Aramak

Dervişin Aynası

“Ben bir garip dervişim” diye ünledi soluk yüzüyle. Aynada kendisine bir daha baktı. Göz bebeklerinin derininde kaybolmuş ruhunu aradı.

Akşamın alaca karanlığıydı ve uzaktan kalbe işleyen bir ezan sesi doluyordu odanın yalnızlığına. “Allahu ekber! Allahu ekber!” Abdesti var mıydı? Ya Rabbinin huzurunda boyun bükme hazzı?

Olmamışlığın, hamlığın acısını ta iliklerinde hissetti. Kimdi ve ne yapıyordu bu âlemde? Bir ara aynadan yüz çevirip odanın boşluğuna kaydırdı bakışlarını. Bütün bu şeyler neye yarıyordu?

İçinden bir ses “Unuttun mu sen bir öğretmensin!” dedi. Bunun etkili bir ses olması gerekmez miydi? Şüphe yok, öyle olmalıydı. Başını iki yana usulca sallayıp “Yok, dedi mırıltıyla, ne bu hatırlatmanın bir gücü var ne de hatırlattığı şeyin.”

İç sesine verdiği cevaba ikna olmuş derin bir iç çekti. Tam o anda gözüne duvarda asılı “Hiç düşünmez misiniz?” diyen ayet ilişti. Önce Arapça, sonra Türkçe kelimelere ayrı ayrı baktı. Manası aynı olsa da hayat da başka başka şekillerde, yerlerde, yollarda, zamanlarda varlık buluyordu demek ki. Bilmekle bilineni yaşamanın ayrı oluşunu düşündü. Ya da aramakla bulmanın farkını.

Nice vakit ayna ile kendisi arasında sıkışıp kaldı. Vakit dar, düşünce çoktu. Telâşla bir an evvel neticeye varmak için “Sen kimsin?” diye inledi aynada asılı duran benliğine. Bir aynaya hapsedilmiş olduğunu düşünüyor olmalıydı. Belki bu yüzden dizleri takatten kesilmişti. Sırtını döndüğü duvardaki saati ayırt etti o vakit. Rakamlarla çevrilmiş yuvarlak dünya! “Ne tuhaf, dedi, başlangıç nerede bitiş nerede? Oysa bu rakamlar zaman denen dayatmayı nasıl çarpıyor yüzüne insanın. Bu kadar acizsin demek!”

Uzaktaydı. Hem babadan anadan hem yarı uyku halinde yaşayıp giderken uyandıran, bu soruları sorduran mürşidinden uzak. Ve anlaşılma ihtimallerinden... Yalnızdı.

“Sen öğretmensin!” diye seslendi o iç ses. “Hayır, ben talebe olmalıyım!” diye cevap verdi diğer iç ses. O bu hal içinde kıvranırken ezan susmuş, cemaatler kendi yavan, yaban kuytularında yitmek üzere minik insan zerrelerine ayrışmıştı. Bir taraftan yaklaşan Yatsı vakti, öte taraftan daha Akşam namazını eda etmeyen vicdanı daha da sıkıştırıyordu.

Ne var ki bu gelgitler içinde kulluğun özgürlüğünü tadamamışken, İhlâsı bulmadan secdeye kapanmak istemiyordu. “Öyle varacaksın ki secdeye, Rabbinin huzurunda kulluğunu ilan ettiğine âlem şahitlik edecek” sözleriyle kendi düşüncesini böldü. Kalbi sıkıştı. Olması gerekenle olduğu hal arasındaki mesafenin büyüklüğü karşısında irkildi. Saatin tik takları daha bir duyulur olmaya başlamıştı. Her tik tak telafisi olmayan bir kayba onu daha da yaklaştırıyordu. Rabbinin Akşam namazı davetine icabet etmemek neyle, nasıl izah edebilirdi?

Bir ara dışarıya kulak kabarttı. Kapının önünde aç miyavlama sesine bir ambulansın acı sireni karışıyordu. Biri yardıma çağırırken diğeri akıbetten haber veriyordu. Kediye mama, ambulanstaki hastaya dua, kulluk defterindeki akşam vaktine ayrılmış sayfaya namaz yetiştirmeliydi şimdi.

Bunca şey karşısında yüreği sıkıştı. “Aradığın hakikat aynada mı sanıyorsun?” diye öfkeyle söylendi. İşte ne olduysa o vakit oldu: Nicedir karmakarışık düşüncelerin hücumunda baktığı aynadaki suret, ansızın ak sakalıyla, insanın ruhunu okuyan bakışlarıyla mürşidinin suretine dönüştü. Şaşkınlık, endişe, korku, sevinç, haz, şüphe ve daha ne kadar birbirinden kopuk his varsa bir anda bütün varlığını istila etti. Kekeleyen, körelen, deliren, durulan, kavrayan ve büyüyen kelimelerle “Efendim... siz... ben... ayna... burada!” demeyi başardı nasılsa.

– Hakikat midir aradığın, dedi aynadaki yansıma.

– Hakikat, Efendim, bilinir, bulunur mu?

– Bilmek, bulmak ne uğruna?

– Manaya ermek, dahası tatmak Efendim.

– Bu bir dilek mi, yoksa emek midir?

– Dilek uğruna emek Efendim.

– “Ben bilirim” demektir bunun manası. Oysa, ben bilirim diyen için aranacak hakikat yoktur. Yahut aradığını söyleyenin “Ben bilirim” demeye takati yoktur.

– Mazur görün Efendim, gaflet bizim halimiz. Bilmediğimizin açtığı bu cehalet...

– Derdini bilenin başkaca bildiği yoktur evladım.

– Derdimin de dermanımın da bilgisi bu garipte yoktur demek ki Efendim.

– Mürşidin miyim ben?

– Evet Efendim.

– Mürşidin müridine vereceği ne ola ki şu halde?

– Müridin bilmediğidir, Efendim.

– Bilmediğinin kendisine verileceğinin delili nedir öyleyse?

– Ben bilmem Efendim.

– Ben bilmem, demektir.

– Ben bilmem, diyene mürşidinden ne gerektir peki, Efendim?

– Hakikate ermek.

– Ya hakikat Efendim?

– Mürşid demektir.

– Mürşid nedir Efendim?

– Kendine rağmen kendinden öte olanı bilmek, unutmak kendini, insan iken yeniden toprak olmak, biri için kendini tüketmektir, vazgeçiş.

– Size “Mürşidim” demek için kendimden vazgeçmem nasıl mümkün olur Efendim?

– Ölümü bilmekle.

– Ya bunu başarabilmek nasıl olacak Efendim?

– Dünyayı kabir, kendini ceset, zamanı da ölüm saymakla.

“Peki ya…” diye yeni bir soruya girecekti ki aynadaki suret değişiverdi, yeniden kendi sureti oluverdi. Aynaya yansıyan saat artık yoktu ve akşam ezanı hâlâ bitmemişti. “Lâ ilâhe illallah!” nidası hâlâ dalga dalga odaya doluyordu. Şaşkınlıktan fazlası hâkimdi üzerinde. Bu nasıl bir hal idi? Akşam ezanının çoktan okunduğunu hatta Yatsı’ya az bir vakit kaldığını hatırlıyordu. Oysa daha ezan dahi bitmemiş, adeta zaman içinde zamanı yaşamıştı.

Abdest alıp Akşam namazına durdu. Alnı seccadede erir gibi secdeye vardı. Namaz kılan kendisiydi ama kendisi neredeydi. Her zerresiyle namaza dönüşerek namaz kıldı. Bir ırmağa dalar gibi, ırmakta kaybolup gider gibi namaz kıldı.

Nihayet selam verince, kısacık bir an aradığı hakikati düşündü. Ve sol yanından, tam kalbinin oradan bir ses gülümseyerek fısıldadı:

“Hakikat, sorusuz ve cevapsız o yerde. Hakikat kendi kalbinde.”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy