Aramak

Yol ve Çocuk

Çocukluğumun gül kokan hatıralarındandır babamın bizi dahil ettiği sohbet halkaları. Şimdilerde düşünüyorum da o sohbetleri bizim için eşsiz kılan neydi? Çocuk masumiyetimiz mi, yoksa halkadakilerin samimiyeti mi? Zannederim her ikisi de. O halkada sakalları nurlu yüzlerine ayrı bir güzellik katmış amcaların arada bir ciğerlerinden kopup gelen “Allah” nidaları vardı. “Müminler o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığında yürekleri titrer...” (Enfâl 2) ayet-i celilesini o zaman bilmiyordum. Fakat şunu biliyordum galiba: Bu amcalar Allah Tealâ’yı çok seviyorlardı.

Bir de çay vardı ağızları tatlandıran, yürekleri ısıtan. Çay o sohbetlere ayrı bir kıvam veriyordu. Sonradan Sermerkand Dergisi çıkmaya başlayıp da bir sayısında Erkin Vahidov’un “Çaydanlık ve Bardak” şiirini okuduğumda, bu amcaların çay bardaklarını neden sürekli alınlarından öptüklerini anladım diyebilirim.

O sohbetler bambaşka iklimlerin yaşandığı demlerdi. Çocuk aklımızla dinlediğimiz o sohbetlerde sanki Buhara’nın, Bağdat’ın, Hazne’nin Kasrik’in sultanları gelirler ve halkaya dâhil olurlardı. Gözlerini yummuş ve “aksi teverrük” oturuşuyla -babamdan öğrenmiştim bu tâbiri- sohbeti dinleyen amcalar, sohbet bitince üzerlerinden dünyanın yükünü atmış gibi neşeyle tebessüm ederlerdi. En eğlendiğim tarafı da selamlaşırlarken birbirlerinin ellerine sarılmaya çalışmalarıydı. Bu selamlaşmalardan sonra yapılan gönülden musafahalar hâlâ gözümün önündedir.

Sohbet ve çay faslı bitip de yavaş yavaş evlere dönüşler başlayınca, bazı amcalar bir köşeye çekilerek üzerlerine beyaz bir örtü atıp tesbih çekmeye koyulurlardı. Hızla dönen tesbihlerin şıkırtısı ve derin derin alınıp verilen nefesler dışında ses çıkmazdı o örtünün altından.

Babam evde yapardı bu işi, genelde sabah namazlarından sonra. Bunun zikir olduğunu biliyordum ama neden üzerlerine bir örtü alarak yaptıklarını tam anlamıyordum. Sonra kendimce herhalde dünya ile aralarına bir perde çekiyor olduklarını düşünmeye başlamıştım. Bu zikrin onları nasıl da şekillendirdiğini yıllar sonra babamın bir hastane odasında narkozun etkisiyle durmadan işaret parmağıyla tesbih çeker gibi yaptığını gördüğümde daha iyi anlamıştım.

Bazen içlerinden sözü geçen amcalardan birinin “hizmet var kurban” demesiyle bir araya gelirler ve bir koşuşturmacadır başlardı. Aslında gayretle koyuldukları o işler öyle kalabalıkla yapılacak işler de değildi. Ama galiba birlikte bir şey yapmaktan, beraber olmaktan apayrı bir tat alıyorlardı. Dillerinden “çay dervişin mazotudur” sözü düşmüyordu. Hele içlerinden biri bir de ilahiye başladı mı adeta meleklerle kol kola girip coşuyorlardı. O zamanlar gözüme küçük görünen o işlerin sonra nerelere geleceğini bilmiyordum elbette.

Bir de köy ziyaretleri vardı. Düğüne gider gibi çıktığımız yolculuklar... Kısıtlı imkânlarıyla köye gitmek isteyen o samimi, vefakâr, sâdık amcalar büyük bir şevkle listeler yapardı. Otobüsler tutulurdu. Daha yola çıkmadan gözle görülür bir heyecan sarardı herkesi. Uğurlamaya gelenlerin ısrarla dua istemeleri, bu yolculuğun uhrevî bir tarafı olduğu hissini verirdi. Kalanlar gidenlerden dua istiyorsa, gidilen yer ya duaların kabul olunduğu ya da dua edenin duası makbul bir kişiye dönüştüğü bir yer olmalıydı.

Herkes yerini alınca otobüs hareket eder, uğurlamaya gelenlerin geride kalmanın belirgin hüznü ile el sallamaları eşliğinde yola revan olunurdu. Kıraati sağlam amcaların okudukları aşr-ı şerifler ve ezanla başlayan yolculuk sohbet ve ilahilerle şenlenir, uyumak istemezdik. Genelde çocuk olduğumuz için kendimize ait bir koltuğumuz olmaz, ya anne babalarımızın yanına sıkışırdık ya da araya konulan bir taburenin üzerine otururduk. Şimdi düşünüyorum da o kadar yolu bu halde gitmek için başka bir şevk ve heyecan gerekiyordu demek.

Köyüne varınca ayrı bir âleme girdiğimizi hissederdik. İnsanların kendilerini ezana ve namaza göre ayarladıkları bambaşka bir zaman yaşanıyordu burada. Abdest sırası, çorba sırası, hizmet sırası, battaniye sırası ve en önemlisi ziyaret ve tevbe sırası... Bu sıralar insanı nasıl da biçimlendiriyor, kimseyi incitmeme eğitimi veriyor, tarifi zor. O gün bugün ortak kaplardan içilen o çorbanın lezzetini hâlâ değme sofralarda bulamıyorum.

Köyde babamı derin bir içine dönüş hali alırdı. Tavırları değişir, baştan ayağa edebe bürünürdü. Yürürken, mescide girerken, merkadi ziyaret ederken, alışveriş yaparken... Çay ocağında dört bir taraftan gelmiş envai çeşit insan, kalpleri ve kulakları birbirlerine açık, aynı masada buluşurdu. Kimse kimsenin haliyle hatasıyla meşgul olmazdı. Burada herkesin bir potada eriyip bir bütüne dönüştüklerini o zamanki aklımla da anlayabiliyor, hissediyordum.

“Hizmet var” çağrısının peşine düşen amcaların, çoğu kere de babamın ardına düşüp gittiğimiz işlerde daha o yaşlarda kocaman bir fırıncı, bir bahçıvan, bir çoban oluveriyordum. Kendimi büyümüş, adam olmuş hissediyordum. Şimdilerde o yaşadıklarımın hayatıma kattığı derinliği, zenginliği daha iyi anlıyorum.

Ziyaret dönüşlerinde ise tamamen ayrı bir hava eserdi. Yüzlere yansıyan derin huzur haline rağmen istisnasız bütün yolcular, sanki anne babalarından ayrılan çocuklar gibi hüzünlü olurdu. Belki bundan, belki yol yorgunluğundan gelişteki coşkudan eser kalmaz, otobüs daha sessiz olurdu.

Şimdi hâlâ yolculuğa, yolculuklara çıkıyor olmama rağmen aynı duyguları yaşayamadığıma hayıflanıyorum. Fakat artık kendisi “amca” olmuş biri olarak ihvanla bir araya geldiğimde, etrafımızda neşeyle koşuşan çocukları gördükçe aynı güneşin onların yüzünde parıldadığını görüyorum. Belli ki bizim güneşimiz ikindiye yaklaşmış. Aynı gök kubbenin altında değişen, eskiyen benmişim. Yine de diyorum, iyi ki yol var, yolculuk var, diz dize oturulabilecek kardeşler, haldeşler var.

Çaydanlık ve Bardak

Ne kadar kibirli dursa da
Bardağın önünde eğilir çaydanlık.
Öyleyse bu büyüklenme niye
Bu kibir, bu gurur niçin?
Mütevazı ol, hatta bir adım bile
Geçme gurur kapısından.
Bardağı insan bunun için
Öper daima alnından.

Erkin Vahidov

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy