi bize yine kulluğumuzu unutturacak. Yine başka bir bahara kalacak Allah’a ve kendimize verdiğimiz sözler. Ya da büsbütün dünya denen girdabın acımasız döngüsünde kaybolacağız.

Sonbahar, insanların işlerini evlerini değiştirdiği, memur tayinlerinin olduğu mevsimdir aynı zamanda. Birkaç gün önce apartmanımıza yeni bir komşu gelmişti. Orta yaşın üzerinde tek başına yaşayan bir hanımefendi. Apartman görevlimiz Zeki Efendi pek memnun olmuşa benzemiyor ki;

– Abi anlamadım, yeni gelen hanımın herhalde bir düzine kedisi var, diye yakındı, alttan alta tedbirinizi alın uyarısında bulundu.

Bizim hanım bunu duyunca;

– Biz bir kedi ile başa çıkamazken yeni komşumuzun bir sürü kedisi varmış. İyi de apartman dairesinde nasıl başa çıkılır bunca kediyle, diyerek sızlandı.

– Dur hele hanım, işin aslını öğrenmeden zanda bulunma, diye çıkışınca da;

– Vallahi doğru söylüyorsun. Ne bileyim, birden kadıncağızın yerine koydum kendimi. Neyse, zaten yarın ziyaretine gideceğim hoş geldin demek için, dedi.

– Doğrusu da bu zaten, dedim, böylece hem tanışmış olursun hem durumu görmüş olursun. En önemlisi de komşuluk hakkımızı yerine getirmiş oluruz. Sor bakalım bir şeye ihtiyacı var mı, yalnız başına yaşıyormuş.

Ertesi gün işten döndüğümde hanım kapıyı açtığında bitkin görünüyordu.

– Hayırdır hanım, hasta mısın, yorgun görünüyorsun?

Gözlerinin içi gülerek:

– Sorma bey, hayatımda hiç bu kadar konuşmamıştım ben. Bugün bana ne oldu bilemedim. Yeni komşumuz Yasemin Hanımla neler konuştuk neler…

– Birazını da başka güne saklasaydınız, “mevzu bitti komşuluk bitti” olmasaydı.

– Yok canım, o çok meraklı, her şeyi soruyor, anlatıyor. Çok da bilgili maşallah.

– E! Bir düzine kedisi var mıymış?

– Yok canım, kadıncağızın iki kedisi var ama çok yaramazlar. Nerede bizim Hayyam, nerede onun kedileri!

Hayyam, bizim İran cinsi kedimiz. Ağır başlılığı tembellik derecesinde olduğundan, biraz hareketli kediler bizde yaramaz sınıfına giriyor. İnsanoğlu böyle işte; neye alışırsa doğrunun o olduğuna inanır. Alışkanlıklar kadar insanı kör eden şey yoktur aslında. Canım, güzel alışkanlıklarımız yok mu? Yok! Güzel alışkanlık yoktur. Güzel ahlâk, güzel huy, sâlih amel vardır. O yüzden hep aynı ibadeti veya hizmeti yapsak da her seferinde yeniden niyet ederiz; alışkanlık olmasın, ibadet âdete dönmesin diye.

– Ee! Anlat bakalım, komşu hanım niye bu kadar yordu seni?

– Farklı dünyaların insanlarıyız ama samimiyetle birbirimize bir şeyler anlatmaya çalıştık, bu da biraz beni yordu doğrusu.

– Nasıl yani? Vallahi meraklandırdın, hele bir anlat neler oldu?

– Hoşbeşten sonra Yasemin Hanım kahve yaptı getirdi, kahvelerimizi içtik. Derken, kadıncağız fincanı ters çevirip; “Ayla Hanımcığım bir falıma bakarsın herhalde, dini bütün hanımın dediği çıkar!” demez mi? Ne diyeceğimi şaşırdım hem fala bakmamı istiyor hem de dindar olduğum için isabetli kehanetlerde bulunacağımı zannediyor! “Kusura bakmayın Yasemin Hanım, ben zaten fala bakmayı bilmem de üstelik dinimizce büyük günah fala bakmak.” dedim. Şaşırma sırası ona gelmişti “Nasıl yani? Günah öyle mi, vallahi hiç bilmiyordum. Gerçi günahla sevapla çok aram yoktur ama...”

– Peki sen dedin?

– Aslında okumuş, kültürlü, güngörmüş bir hanımın böyle fal düşkünlüğü beni de şaşırttığından sordum: “Yasemin Hanım gerçekten fala inanıyor musunuz?” Kadıncağız biraz mahcup edayla; “İnsanoğlu nakdi sever Ayla Hanımcığım. Kazandıkları yetmez, ister ki geleceği de cebinde olsun. Hiçbir şeye ihtiyacım yok ama ne bileyim, geçmişi ve bugünü tüketince geleceğe saldırıyor insan. Çok enteresan değil mi? Üstelik din, kader gibi inançlar düşünce hayatımda hiç yer almadığı halde fala inanmak istiyorum. Bu yetmiyor gibi bir de astroloji kulüplerine üye oldum, bir gün senin de yıldız haritanı çıkaralım.”

Aslında pek şaşırmamıştım bizim hanımın anlattıklarına. Gözlemlerimden biliyorum, bugünün güya akılcı, özgürlükçü, bilimci anlayışının getirdiği yalnızlaşma okumuş insanları daha çok vuruyordu. Bu çaresizlik bir şeylere inanmaya zorluyordu. En popüleri de kısa yoldan evrenin sırlarını keşfetmek adına astrolojiden medet ummaktı.

– Peki sen ne dedin, diye soruyorum hanıma.

– Ben de şöyle dedim: “Dua da aslında nakit gibidir inanan için Yasemin Hanım. Allah Tealâ duamıza karşılık vereceğini vaat etmiştir ama bu karşılığın sırrını bir sûfî büyüğü söyle açıklıyor: ‘Israrla dua etmene rağmen verilecek şeyin gecikmesi ümitsizliğe kapılmana sebep olmasın. Çünkü Allah karşılık vermeye kefildir ama kendi seçtiği karşılığa. Senin kendin için seçtiğine değil. Ve kendi istediği vakitte icabet eder, senin istediğin vakitte değil. Çünkü biz bilemeyiz bizim için neyin, ne zaman hayırlı mı şer mi olduğuna.’

– Peki o ne dedi?

– Epey bir sesiz kaldıktan sonra konuyu değiştirdi. “Ayla Hanım lütfen yanlış anlama tesettürlü olmak zor gelmiyor mu?” diye sordu. Soru bildiğim yerden gelmişti ama aynı şeyleri izah etmenin bıkkınlığı ile kestirmeden; “Evet Yasemin Hanım, zor ama Allah Tealâ’ya inanmak böyle bir şey. O’nun emirlerine de yasaklarına da sabırla uymak gerekir. Dini yaşamak da bu zaten. Bu sabrın karşılığı elbette olacak. Tesettürün hikmetine gelince biz kadınlar bunu pekâlâ çok iyi biliyoruz ama işimize gelmiyor.” Yasemin Hanım biraz da sorduğu sorunun pişmanlığıyla; “Haklısınız aslında, ben neler gördüm iş hayatında. Kadınların kendilerini nesne gibi sunmamaları gerekir. Diğer taraftan vallahi bazı tesettürlü hanımlar da taş çıkarıyor bize!” diye de taşı gediğine koydu.

– Mesele çok derinleşmiş hanım, böylece bitti mi sohbetiniz?

– İkimiz de biraz sıkılmıştık ki Yasemin Hanım kendi hayatından bahis açtı. Aslında çok şey yaşamış ama en hüzünlü sözleri şu oldu: “Biliyor musun Ayla Hanımcığım, hep anne olmak istemiştim ama kısmet değilmiş. Talihsiz bir kısa evlilikten sonra kendimi işe verip kariyer peşinde sürüklenip gittim. Kim ne derse desin, bir kadın için en yüce görev, en büyük kariyer annelik, ama ne çare... Kediler oldu artık çocuklarım.” Söylediklerinde samimi olduğuna inanmıştım çünkü bunları söylerken sesi titremiş, gözleri dolmuştu. “Sahi, sizin kaç çocuğunuz var Ayla Hanım?” diye sorunca doğrusu söz boğazımda düğümlendi. Sadece üç diyebildim, gerisini getiremedim. “Allah bağışlasın, ne kadar şanslısınız! Aman anneliğin kıymetini bilin, sahi kızınız var mı?” dedi. Evet, deyince; “Ayla Hanımcığım onu mutlaka benimle tanıştırmalısın. Korkmayın fal falan öğretmem. Ona, kadın olmanın doğallığı doğurmaktır, diyeceğim. Güya o entelektüel çevremin benden kadınlığımı, anneliğimi nasıl çaldığını anlatacağım. Bir de gençlerin çok özendiği o şaşalı cemiyet hayatında anne olmayan kadının adının da olmadığını söyleyeceğim.”

Hanımın niye yorulduğunu anlamıştım. Komşumuz Yasemin Hanım bütün hayal kırıklıklarını bir günde boca etmişti bizim hanıma. Ama koca bir hayat dersi de vermişti. Ne güzel işte! Hanım, anne olmanın çektiği zahmete değdiğini bilir elbette ama bu sefer görerek anlamıştı.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy